Yavuz Alogan
Matruşka bebekler ilk kez 1800’lerin sonunda Moskova yakınlarında bir çocuk eğitim atölyesinde üretildi. En dıştaki bebek şefkatli bir ana figürüdür; onu kaldırdığınızda altından en büyük çocuk, onu kaldırdığınızda ortanca çocuk çıkar ve bu böylece devam edip gider. Zamanla matruşka bebekler de evrim geçirmiş, başlangıç kavramından ayrılarak çeşitli sürprizlere açık hale gelmiştir. Mesela, şefkatli anayı kaldırırsınız, altından korkunç bir cadı çıkar. İpeksi kanatlarıyla uçmaya hazırlanan melek, aslında çatal mızraklı, hain bakışlı şeytanın örtüsünden ibarettir. Sevimli tavşan zehirli akrebi, mağrur ve yakışıklı ayı iğrenç bir timsahı gizlemektedir.
Matruşka bin parça
Bütün devletler az çok matruşka bebeklere benzer. Bu benzerlik iktidarın dayanaklarını oluşturan güç odaklarının kıt kaynakları irrasyonel biçimde paylaşmaya çalıştıkları yerlerde iyice belirginleşir. Her iki vatandaştan birinin oyunu alarak iktidara gelen partinin lider-egemen parlamentoyu bir kurucu meclis gibi tasavvur ederek, mutabakat yoluyla “demokratik” anayasa yapma girişiminin oymalı cilalı yüzünü kaldırırsanız, altında iktidar nimetlerini paylaşma hırsıyla yanıp tutuşan açgözlü tarikatları, onların eteğine yapışmış devlet memurlarını görürsünüz.
Neredeyse dört senedir pek çok kişi AKP matruşkasının altında ne olduğunu göstermeye çalıştı. Hatta Ankara’nın göbeğinde bir sahte delil üretim atölyesinin Ergenekon davalarını desteklemek için yirmi dört saat faaliyet halinde olduğu söylendi; “TBMM’ne yürüyüş mesafesinde” denilerek neredeyse adres verilecekti… AKP’nin rejimi değiştirmeyi amaçladığı; ABD’nin “ılımlı İslam” siyasetinden yararlanarak kendi gizli stratejisini uygulamakta olduğu; Necip Fazıl’ın “gençliğe hitabesi”ndeki gibi “kindar ve dindar” bir nesil yetiştirmek için eğitim sistemini alttan alta oyduğu; TSK’yı Black Water şirketine dönüştürmeye çalıştığı söylendi. Fakat her türlü liberal, hatta iyi niyetli solcular ve kendisine gösterilenle yetinen yurttaşlar matruşkanın en üst katmanına takılı kalmışlardı. Orada, halkın oyuyla iktidara gelmiş, “AB perspektifi”ni kaybetmeden askeri vesayete son vermek için mücadele eden, ekonomide sürekli büyüme sağlayan, darbe anayasasının yerine demokratik bir anayasa hazırlamaya çalışan muhafazakâr/reformcu bir iktidar görüyorlardı.
MİT skandalıyla birlikte matruşka, iktidar partisinin elinden düşüp bin parçaya ayrıldı. Hükümet telaşla parçaları süpürmeye, 700 polisin yerini değiştirmeye, MİTçileri sorgulamaya kalkışan savcıya el çektirmeye, alelacele yasa çıkararak Hakan Fidan’ı Başbakan’ın özel çete reisi haline getirmeye çalıştı. Şeriatçı kesimin hem iktidar hem de cemaat (veya “hizmet grubu” veya “sivil toplum” veya “hizmet cemiyeti”) kanadında, durumu izah etme ve ilişkilerin mükemmel olduğunu gösterme çabaları, giderek komik bir muamma halini almaya başladı. Hükümete yakın bir yazar, “İcap ederse Özel Mahkemeler’i tek maddelik bir yasayla kaldırırız,” dedi. Cemiyet ya da o “şey”den yana olan bir başka şeriatçı yazar, “Dert etmeyin fazla, külfeti beraber omuzladınız, nimeti de adaletle paylaşınız” gibi keramet dolu bir cümle yazdı. Cemaat’in ya da her neyse o “şey”in mümtaz şahsiyetleri tv. ekranlarında belirerek kırk bin anlama gelecek ince kelâm ile kendi konumlarını savunmaya, üstü kapalı eleştiri ve tehditlerde bulunmaya başladılar.
Paranoid bir tepki
Bendeniz, ilk anda, “Bu bir Mossad operasyonudur,” diye düşünmekten kendimi alamadım. Paranoid bir tepkiydi bu, kabul ediyorum. Fakat Hocaefendi hazretlerinin, Marmara gemisi hadisesinden itibaren, yani İsrail ile Türkiye’nin arasına kan girdiğinden beri hükümetle arasını sürekli açması; hatta kendine ait tv. ekranında bizzat asabiyet sergileyerek hükümeti “muhalefete yer bırakmayan bir alan hâkimiyeti kurmak”la suçlaması dikkate alındığında, paranoyanın takip edilmediğimiz anlamına gelmediği açıktı.
Başka belirtiler de vardı. Mesela Başbakan, gittikçe keskinleşen bir tutumla Milli Görüşçü laflar ediyor, dış basının en ünlü yayın organlarında hakkında beyan edilen kuşkulara aldırmıyor ve Suriye işini alenen ağırdan alıyordu. NATO Genel Sekreteri Türkiye’yi ani ziyaretinde Suriye’ye doğrudan müdahale planlamadıklarını, sorunun Ortadoğu bazında çözülmesi gerektiğini söylemişti. Bu bazda, yani temelde, Türkiye’ye büyük görev düştüğü açıktı. Tampon bölgeler kurulacak, muhalifler için yardım koridoru açılacak, uçuş yasağı getirilecekti. Fakat sevimli Dışişleri Bakanı, ansızın, “denizden bir koridor açsak ne lazım gelir?” gibi tuhaf sözler sarfetmeye başladı. Kara sınırı 822 km. uzanıp giderken Rus gemilerine ikinci kez Akdeniz’e açılan İran savaş gemilerinin eklendiği deniz yolundan Suriye’ye koridor açmayı düşünmek işi yokuşa sürmekten başka anlam taşımıyordu. Bu arada Panetta, İsrail’in Haziran ayında İran’ı vurabileceğini ima ediyor, Ruslar Ermenistan’daki askeri üslerini harekete geçirerek Türkiye’nin yanı başındaki Gümrü bölgesine asker sevk ediyorlardı. Ayrıca Suriye’yle çatışmak, önceki genel kurmay başkanı terör örgütü kurmaktan tutuklu TSK’ya ileriki aşamalarda sorun teşkil edecek ölçüde inisiyatif kazandırmayacak mıydı? Bölgedeki askeri hareketlilik, Rusya ve İran’ın eşzamanlı olarak diş göstermesi, Kürecik’teki radarın gerçek görevinin deşifre olması karşısında hükümet, Suriye işinden yan çizmenin yollarını aramaya başladı.
Yumağın en hassas ipliği
MİT skandalı işte tam bu noktada patlak verdi. Devlet aygıtlarını elinde tutan taraf hemen gücünü gösterdi. Cemaat ya da “hizmet grubu” ya da STK olan öteki “şey” ise hemen geri adım atıp şefkatli ve hayırsever/yumuşak imajını uzlaşıcı bir tutumla, ama güçlü olduğunu da hissettirerek sürdürmeye çalıştı. Bu işe en çok liberaller şaşırdı. Taraf gazetesinin demokrat yazarları bile, o “şey”in artık kendisini tarif etmesi ve bir biçim kazanması gerektiğine dair yazılar döşendiler. O “şey” başı sonu, yöneticileri ve kadroları belli olan bir biçim edinmeli; artık dernek mi olacak, parti mi kuracak, her ne yapacak idiyse bir an önce yapmalı ve “şeffaf” olmalıydı. Karşı kampın, yani “statükocular”ın, hatta Ergenekoncular’ın tezleri ansızın doğrulanmış gibi oldu: yargıyı ve polis teşkilatını denetleyen F-tipi bir merkez vardı! İnsanın söylemeye dili varmıyor ama, küresel ve ulusal hareket tarzına bakıldığında bu “şey” bir “hizmet grubu”ndan çok, CIA’nın İslam aleminin içine yerleştirdiği bir “operasyonel ajan” gibi duruyor.
Şimdilik hükümet bir-sıfır galip görünüyor. Taraflar sütre gerisinde sahayı tarassuta çekildiler; türlü gösteri ve tatbikatla dikkatleri dağıtmaya çalışıyorlar. Matruşka paramparça oldu, parçaları süpürüldü, ortalık temizlendi. Fakat bu işlerde herkesin gözü önünde sıkılan ilk kurşun çok önemlidir. Hükümette temsilcisi olan ve “nimeti paylaşan” cemaatler ile Başbakan bir anda kendilerini tehdit altında hissettiler. Savcılar en hassas yumağın en hassas ipliğini çekivermişlerdi. Hükümet ipliği kesti. Bundan sonra yeni hamleler olacak, tarafların gücü ve kuyruklarının nereye bağlı olduğu daha açık görünecektir. Her şey olabilir… Hatta Hrant Dink cinayeti bile çözülebilir. Haksız yere tutuklanan pek çok kişi serbest bırakılabilir. Raflara özenle yerleştirilmiş dosyalar yerinden uğrayabilir; yabancı ülke bankalarındaki hesaplar, yolsuzluklar bir bir ortaya dökülebilir; memleketin savcıları ve hâkimleri iki ayrı kamp halinde çevrelerindeki polis aygıtlarının desteğiyle birbirine girebilir.
Bunlar elbette çok esrarengiz olaylar, bizim kapasitemizi aşıyor. Aslına bakılırsa bu memlekette son elli yıldır yaşanıp da esrarengiz olmayan pek az olay var. Bu yüzden, siyasi-analitik olmaktan ziyade, polisiye ya da komplo senaryosu yazarı gibi düşünmek gerekir. Burada önemli olan doğru soruyu sormaktır. Soru şudur: hükümetle kim uğraşıyor? Esrarengiz astsubay Hakan Fidan MİT’in başına atandığında İsrail Türkiye’yle istihbarat paylaşımına son verdiğini açıkladı. Batı basını bunu sansasyonel bir haber olarak verdi. Yeni müsteşarın İsrail’in gizli sırlarını İran’a aşikâr etmesinden korkuluyordu. Roboski katliamının bir ABD-İsrail tuzağı olduğunu herkes anladı. Ama bunu, ne BDP, ne AKP ne de askerler telaffuz edebilir. Bunu telaffuz eden, kendi siyasi koordinatlarının dışına çıkmış olur. KCK’nın içinde kaç tane MİT elemanı olduğunu (bazı gazeteler sayının 1000 olduğu yazdı) ve bunların orada ne yaptıklarını da bilemeyeceğiz.
Tuhaf Düşünceler
İnsanın aklına tuhaf düşünceler geliyor. Acaba esrarengiz bir güç, Kürt meselesinde ve Ortadoğu’nun yeniden biçimlendirilme sürecinde hükümetin PKK’yı devre dışı bırakarak doğrudan Barzani’yi muhatap almasını kolaylaştırmak için KCK’yı MİT müsteşarlığına mı bağladı? Bilemeyiz.
Yoksa cemaat ya da cemiyet ya da “sivil toplum ve hizmet örgütü” olan o “şey” ABD-İsrail’in Devlet dediğimiz örgütün sinir noktalarına yerleştirerek hükümeti denetlemek ve icabında hizaya getirmek için kullandığı bir şey mi? ABD’nin daima aynı anda iki ata oynadığını biliyoruz. Biri tökezlerse öbürünü kamçılıyor. Bugünün küresel ve ezici emperyalist dünyasında sert Kemalizm’e ve Hasan Mutlucan türkülerine yer olmadığı için TSK atını öldürdüğüne göre, onun yerine geçirdiği yarı-adli, yarı-polisiye, dindar ve kindar bir islamcı teşkilat-ı mahsusa’yı, Milli Görüşçü havalara bürünen Başbakan Erdoğan’ın paçalarına sardırmış olabilir. Oysa Başbakan, Zaman gazetesinin kuruluş yıldönümü töreninde yaptığı konuşmada, “selam olsun!” diyerek Atlantik ötesindeki Hocaefendi’ye ve onun çilekeş müritlerine sempati mesajları göndermişti. Demek ki inanmadılar!
Ülkemizde devrimin subjektif şartları henüz olgunlaşmamış olsa da objektif şartları mevcuttur. (Emin olun, bu cümleyi dalga geçmek için yazmadım!) Muhtemel devrimin tabandan gelen İslami bir devrim olmaması için sosyalistlerin büyük bir çaba göstermeleri gerekiyor. Bu çabanın ilk adımı bütün sosyalistlerin AKP’ye karşı olan bütün halk kesimlerini örgütlemeye çalışmaları ve her yerde birer Kültür Devrimcisi gibi faaliyet göstermeleridir. Sadece eğitim sisteminde yapılmak istenen değişiklikleri (4×3) hedef alan, parasız eğitim talep eden, siyasi İslamcılığın kadrolaşmasını hedef alan bir Kültür Devrimi kampanyası bile, birleşik bir cephe halinde topluca yürütüldüğü taktirde, şu ortaçağ iktidarının temellerini sarsabilir. RED, 21.02.2012