BAŞKENTİN “KERBEL” EVRESİ

Yavuz Alogan

Dünyanın belli başlı büyük kentlerinin kaderi hep savaşlarla, devrimler ve karşıdevrimlerle  belirlenmiştir. Mesela Petersburg’a bakalım. 1703’te Büyük Petro’nun kurduğu kent, I. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte, ismindeki Cermanik tınıdan kurtularak Petrograd adını almış, Ekim devriminden sonra Leningrad olmuş ve 1991’de  yaşanan karşıdevrimle birlikte yeniden St. Petersburg’a dönüşmüştür. İsim değişikliğiyle sınırlı kalmayan köklü değişimler, Paris, Milano, Berlin, Madrid hatta Pekin (Beijing) gibi pek çok kent için geçerlidir.

Aynı kader, aynı değişimler, görece çok kısa bir tarihi olan ve şu sırada İ. Melih Gökçek sayesinde “Kerbelâ” evresinden geçmekte olan Ankara için de geçerli olacaktır.  

Kentin  geçirdiği dönüşümler çarpıcıdır. Depremlerle, yangınlarla yıpranmış, silah imalatçılarını ve dokuma ustalarını Bursa’ya kaptırarak çöküşün eşiğine gelmiş bu harap Anadolu taşrası, İstiklal Harbi’nin, İstanbul’u Payitaht’lık mertebesinden indirmesiyle eşzamanlı olarak başkent unvanını almış ve hızla büyümeye başlamıştır.   Falih Rıfkı Atay, Çankaya (1961)  adlı kitabında Ankara’yı, istasyon mıntıkası, trenden inenleri eli fenerli görevlilerin karşıladıkları uzun, geniş ve karanlık yangın alanı, daha sonra Meclis binası, Halk Bahçesi,  ardında yıkık dökük evler  ve nihayet Kale olarak   tanımlar. Ankara karanlıktır, tozludur, rakımı yüksektir. Cumhuriyetin kurucuları kenti başkent ilan etmeden önce bu rakımda ve bu iklimde bitki yetişir mi, insan yaşar mı, diye tartışmışlardır.

Semboller

Ankara aynı zamanda bir semboller kenti olmuştur.  Cumhuriyet’in kurucuları Balkan kökenli oldukları için 1930’larda inşa edilen resmi binalar ve konutlar  Balkan mimarisini yansıtır. Mithatpaşa, Meşrutiyet, Selanik, Necatibey, Ziyagökalp, Tunalıhilmi, Reşitgalip gibi anlamlı isimler taşıyan caddelerin   bahçeli müstakil evlerinden tek bir örnek  kalmadıysa da, bu mimarinin izleri bakanlık binalarında, Genel Kurmay Başkanlığı’nın eski binasında ve Bahçelievler’in ara sokaklarındaki sayısı gittikçe azalan müstakil evlerde görülebilir.  1930’ların resmi binaları çiçekli  avlularla çevrelenmiştir ve cumbayı andıran çıkıntıları vardır. Eski bakanlık binalarında bu özellikler hâlâ görülmektedir.  Devletin resmi ideolojisini simgeleyen ve bir Akropolis’i andıran Anıtkabir,  1953’ten itibaren kentin profiline hâkim olmuştur.  

Askeri binalar  bu egemen ideoloji sembolizmini daha sonraki yıllarda iyice göze batar hale getirmiştir. Şehrin içinde küçük kışlalar, askeri birlikler vb. vardır. Yetmişli yıllarda TBMM’nin hemen ötesinde, beton, mermer, çelik ve camdan yapılmış askeri binalar yükselmiştir.  Bahçelerinde bitkiye pek yer verilmeyen, bunun yerine dünyayı pençeleyen kartal heykelleri ya da dev gemici çapaları ya da piyade tüfeğini tehditkâr bir edâyla göğe doğru kaldırmış komando heykelleri bulunan bu güç ve kudret sembolü binalar, mermer sütunları ve işlemeli yüksek tavanlarıyla insana Nazi estetiğinin mimarı Albert Speer’in özgün çalışmalarını hatırlatırken, Balkan mimarisinden köklü bir kopuşu da yansıtır. Uzaktan bakıldığında bir atom reaktörünü andıran ve camla kaplı yüzeyinden Ankara’ya asker yeşili ışıklar saçan yeni Ordu Evi’nin  beş yıldızlı otelleri aratmayacak kadar lüks olduğu söylenir. Cumhurbaşkanlığı Köşkü’nün geniş müştemilatında kuvvet komutanlarının ikametgâhları ve mekânı koruyan, bazen de teslim alan bir Muhafız Alayı bulunmaktadır. Bu mekânlara, Bolşevik ya da entel kesimli de olsa sakallıların ya da her ne surette olursa olsun başı örtülü hanımların girmesine izin verilmez. Buralarda göze batan ibadethanelere de yer yoktur. Devlet esas olarak bu mekânlardan yönetilir; milletin  ya da başka deyişle aşiretlerin, tarikatların ve sonradan görme zenginlerin parayı bastır oyu al yöntemiyle temsil edildikleri TBMM ile bu kutsal mekânlar arasında zaman zaman muhtıralar ve darbelerle patlak veren sürekli bir gerilim yaşanır.

Fakat bu egemen sembolizm 1970’lerde bir meydan okumayla karşılaşmıştır.  İnşasına 1967’de başlanan ve minareleri kentin her yerinden görülen dev bir cami Anıtkabir’e meydan okurcasına Kocatepe üzerinde yükselmiş ve resmi ideolojinin kent üzerindeki hâkimiyetini sorgulamaya başlamıştır.  Bir kaç yıl sonra, bu kez tamamen farklı nitelikte yeni bir sembolik meydan okuma çıkmıştır ortaya. Çankaya’nın en yüksek yerine inşa edilen ve Ankara’nın başkent oluşunun 66. yıldönümünde Turgut Özal tarafından hizmete açılan Atakule,  egemen ideolojiye karşı   liberal kapitalist küresel postmodernizmin bir simgesi olarak  kentin profilini değiştirmiş ve  onun  en eski tarihini simgeleyen Ankara Kalesi’ne tepeden bakmaya başlamıştır. 12 Eylül’de bu Ankara Kalesi’nin en tepesine devasa bir Türk bayrağı dikilmiş ve güçlü projektörlerle aydınlatılmıştı. Dışarıda sadece asker ve polis araçlarının dolaştığı, insanların evlerinden alınıp toplama merkezlerine götürüldükleri  o uzun sokağa çıkma yasağı gecelerinde  o bayrak,  yabancılaştırıcı ve ürkütücü bir anlam kazanarak, kentin üzerinde her şeye meydan okurcasına dalgalanıp dururdu. Bence bu görüntü Ankara’daki sembolizmin şahikasını oluşturmuştur.

Ankara gerçekten de bir semboller kentidir. R.T. Erdoğan’ın Çankaya’daki Başbakanlık Konutu’na taşınacak yerde Keçiören’de  ikâmet etmesi bir sembolizmdir mesela.   Ankara’da hâkim ideolojinin, her türlü solculukla birlikte Çankaya ilçesinin sınırlarına çekilmiş olması; geri kalan Ankara’nın, küçük bir İslâmi âlem oluşturan Pursaklar’dan başlayarak kuşatma tahkimatını gittikçe güçlendirmesi, muazzam bir sembolik değer taşır. 

Bildiğimiz Ankara artık küçülmüş ve Çankaya ilçesinden ibaret kalmıştır. Kenti kocaman bir taşraya çeviren; Laz müteahhitlerin icadı olan, İslami motiflerle süslü ve rüküş apartmanların üzüm salkımı gibi üst üste binmesini bir imar devrimi sanan; bulvarları kendi elleriyle bozup tanınmaz hale getiren; yeşil alanları köylülüğün simgesi olan, keçi, çoban, ibrik heykelleri ve yapay şelalelerle dolduran; muazzam beton alanların orta yerinde devasa göletler oluşturarak boğucu cemaat cennetleri yaratan; Esenboğa yolundaki tünelleri dünyanın en pahalı mermerleriyle döşeten, lâkin altyapıyı ihmal ederek vatandaşını aptest alacak sudan mahrum bırakan İ. Melih Gökçek, önümüzdeki belediye seçimlerinde Çankaya’yı da oğluna almak istemektedir. Hakkıdır zira hakka tapmaktadır ve halka kömür dağıtmaktadır.

Ankara’nın Rönesansı

Ankara altın yıllarını 1960-1971 yılları arasında yaşamıştır. Her şeyden önce televizyon yoktur. Dolayısıyla muazzam bir sosyal hayat vardır. İnsanlar birbirini tanır, ailece görüşür, trafiğin neredeyse hiç olmadığı sokaklar çocukların, müzikli café’ler ve pastaneler gençlerindir. İnsanlar iç içe yaşarlar. Akşam gezmelerinde Kızılay’da karşılaşan aile reisleri fötr şapkalarını çıkararak birbirlerini selamlarlar. O zamanlar Sıhhiye Meydanı’ndan Kavaklıdere Kavşağı’na kadar  bütün bulvar café’lerle ve çok özenli pastanelerle doludur.  Söz gelimi, şimdi çirkin bir iş hanına dönüştürülen zarif Bulvar Palas’ın hemen yanındaki Yaprak Pastanesi’nin yeşil deri kaplı  koltuklarına oturup konyağınızı yudumlayarak bir sanat dergisini okuyabilirdiniz. Sürekli yeni kitaplar çıkardı ve çıkan her kitap hızla tükenirdi. Müthiş bir öğrenme açlığı vardı. Bilet bulabilirseniz Ankara Sanat Tiyatrosu’nda bir Beckett, Brecht ya da Gorki oyunu izleyebilir, Devlet Tiyatrosu’nda bir opera ya da ödeneği kesilmediği için henüz bir oda müziği  dörtlüsüne dönüşmemiş CSO’da tam kadrolu bir senfoni  orkestrasından muhteşem bir konçerto dinleyebilirdiniz.

Sıhhiye’deki Zafer Pasajı’nın üstü  ailelerin gittiği çok şık ve geniş bir çay bahçesiydi. 1962 ile 1963 arasında  Talat Aydemir  emekli  albay olarak yeni bir ihtilale hazırlanırken, kalabalık grubuyla orada, tam eski  Orduevi’nin karşısında otururdu. Masasında belki İdris Küçükömer de  olurdu. Doğan Avcıoğlu’nun YÖN dergisi onlara eleştirel destek verirdi. Bir keresinde Harp Okulu öğrencileri Bulvar’da  resmigeçit yaparken sivil giysileri içinde Zafer Çay Bahçesi’nde oturan albayı selamlamışlardı da yer yerinden oynamıştı. İnsanlar sıcak yaz gecelerinde bulvarda turalarken bu heyecanlı olayları konuşur, yeni açılan Piknik’in girişine konulan dondurma makinesinin önünde kuyruğa girerlerdi.  Dindarlığın  siyasal bir ölçüt haline geleceği, kırk yıl sonra “ılımlı İslam” ve “türban” meselelerinin bir rejim sorunu yaratabileceği kimsenin aklına bile gelmezdi.

Umut vardı, umut! Sendikalar kuruluyor, işçiler 15-16 Haziran 1970’e doğru ilerliyorlardı; grev vardı; grev çadırlarında devrimci öğrenciler vardı. TİP, Meclis’te yeni bir dönem başlatmış, Vietnam’dan gelen Aybar muazzam  kitleler tarafından karşılanmıştı.  Üniversitelerde işgaller, boykotlar vardı.  Kantinlerde Devrim’in bir ay sonra mı, yoksa bir yıl sonra mı gerçekleşeceği konusunda anlaşmazlıklar çıkardı. Devrimci öğrenciler her yerdeydiler. 10 Kasım’larda Anıtkabir’in Aslanlı Yol’unda; her zaman Kızılay’ın tam göbeğinde; bütün meydanlarda ve bütün yollardaydılar (şimdiki gibi Yüksel ve Konur sokakların kesiştiği noktada değil). Ankara, eylemde İstanbul’un biraz gerisine düşse de, devrimci mücadelenin fikir merkeziydi. O zamanlar Polonya Büyükelçiliği’nin  şimdiki bahçesiyle birleşmiş  olan Kuğulu Park, içinde gölü olan gerçek bir ormanı andırır ve gölün kıyısındaki çayhanede, Mihri Belli, Mahir Çayan ve arkadaşlarını bir masada oturmuş laflarken görebilirdiniz. İnsanlar kendileri gibiydiler. Devrimcilik en saf haliyle mevcuttu.

Altmışlı yıllarda heyecan vardı! Geleceğin daha iyi, daha devrimci, daha kültürel, daha aydınlık olacağına inanılırdı. Bu  tuhaf ülkenin Rönesans yıllarıydı onlar. 12 Mart Muhtırası, Kızıldere Katliamı ve Deniz’lerin idamı bu dönemin sonunu belirler. Arkadan gelen kuşaklar, o dönemin solcu profiline, geniş görüşlülüğüne, yaşama sevincine ve kültürel birikimine asla ulaşamadılar. Sonunda geniş bir kesimin inkârcılığına dönüşecek olan bir nekrofili, sinizm, kıyıcılık ve yüzeysellik yerleşip kaldı.

Şair Önsezisi

Neyse. Bu nostaljik muhabbeti kesip, Başkent’in “Kerbelâ”  evresine dönecek olursak, yakın geleceğin kentimiz açısından pek iç açıcı görünmediğini belirtmemiz gerekir. Susuzluğun en şiddetli olduğu günlerde, sabahın çok erken saatlerinde kenti bisikletle dolaşan bir kişinin burnuna gelen belirgin insan dışkısı kokusu, Şekspiryen bir söylemle, Arabistan’ın bütün gül kokularıyla bile giderilemez hale gelebilir.    Akarsularla  aşırı biçimde oynama eğilimi, bileşimi şüpheli Kızılırmak’ın  hem kendisi  hem de kentimiz için yeni felaketlere yol açabilir.

Ama daha büyük bir felaket, Hayrünnisa Hanımefendi’nin öncü türban mücahideliği ile Genel Kurmay’ın “özde ve sözde” beklentisinin boşa çıkmasının yol açabileceği sorunlardan kaynaklanabilir.   Bu konuda  kendisi de Altın Çağ’ı Ankara’da üniversite öğrencisi olarak yaşayan şair Ataol Behramoğlu’nun    18.08.07 tarihli köşe yazısında (Cumhuriyet) dile getirdiği önsezisini bir süredir aynen  paylaştığımı belirtmek isterim.

Şair, “Başbakanın ve cumhurbaşkanı adayının birlikte fotoğraflarına baktığımda, bana demokrasiyle yönetilen bir ülkenin demokrat bir siyasal partisinin iki lideri gibi değil, iki sivil Ortadoğu diktatörü gibi görünüyorlar,” demekte ve bunu bir “önsezi” olarak adlandırmaktadır. Katılmamak imkânsız. F tipi polis teşkilatının ileriye atılmak üzere bir yay gibi gerildiğini tahmin etmek zor değil. Daha sonra Şair, iktidardaki siyasal partinin karşısındaki tek direnme noktasının ordu olduğunu belirtmekte ve  “Bu engel nasıl aşılabilir?” diye sormakta ve kendi sorusunu şu sözlerle yanıtlamaktadır: “Sahte bir darbe girişimi ve ardından da büyük bir ‘Temizlik’le.” Bu girişime  başta CIA olmak üzere çeşitli istihbarat servislerinin katkıda bulunabileceklerini söylemek  gereksiz olur. Nitekim şu Sarıkız  Darbe Girişimi’nin, eski Deniz Kuvvetleri  Komutanı’nın günlüklerinin basına sızması bir servis operasyonunu andırıyordu. Kimsenin bu belgelerin Nokta dergisine nasıl sızdırıldığını açıklamaya yeltenmemesi ilginç değil midir?

         Şair’in isabetli sezgisi bir yana, AKP’nin Cumhurbaşkanlığı’nı ele geçirmesinden bir süre sonra böyle bir “temizlik” için harekete geçmesi, siyasetin bir kanunu gibi görünmektedir.  AKP’nin  rövanşı  gerçekleştirmesi bu adımı atabilmesine bağlıdır. Ancak bu operasyon tamamlandığında AKP gerçek anlamda  iktidar olabilir.

         Bunun kentimiz açısından da önemli sonuçları olacaktır.  Bir kere Ankara artık Başkent olamaz.  Bürokrasiden yakınan burjuvazinin de isteği doğrultusunda İstanbul’un yeniden Payitaht ilân edilmesi orta vadede kaçınılmaz olur ve tarihsel süreklilikte büyük bir kopuşa işaret eder. Bu adımla birlikte, var olduğu kadarıyla egemenlik tamamen uluslararası sermayenin denetimine terk edilmiş olur.  Nihayet ulus-devlet ortadan kalkmış, küresel entegrasyon tamamlanmış, eskisine  kıyasla daha küçük bir yüzölçümü üzerinde olsa da federatif bir yapı kurulmuş olur. Ah, işte gerçek demokrasi! Bu arada borsa da coşarak  şaha kalkar, hatta  sonsuza dek öylece şaha kalkmış vaziyette kalır. Bizler de “işçi sınıfı devrimciliği”ni sürdürür, Lenin’in “ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı”nı nasıl  koyduğunu ve kaderi emperyalizm tarafından belirlenen ulusların bize nasıl koyacağını tartışmaya devam ederiz. RED, 24.08.2007.