Yavuz Alogan
Yirmi altıncı genel kurmay başkanı tutuklanarak çıktığı mahkemede terör örgütü kurmak ve yönetmekle suçlanmasının “traji-komik” olduğunu söyledi. Yedi yüz bin kişilik bir ordunun komutanı, nasıl olurmuş da elindeki gücü kullanacak yerde, terör örgütü kurarmış!
General, bu sözlerle tarihe not düştü, olayın vahametini halkına arz etti. Acaba kendisinin ve yüz otuz yedi generalin başına geleni gerçekten anlamıyor mu, yoksa anlamazlıktan mı geliyor?
Göreve başladığı sırada Harp Akademileri’nde yaptığı ilk konuşmada bir “önyargı” tanımı yapmıştı: “Önyargı, bazı şeyleri bilmemek değil, kendi kendini bilmemektir.” Aynı konuşmasında kendi Kürt açılımını da sunmuş (“Terörist de neticede bir insandır”), Samuel Huntington’dan bahsetmiş ve Max Weber’den alıntılarla, dinin “sosyolojik bir olgu” olduğunu göstermişti.
Fakat, hakkını teslim edelim, iki kritik soru sorarak hem derin AKP’yi, hem de Hocaefendi Cemaati’ni karşısına almaktan çekinmemişti. Birincisinde, “laiklik” sözcüğünü kullanmadan, “Dinin sosyal, ekonomik ve siyasi düzeni kısmen de olsa şekillendirmesi kabul edilebilir mi?” diye sormuş; ikincisinde ise, doğrudan Cemaat’i hedef almıştı: “Din eksenli bazı cemaatleri, Anayasa’nın 24’üncü maddesine göre nereye koyacağız?”
Yirmi beşinci komutan 27 Nisan muhtırasına rağmen Dolmabahçe’de Başbakan’la “mezara kadar” açıklanmayacak bir tehdit-şantaj-uzlaşma anlaşması yapmış ve zırhlı makam aracına binerek olay yerinden uzaklaşmış, belki de iktidara bütün bu tutuklamaların kapısını açan bir veri tabanı bırakmıştı.
Entelektüel görünmeye çalışan, dünyayı Brüksel’deki NATO Karargâhı’ndan bakarak (belki biraz da Huntington okuyarak!) anlayan ve esas olarak bir askeri bürokrat olarak yetişen yirmi altıncısı, genel kurmay başkanı olduğu sırada TSK’nın statüsünü korumaya, sırtını ABD’ye dayayan rövanşist iktidarla bir denge durumu oluşturmaya niyetli gibi görünüyordu. Sanki AKP’ye şöyle diyordu: “Size ya da dine karşı değiliz, ancak şu Fethullah Cemaati’ni paçamızdan çekin!” Fakat bir önceki komutanın açtığı kapı hükümetin cesaretini artırmıştı; kapıdan içeri, ıslak imzalar, balyozlar, cami bombalamalar, lav silahları, “kâğıt parçaları” girmeye başladı.
Strateji belliydi: ABD, TSK’yı ideolojiden arındırarak Black Water şirketi gibi küresel bir vurucu güç halinde yeniden örgütlemek istiyor ve bu amaçla “operasyon” yapıyordu. “TSK’ya karşı sistematik ve asimetrik bir psikolojik savaş yürütülmektedir,” diyebildiğine göre, General de bu stratejiyi anlamış olmalıydı. Bir karşı-stratejiyle tepki gösterebilirdi elbette. Fakat bunun için gerekli olan “yüksek entelektüel kapasite”den, tarihsel derinlikten, dirayet ve cesaretten yoksundu. Fakat o noktada TSK’nın statüsünü koruyamayacağını, bir denge durumu da yaratamayacağını muhtemelen anlamıştı. Taktik düzeyde yapabileceği üç şey vardı: istifa etmek, yirmi beşinci gibi pazarlık yaparak kendisini kurtarmak ya da Hilmi Özkök gibi davranarak silah arkadaşlarını f-tipi yargının önüne atmak.
Bunların hiçbirini yapmadı. Kendisine ait “önyargı” tanımındaki gibi, bazı şeyleri ve bu arada kendini de bilmediğini ortaya koyarak, blöf yapmayı, “korkunç subay”ı oynamayı tercih etti. Bursa’dan tehditler savurdu, “kışlık dahili” üniformasını giyerek çıktığı Oruç Reis Fırkateyni’nden kükredi ve nihayet “borudur, kağıt parçasıdır,” dediği o talihsiz toplantıyı yaptı. Bütün bu gösterilerde arkasına üniformalı şahsiyetleri alarak, yurttaşlara 12 Eylül darbesini hatırlatan bir toplu görüntü vermeyi de ihmal etmedi. Bizce en büyük hatası buydu.
Yavaş yavaş sinirleri de bozuldu: tiz bir sesle, “insafsızlıktır, alçaklıktır!” diye bağırmaya başladı. Bu arada generaller ve kuvvet komutanları f-tipi savcıların önünden geçirilerek Silivri ve Metris istikametine sevk ediliyorlardı. Onun yerinde Napoleon Bonaparte olsaydı mesela, kılıcını çekip “Topçular, silah başına!” diye haykırır ve Direktuvar yönetimini devirerek imparatorluğunu ilân ederdi. Fakat bizimkilerden böylesine frapan bir tavır beklemek yersiz olur. Zira kendileri, Brüksel’deki NATO karargâhında yetişmemişlerse kuvvet komutanı olamamakta, sırma püsküllü oyuncak kılıçlarını bayramdan bayrama takmaktadırlar. Onlar bürokrat NATO askerleridir. Ancak aşırı derecede “subjektif” biri, onlara “Atatürk gibi olacaksınız!” diye haykırabilir. Fenerbahçe ordu evinde havalı havalı dolaşmak varken, niye Atatürk gibi olsunlar?
Şaka bir yana, bu olayın öğrettiği bazı gerçekleri dikkatle değerlendirmemiz gerekir:
Öncelikle, ABD-AKP marifetiyle Birinci Cumhuriyet’in kurucu felsefesiyle birlikte ortadan kaldırıldığını, fakat henüz yerine yeni bir şey konulmadığı için bir türbülansa ve geçiş dönemine girildiğini söyleyebiliriz. Belirsizliğe rağmen, geri dönüş (1930’lara, 1960’lara, hatta 1990’lara) imkânsızdır. Fakat sadece bir Anayasa’yla yeni bir cumhuriyet kurmak da mümkün değildir. Yeni cumhuriyetler hep büyük mücadelelerle, kanlı iç savaşlarla kurulmuştur.
İkincisi, “milli ordu direnir” sloganının sadece bir temenni olduğu anlaşılmıştır. Ordu “milli” değildir; içindeki münferit unsurlara rağmen bir bütün olarak bakıldığında Kemalist bile değildir. Ordu, bütün askeri darbelerin döne döne kanıtladığı gibi, bir NATO ordusudur. Sahra talimatlarından teçhizatına ve teknolojisine, hatta üniformasına kadar, bütün imkân ve kabiliyetleriyle NATO’ya bağlıdır. Bu katı çizgiye ters düşen bütün subaylar 1960’da, 1971’de ve 1980’de tasfiye edilmiştir. Şimdilerde de “Avrasya” konseptine eğilim gösterdiğinden kuşkulanılan bütün üniformalılar, rütbelerine bakılmaksızın ve uydurma davalarla birbirine bağlanarak tasfiye edilmektedir.
Bu iki maddeden, sosyalistlerin asker düşmanı oldukları ve kategorik olarak bütün üniformalıları dışlamaları gerektiği sonucu çıkarılamaz. Askerler de sosyalist ve devrimci olabilirler, en azından yaşadıklarından bazı sonuçlar çıkararak dönüşebilirler. Şans vermek gerekir. Kiangsi Sovyetleri’nin askeri komutanı ve Mao Zedung’un savaş komiseri Çu-teh; Ekim Devrimi’nde Petrograd’ın ele geçirilmesini sağlayan Topçu Albay Valden; Rusya’da İç savaş sırasında Batı Ordusu Komutanı General Tuhaçevskiy; 1974’te Karanfil Devrimi’ni gerçekleştirenler, Büyükanıt ve Başbuğ gibi olmasalar da, hep profesyonel askerlerdi. Venezuela’da Devrimci Bolivar Hareketi’ni kuranlar da askerdi. Yeter ki, mücadele eden, dikkate alınan, kitle tabanıyla bir güç olarak varlığını ortaya koyan devrimci bir sosyalist hareket olsun.
Generaller tutuklanıyor, demokrasi geliyor diye zil takıp oynamak bize düşmez. Askere yakın olmak imama yakın olmaktan iyidir. Hatta cehenneme direk olmak bile Tanrı’ya yakın olmaktan iyidir.
Netice olarak, Başbuğ’un siyaseten tevkif edilmesi elbette tarihsel önemi olan bir olaydır. Fakat kendisinin dediği gibi, traji-komik değildir. Hilmi Özkök’ten, hatta İ. H. Karadayı’dan itibaren göreve gelen ve bazılarının yakın gelecekte hapsi boylayacağı anlaşılan genel kurmay başkanlarının, bütün iddia ve çalımlarına rağmen, Amerikan emperyalizmi ve onun yerli işbirlikçilerinin elinde düştükleri hale bakıldığında ortaya sadece komik bir manzara çıkmaktadır. Çaresizlik içinde çırpınma ve beceriksizlik, komedi türünün önemli unsurlarından biridir. Trajedi daha ağır oynanır. RED, 08.01.2012