Yavuz Alogan
27 Ekim 1917 akşamı Petrograd’da hava soğuk ve yağmurlu, sokaklar ıssızdı. Örgüt adı “Raskolnikov” olan bahriyeli Feyodor Feyodoroviç İlyin, Bolşevikler’in kontrol noktalarından geçerek Askeri Mıntıka Karargâhı’na ulaştı. Vladimir İlyiç kendisiyle görüşmek istiyordu. Karartma uygulanan binanın üst katında bir odaya girdi. Odada eşya olarak sadece fenerle aydınlatılan büyük bir tahta masa ve masanın yanında tek bir sandalye vardı. Sandalyede Leon Trotskiy oturuyor, dirseklerini dayadığı masanın üzerine yayılmış haritayı inceliyordu. İllegaliteden henüz çıktığı için hâlâ sakalsız ve bıyıksız olan Lenin, başında bir işçi kasketi, haritaya eğilmiş vaziyette ayakta duruyordu.
Raskolnikov’un içeriye girdiğini fark edince, başını kaldırıp sordu: “Baltık Filosu’nun hangi gemilerinde ağır top var?”
“Petropavlovsk tipi dretnotlarda,” diye cevap verdi, Raskolnikov. “Her birinde küçük topların yanı sıra, 12 inç 52 kalibrelik taretli toplar var.”
“Peki,” dedi Lenin, “Petrograd’ın eteklerini bombalamak istesek, bu gemileri tam olarak nereye yerleştirmemiz gerekir? Neva nehrinin ağzı, olabilir mi?”
Raskolnikov, bunların derin su gemisi olduğunu, Neva’nın ağzındaki sığ sulara demirlenemeyeceğini söyledi.
Lenin, dik dik Raskolnikov’un yüzüne baktı. “O halde,” dedi, “Baltık Filosu’nun gemileriyle Petrograd savunmasını nasıl örgütleyeceğiz?”
Raskolnikov, anlatmaya başladı. Gemiler Kronştad ile Kanal ağzına, Peterhof ve Oranienbaum güzergâhlarını doğrudan savunabilecek şekilde mevzilendirilebilirdi. O mesafeden sahili ateş altına almak mümkündü.
Lenin açıklamayı yeterli bulmayarak Raskolnikov’u yanına çağırdı ve farklı çaplarda gemi toplarının yaklaşık tesir mesafelerini harita üzerinde göstermesini istedi. Raskolnikov, kalemle mesafeleri işaretledikten sonra Lenin biraz rahatladı. Bu konuşma sırasına Trotskiy tek kelime etmedi. Sessizce haritayı inceliyordu.
Raskolnikov tam kapıdan çıkarken, Lenin, “Hemen Kronştad’a telefon et,” diye seslendi. “Kronştad bahriyelisinden yeni bir müfreze kursunlar. Herkesi son adama kadar seferber etmeliyiz. Devrim büyük bir tehlike altında. Olağanüstü bir enerji göstermezsek, Kerensky ve çetesi bizi ezecek.”
Hakikat Anı
Devrimin “hakikat anı” gelmiş, pankartlı sloganlı bandolu işçi mitingleri, bildiri dağıtmalar, köşe başlarında atılan nutuklar, fikir mücadeleleri sona ermiş, stratejik noktalara Maxim ağır makinelileri yerleştirilmişti. Dergi editörleri ve yazarlar silah kuşanıp devriye gezmeye başlamışlardı. Devrimci gruplar arasında hızlı bir ayrışma oluyor, devrimi burjuva demokratlara bırakmak istemeyen anarşistler, SR’ler ve diğer gruplar, hızla Bolşeviklerin etrafında toplanıyorlardı. 26 Ekim günü Kışlık Saray alınmış ve Petrograd ele geçirilmişti. O sırada bu eylem, yani bütün iktidarın Sovyetler’e devredilmesi ve Rus burjuvazisinin bir sınıf olarak tasfiye edilmesi, akıl almaz bir çılgınlık gibi görülüyordu.
İktidarı ele geçirmek, daha birkaç ay öncesine kadar Bolşevik partisinin lider kadroları için bile kabul edilemez bir fikirdi. Fakat Lenin, Nisan ayından itibaren daha önce bizzat savunduğu teorik önermelerle çelişme pahasına fikrini değiştirmiş ve devrime aşama atlatmaya, ona sosyalizm yönünde “süreklilik” kazandırmaya karar vermişti. Rus devrimi burjuva demokratik aşamada kalmayacak, proletaryanın iktidarı ele geçirmesiyle sosyalizme yönelecek ve dünya devriminin ilk kıvılcımını çakacaktı. Trotskiy, Modern Sirk’te on binlerce işçi ve askere “sürekli devrim”i anlatmıştı.
Maksim Gorki’nin sözleriyle, duvara kafalarını vurarak orada bir delik açmışlardı. Şimdi o deliği adım adım genişletmek ve kazanılmış mevzilerde tutunmak gerekiyordu. Askeri zafer kazanmadan devrimi gerçekleştirmek mümkün değildi. Burada da söz, Antonov Ovseenko gibi satranç şampiyonu eski Çarlık ordusu subaylarına, Raskolnikov gibi savaş görmüş bahriyelilere düşüyordu. Silah kullanmayı, topların çapını, askeri güçleri mevzilendirmeyi, savaş taktiklerini onlar biliyorlardı. Arkalarında, Sverdlov, Joffe ve Krilenko gibi sağlam örgütçüler, onların arkasında da cepheden silahlarıyla birlikte ayrılmış, “barış ve ekmek” isteyen binlerce işçi ve köylü vardı.
Ancak Albay Walden gibi, son anda saf değiştiren Çarlık subaylarını da unutmamak lazım. Bu tip insanların ismi ne devrimden önce biliniyordu ne de devrimden sonra anıldı. Fakat Albay Walden olmasaydı, Bolşevikler sahra toplarını Pulkovo tepelerinin üzerine uygun biçimde yerleştirip Petrograd’ı nasıl savunurlardı?
Devrimlerde “teori” elbette çok önemlidir, fakat “hakikat anı” gelip de silahlar patlamaya başladığında teori işe yaramaz. Dünya tarihi, teorik olarak mükemmel biçimde tasarlanan, haklı, gerçekçi, doğru devrimci girişimlerin, silahlar patlamaya başladığında bir anda buharlaşıp uçtuğunu ortaya koyan pek çok örnekle doludur. Teorik önermeleriniz ne kadar doğru, kadrolarınız ne kadar inançlı, işçi sınıfının desteği ne kadar kesin olursa olsun, uygun anda bir topu nereye yerleştireceğinizi bilemezseniz, devrimi kaybedersiniz.
Kökler
Devrimler aynı zamanda çok uzun bir geçmişi olan kültürel bir mayalanmanın ürünüdürler. İsyan kültürü olmayan, akraba ilişkilerinde, okulda, işte hep itaat etmeye alıştırılmış, geleneğinde çizgi dışına çıkıp düşünme ve davranma alışkanlığı olmayan insanlardan devrimci olmalarını beklemek abestir.
Kültürel zeminin de uygun olması gerekir. Rus Devrimi’nin arkasında, içinde Çernişevskiy’lerin, Herzen’lerin, Belinskiy’lerin, Puşkin’lerin, Turgenyev’lerin bulunduğu muazzam bir edebi/kültürel gelenek vardı. Rus kültür adamları, batıdan gelen her şeyi ağzı açık ayran budalası gibi kopyalamıyor, ona steplerin havasıyla, mujiğin yaşadığı gerçeklikle, ülkenin tarihiyle yaklaşıyor ve derinliği olan yeni bir alaşım yaratıyorlardı.
Rusya’nın tarihinde Stenka Razin gibi, Pugaçov gibi büyük isyancılar ve onların başkaldırı geleneği vardı. Narodnikler ve anarşist entelektüeller, Ekim Devrimi’nden önce elli yıl boyunca sayısız yasal ve gizli örgüt kurarak Rus köylülerini eğittiler. Rus köylüleri de kendi komünal örgütlenmelerini her zaman korudular; söz gelimi, Stoliypin döneminde kırsal kapitalizmin gelişmesine kendi komünal yapılarıyla, isyankâr ve devrimci bir tutumla direndiler. Kapitalizm geliştikçe fabrikalara gidenler işte bu köylülerdi. 1905’ten yıllar önce ilk kırsal “Sovyetler” kurulduğu zaman Menşeviklerin ve Bolşeviklerin adı bile henüz konmamıştı.
Ekim devrimi Çarlığın yüzyıllarca süren baskısı altında gelişen özgün liberter fikirlerle Marksizm’in buluşmasından ve bir Dünya Savaşı’nın yarattığı koşullardan doğdu.
Devrimin Trajedisi
Peki iktidarı ele geçirdiklerinde Bolşevikler’in kafasında ne vardı? Nasıl bir dünya ve o dünyanın içinde nasıl bir Rusya tahayyül ediyorlardı? Bu sorunun cevabını bulmak için, Nikolay Buharin ile Yevgeniy Preobrajenskiy’nin Komünizmin Abecesi (Belge, Ocak 1992) adlı kitaplarına başvurmamız gerekir. Hani hep “Sosyalistlerin ütopyası yok,” falan diyenler vardır ya, onlara da bu kitabı tavsiye etmek isteriz. İç Savaş’ın ateşinde yazılan 496 sayfalık bu kitap, Bolşevikler’in gerçek programını ortaya koyar. Rusya’da “devlet”in işlevinden at nalı çivisi üretiminin artırılmasına, ağır sanayinin örgütlenmesinden tarımsal kolektiflerin işleyiş biçimine ve dünya devrimi perspektifine kadar her şey bu kitapta programatik bir dille anlatılır; Stalinizm’in henüz ortaya çıkmadığı, dünya devrimi umutlarının canlı olduğu bir dönemde Rusya’da iktidarı ele geçiren Bolşevikler’in niyeti bütün dünyaya en ince ayrıntılarına kadar ilân edilir.
Peki düşündüklerini yapabildiler mi? Buna olumlu cevap vermek mümkün değil. Onlar hep bir dünya devrimi beklediler. Ne var ki, Avrupa’da, İngiltere’de, Uzak Doğu’da, dünyanın pek çok yerinde ayaklanan partizanlar, topları uygun yerlere yerleştirmeyi başaramadıkları için (evet, sadece bunun için!) kendi devrimlerini gerçekleştiremediler ve tecrit edilmiş koca Rusya’nın uçsuz bucaksız topraklarında Çarlar’ın hayaleti Stalin’in suretine büründü. Devrimin bütün renkleri tek bir gri tonda birleşti. Liberter gelenekler nasıl Marksizm’le birleşerek Ekim Devrimi’ni doğurduysa; Rus kırsalında derin kökleri olan itaat ve kadercilik duyguları da Stalinizm’le birleşerek baskıcı ve bürokratik bir rejim yarattı. Yoksul, aç, savaş yorgunu kitleler Stalin’in kişiliğinde ezelden beri çok iyi tanıdıkları bir Baba Çar figürü buldular ve ona iman ettiler.
Aslında bu süreç daha Lenin zamanında, 8 Mart 1921’de toplanan 10. Kongre’de başladı. Önemli olan “Parti’nin birliği” ve Sovyet Devleti’nin ayakta kalmasıydı. Mevzubahis olan proletaryanın devrimci demokratik diktatörlüğünün bekası ve Parti’nin birliği ise, gerisi teferruattı. Hepsi oradaydılar. Trotskiy, Kamenev, Zinovyev, Radek, Tomskiy, Buharin, Preobrajenskiy, Piyatakov. On beş yıl sonra hepsi öldürülecek, sadece Trotskiy’in infazı 1940’a kadar gecikecekti. Ekim Devrimi’ni gerçekleştiren öncü kadroların neredeyse tamamı, Vişinskiy mahkemelerinde casusluk ve sabotörlükle suçlanarak idama mahkûm edildi ve Liyubyanka Kalesi’nin bodrum koridorlarında kafalarına sıkılan kurşunlarla öldürüldüler. İçlerinde, kendilerine yöneltilen suçları kabul ederek devrime hizmet ettiklerini düşünenler de vardı. Onlar, Joffe’nin sözleriyle “sonsuzluğun hizmetinde”ydiler.
Kahramanımız Raskolnikov da benzer bir akıbetten kurtulamadı. İç Savaş’ta Volga filotillasına, daha sonra Baltık Filosu’na komuta eden Raskolnikov, tasfiyeler başladığında Bulgaristan’da Sovyet elçisiydi. Rusya’ya dönmeyi reddetti ve Güney Fransa’da, arkasında Stalin’e hitaben ağır eleştirilerle dolu bir mektup bırakarak intihar girişiminde bulundu. 1939’da Nice’de bir akıl hastanesinde öldü. Arkadaşları zehirlendiğini iddia ettiler.
Ekim Devrimi’ni ve ardından Sovyetler Birliği’nde olanları anlamak için sadece Lenin ve Trotskiy okumak yetmez. Isaac Deutscher, Adam Ulam, Maurice Dobb, Edward H. Carr, Marcel Liebman, Fernando Claudin, Georg Lukacs gibi yazarların kitaplarını; hatta Charles Bettelheim gibi, SSCB’de sınıf mücadelelerinin tarihini yazarken, üçüncü cildi tamamladığında Ekim Devrimi’nin bir “yanılsamadan ibaret” olduğunu düşünen bir yazarı bile okumak gerekir. Söz gelimi, ihtiyar anarşist Peter Aleksiyeviç Kropotkin’in, Lenin’e yazdığı 4 Mayıs 1920 tarihli mektubu dikkatle okumak, bütün sorunları çözdüğünü zanneden zihinlere bambaşka bir küşâyiş verecektir.
Aykırı Sorular
Olaylara farklı açılardan da bakmak gerekir. Sovyetler Birliği’nde Stalin’den sonra, Trotskiy’nin beklediği o meşhur “Politik Devrim”in neden gerçekleşmediğini; dünya tarihinin kaydettiği en aptal, çapsız ve sorumsuz (hatta ciddiyetsiz ve cibilliyetsiz) kişilerden biri olan Gorbaçev, Reagan’la Washington’da kadeh kaldırırken Sovyet proletaryasının neden ayaklanmadığını; dönemin SSCB Genel Kurmay Başkanı Sergey Feodoroviç Akromeyev’in, Kızıl Ordu’nun bu son kalıntısının, bir askeri ayaklanma gerçekleştirme çabası içindeyken neden umutsuzluğa kapılıp intihar ettiğini merak etmemek olur mu? Komünist Partisi bürokratlarının Rusya’da önce hızlı bir mafyalaşma sürecinden geçtikten sonra nasıl olup da yeni bir burjuvazi haline geldiklerini ve üretim araçlarının özel mülkiyetini proletaryadan alarak kolektif mülkiyete son verebildiklerini ve en önemlisi bunca tantanadan ve rezillikten sonra Ruslar’ın sokaklara nasıl olup da ellerinde, Trotskiy şöyle dursun, Lenin’in bile değil, Mareşal üniformalı Stalin’in resimleriyle çıkabildiklerini sorgulamak gerekmez mi?
Tabiî bütün ömrümüzü Ekim Devrimi’ni incelemekle geçirecek değiliz. Zaten yakında Lenin’i de mozolesinden kovacaklar. Dileriz kendisini Kahramanlar Duvarı’na ya da Moskova Mezarlığı’na gömmeye utanırlar da, vasiyetinde belirttiği gibi, Volga kıyılarındaki Simbirsk’de, annesinin yanında toprağa verirler.
Ancak insanın aklına ister istemez aykırı sorular geliyor. Bugüne kadar, bütün dünyada, Ekim Devrimi taktikleri ve teorileriyle yapılmış kaç tane başarısız devrim girişimi olmuştur acaba? Bunu sayan, bir grafikle ifade eden birileri çıkmış mıdır? Bu soru yersiz değildir, çünkü başarılı devrimlere baktığımızda, bunların kendilerinden önceki teorik bir çerçevenin parçalanmasıyla, mevcut strateji ve taktiklerden saparak gerçekleştiklerini ve kendi özgün teorik düşünce sistemlerini kurduklarını görüyoruz. Yeni bir devrimci dalga yükseldiğinde, ona daima önceki başarılı devrimlerin şablonları, taktikleri, sloganları dayatılmaya ya da uydurulmaya çalışılır. Bu şablonları kırabilenler, dayatılan düşünce kalıplarını aşarak kendi toprağına kök salabilenler, devrimi gerçekleştirebilirler. Tabiî topları uygun zamanda uygun yerlere yerleştirmek şartıyla.
Ekim Devrimi bir kere olmuş ve bir daha tekrarlanmamış, taklit bile edilememiştir. Söz gelimi, Çin Devrimi neredeyse Komintern’in iradesine karşı gerçekleştirilmiştir ve Ekim taktikleriyle alakası yoktur. Aynı şey Küba devrimi için de söylenebilir. Bütün kısmi devrimci başarılar için de aynı şey geçerlidir. Devrimlerin yaşandığı bütün dünya sahnelerinde, kısmi ya da tam, her başarı, kendi özgün rengini taşımış, kendi öz toprağından kuvvet almış, kendi benzersiz strateji ve taktiklerini geliştirmiştir. Taklit maymunlara özgüdür; devrimci kişinin her şeyden önce yaratıcı olması gerekir.
Tarihin Önünde
Ekim Devrimi tamamlanmış, bütün kazanımları ve çılgınlıklarıyla, bütün teorisyenleri, militanları, kurbanları ve cellatlarıyla; olanca erdemi, yüceliği ve sefaletiyle insanlık tarihindeki müstesna yerini almıştır.
Bu dünyada daha nice devrimler olacak, ama hiçbiri diğerine benzemeyecektir. Ekim Devrimi’nin tarihsel önemi, bir sınıf olarak burjuvazinin zor yoluyla tasfiye edilebileceğini, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin kaldırılabileceğini ve üretim ilişkilerinin dönüştürülebileceğini, insanlığın kapitalizme mahkûm ve mecbur olmadığını, ilk kez kanıtlamış olmasında yatar. Bir şeyi daha kanıtlar: sosyalizmin tek ülkede nihai zaferinin asla mümkün olmadığını. Ekim devrimi, her ne surette gerçekleşirse gerçekleşsin, ulusal arenada başlayan bir sosyalist devrimin, ancak uluslararası alanda gelişebileceğini ve dünya arenasında tamamlanabileceğini; tek bir ülkenin sınırları içinde kalması halinde, vahşi bir diktatörlüğe dönüşeceğini ve er ya da geç çökerek kapitalizmin istilasına uğrayacağını da kanıtlamıştır. 90. Yıldönümü’nde, ayırım yapmaksızın bütün Ekim devrimcilerini saygıyla anıyoruz. 19 Ekim 2007. RED, 17. 10. 2007