Yavuz Alogan
Hegemonya gayet netameli bir konudur. Çeşitleri vardır: ideolojik hegemonya, siyasi hegemonya, askeri hegemonya, kültürel hegemonya diye uzar gider. Bu hegemonyaların hepsini aynı anda gerçekleştirecek derecede hegemon bir şahsiyete dünya tarihinde pek rastlanmamıştır. Gramsci, bu hegemonya işiyle çok uğraşmıştır. Hegemonyanın kurulması için, önce belirli bir sınıfın ya da ideolojik zümrenin temsilciliğine soyunan bir hegemon ortaya çıkar. Sonra bu hegemona, diğer sınıfların ve toplumsal katmanların iktisadi ve ideolojik nedenlerden ötürü boyun eğmesi gerekir. Bu da yetmez, hegemonun bu boyun eğme halinden yararlanarak gücüne güç katması, kendi çevresinden başlayarak bütün bir yönetici tabakayı ve hâkim sınıf unsurlarını yukarıdan aşağıya doğru bir piramit gibi örgütleyerek devletin ve toplumun yapısını değiştirmesi, piramidin sivri ucuna da bizzat oturması şart olur.
İşin netameli yanı da bu noktada ortaya çıkar. Düşünün, gayet sivri ve her yönde kayıp düşebileceğiniz bir yerde oturuyorsunuz. Ne yaparsınız? Silahlanırsınız. Ordunuz size yeterince itaat etmiyorsa, onu dağıtır, yerine ağır silahlarla donatılmış polis güçlerini koyarsınız. Dış destek ararsınız. İsviçre bankalarında sekiz ayrı hesap açtırırsınız. Görsel ve yazılı basını satın alırsınız. Zira silah, para ve propaganda olmadan hegemonyayı sürdürmek imkânsızdır.
Fakat hegemonun akıllı olması da şarttır. Her şeyden önce gücünün ne kadar olduğunu, neye yetebileceğini bilecek. Gaza gelmeyecek. Jül Sezar çok akıllıydı mesela. Tek hatası, devleti aşırı biçimde merkezileştirerek bütün yetkileri elinde toplama işini fazla abartmasıydı. Bu abartma yüzünden, “harmanisini başına çekerek kendisini insafsız hasımlarının öldürücü hançer darbelerine teslim etti.” Aslında Hitler de fena değildi. Başta Warlimont olmak üzere generallerinin iki cephede savaşın imkânsız olduğu uyarılarını dikkate alsaydı, Avrupa Birliği 1940’larda pekâla kurulabilirdi. Bir Roma-Cermen İmparatorluğu kurma hırsları yüzünden muzaffer Sovyet topçusunun dövdüğü sığınağında intihar etmek zorunda kaldı.
Taşeron Eşbaşkan
Hegemonyaların en netamelisi dış destekle kurulan iç hegemonyadır. Burada hegemonun haddini hududunu bilmesi, hegemonyasını borçlu olduğu güçleri tereddüde düşürecek tuhaf hareketlerle aşırı vaatlerde bulunmaması, emperyalistlerin vaatlerine kanmaması, kendi emperyal hayallerine de fazla kapılmaması, hatta fazla konuşmaması gerekir. Cengiz Çandar’ın gâvurca ifadesiyle “sub-contractor” (taşeron) mertebesindeki bir hegemon, eşbaşkanlık sözleşmesinin sınırlarını fazla aşmamak, üstesinden gelemeyeceği işlere kalkışmamak, hegemonyasını ülke içinde çatlatacak ölçüde harici güçlerin gazına gelmemek durumundadır.
Daha açık konuşalım: eğer hegemon kapalı kapılar ardında, Suriye’deki Selefileri örgütleyip Nusayrileri devirebileceğini; bütün Ortadoğu bölgesinde Sünnileri Şiiilerden, Kürtleri Araplardan koruyacağını, ikincisini federatif olarak kendine bağlayabileceğini ilân ediyorsa; emperyalistlerin “Hadi o zaman” dedikleri noktada durup şartların olgunlaşmasını bekleyemez; her türlü provokasyona açık bir ortamda Suriye’yle çatışmak, İsrail uçakları İran’a saldırdığında iki cephede birden emperyalist çıkarlar uğruna kendi evlatlarının kanını dökmek, Rusya ve Çin’i karşısına almak zorunda kalabilir. Üstelik ülkenin Genel Kurmay Başkanı, Suriye’deki olaylar bu ülkenin iç işleri kapsamındadır, umarız düzelir, mealinde sözler sarf ediyorsa, hegemonun işi hiç kolay değildir. Sonu gelmez kanlı çatışmaların eşiğinde durmakta, arkadan itilmekte, çeşitli şantajlara maruz kalmakta ve ne yapacağını bilememektedir. Davudi sesi ve imâmî tonlamasıyla, her fırsatta aşırı uzun konuşması, hatta validesinin mevlid-i şerifi münasebetiyle al-i imran suresini bizzat okuyup cami hoparlörlerinden dışarıdaki haziruna dinletmesi da belki bundandır.
Kötülüğün Zaferi
Time dergisine kapak olmuş. Time deyip geçmemek gerekir. Dünya çapında 25 milyon kişinin okuduğu; Ortadoğu, Afrika ve Latin Amerika’dan Asya’ya kadar yayılan önemli bir haftalık dergidir. Kapağında bir dudağı yerde bir dudağı gökte bir Othello görüyoruz. Şekspir’in, Arabın İntikamı adıyla Türkçeye tercüme edilen ünlü Othello oyununun tanıtım afişi sanki. Resmin bir yanında, “Türkiye’nin İslamî lideri ülkesini bir güç merkezine (laik, demokratik, batı dostu) dönüştürdü”; öteki yanında ise “…fakat bu örnek Arap baharını kurtarabilir mi?” diye yazmışlar. Ben olsam “Arabın İntikamı” diye yazardım. Zira büyük bir trajedi, beş perdelik gerçek bir facia-yı aşk söz konusu. İago’nun (yani ABD) komplosuyla kışkırtılan Arap (yani Othello) karısı Desdamona’yı ihanetle suçlar ve öldürür. Başka deyişle, emperyalistlerin kışkırttığı hegemon, en yakın komşusunu (Desdamona) öldürmek için ordular ve tampon bölgeler kurmaktadır. Bir piyes olarak Othello aslında kötülüğün zaferini anlatır. Arap, fazla hırslı olmakla birlikte biraz saftır ve kötülük esas olarak Iago’nun hazırladığı sinsi tuzaktan kaynaklanır.
İnkârı mümkün olmayan bir belagat ve karizmaya sahip olan başbakanımızın daha ecnebi ve zarif, “batı yanlısı” gibi görünen pek çok fotoğrafı varken, Time’ın kapağında bu korkunç görünümüne yer verilmesi, ince bir oryantalist bakışı açığa vurmanın yanı sıra siyaseten de gayet anlamlıdır. Onu resimde abus ve çatık çehreli, kollarını göğsünde kavuşturmuş vaziyette, biraz buruşuk bir takım elbise içinde görüyoruz. Emperyalizmin çıkarları uğruna savaşmaya hazır bir gladyatör, Batı’nın Asya’ya açılan kapısını tutmuş bir kapıcılar kethüdası… Fakat öte yandan bakıldığında, belki de Sünni alemini arkasına alıp İsrail’e ve Batı’ya meydan okumaya hazırlanan bir mücahit gibi de yorumlanabilir. Nitekim resmin ortasında “Erdoğan’ın Yolu” yazısı var. Ne tarafa gideceği belli değil. Arabın intikamı ülke içinde Kemalizm’i hedef aldığı kadar, onun temsil ettiği batılı değerleri de hedef alıyor olabilir. Erdoğan, batılının kafasında gayet dolambaçlı bir yol izliyor.
Yazının içeriği gayet basit. Erdoğan’ın İslam dünyasına bir model ve batıyla bir köprü oluşturduğu, fakat bu yolda biraz fazla ileri gittiği, “ABD’nin moderatörlüğü”nden zaman zaman ayrılarak İsrail’le çatıştığı, fakat Malatya’ya radar sisteminin kurulmasına karşı çıkmayarak ve Libya konusunda ağız değiştirerek NATO’ya olan sadakatini gösterdiği; Yeni Osmanlı emperyal eğilimleri taşıdığı; Türkiye’yi yeni bir İran’a dönüştürmesinden çok, yeni anayasayla kendisini bir Putin-Medevedev konumuna getirmesinden korkulması gerektiği söyleniyor ve başbakanın şu ünlü sözüne yer veriliyor: “Demokrasi istediğiniz durakta inebileceğiniz bir tramvaydır.” Hem alkışlıyorlar hem de kaygı duyuyorlar. Ne tarafa yöneleceği, hangi durakta inip ne yapacağı belli değil.
Abese varan diplomasi dili
ABD’nin bu yıl sonunda Irak’tan askerlerini çekmesi bölgedeki güçler dengesini değiştirecek ve Hürmüz Boğazı’ndan Irak’ın Türkiye sınırına kadar çok geniş bir alanda askeri bir boşluk oluşacak. Bu durum nükleer silah edinmek üzere ve daha şimdiden Irak’ın içlerine doğru 20 km.lik bir alanı kontrol eden İran’ı marjinal olmaktan çıkararak potansiyel bir hâkim güç konumuna getirecek. Düvel-i muazzamanın Suriye’deki rejimi bir an önce devirmek için gösterdiği aşırı telaşın, Lübnan ve Türkiye sınırlarından Suriye muhalefetini örgütleme, silahlandırma ve askeri isyana eşgüdüm sağlama çabalarının sebebi bu olsa gerek.
Hillary Clinton ve Alain Juppe’nin son sıralarda biraz şaşkın gibi görünen dışişleri bakanımızı sürekli sıkıştırması, Başbakan’ın Dolmabahçe Sarayı’nda Diyanet İşleri Başkanlığı’nın düzenlediği Afrika kıtası Müslüman ülke ve toplulukları dini liderler zirvesinde (dış temasa bakınız: dini liderler zirvesi!) Suriye’ye adeta savaş ilan etmesi, fakat bu arada Cumhurbaşkanı Gül’ün II. Elizabeth’in davetine icabet etmeye ve Kraliçe’nin locasından klasik müzik konseri dinlemeye giderken, Suriye’ye doğrudan müdahale etmeyeceklerini, ama kayıtsız da kalamayacaklarını, fakat sorunu Suriye halkının halledeceğini, ama bir iç savaş çıkmasını da istemediklerini söyleyerek ve böylece diplomasi dilini abese vardırarak tuhaf bir kafa karışıklığı sergilemesi, bölgedeki büyük siyasi ve askeri belirsizliği yansıtmanın yanı sıra, AKP kurmayının herhangi bir stratejiden yoksun olduğunu, rüzgâra göre yelken açtığını gösteriyor. Bugünün dünyasında algı düzeyi bu kadar zayıf, hırsları imkânlarını bu derece aşmış bir siyasi partinin iktidarda kalması ya da tek parça halinde iktidardan inebilmesi, ancak Tanrı’nın bir mucizesiyle mümkün olabilir.
Aslında kimse ne yapacağını bilemiyor gibi. Karşılıklı hamleler bekleniyor. Fakat AKP’nin esas olarak üç cephede, Suriye-İran-PKK’yla çatışma zorunluluğundan korktuğu ve öncelikle üçüncü gücü (PKK-KCK) bir an önce tasfiye etmeye çalıştığı anlaşılıyor. ABD’nin, İran, Suriye ve Lübnan Hizbullahı’ndan oluşan çemberi Suriye’deki iktidarı devirerek kırmayı amaçladığı, bunun için Türkiye’yi cepheye sürmeye, AKP’nin de buna direnmeye çalıştığı, çok uluslu bir müdahalede öncü rolü oynamayı kabul ettiği, fakat tek başına Suriye’ye saldırmayı reddettiği görülüyor. İtişme devam ederken, İsrail’in iki konu üzerinde odaklandığı anlaşılıyor: Mısır’da ve Suriye’de İslamcı iktidarların kurulma ihtimali ve İran’ın ilk nükleer füze denemesini yapacağı an. Bu arada Rus savaş gemileri “koruma” görevi yapmak üzere Suriye’nin Tartus limanına demirliyor ve Kuznetsov uçak gemisi Cebelitarık’tan doğu Akdeniz’e doğru yol alıyor.
Elbette bütün bunlar, aralarında Türk şirketlerinin de bulunduğu uluslararası petrol kuruluşlarının Irak’ın kuzeyinde ve güneyinde yeni anlaşmalar yapmalarını, kapasite artırmalarını ve yeni nakliye güzergâhları belirlemelerini engellemiyor. Batılı efendilerin diledikleri her şeyi tüketebilmeleri, tuvalete bile süslü arabalarıyla gidebilmeleri için petrole ihtiyaç var. Ortadoğu petrolünü millileştirecek Baasçılar da yok artık.
Kapitalizm büyük iktisadi buhranlardan savaşla çıkar. Emperyalizmin yağma savaşları düelloya değil, daha çok mahalle kavgasına benzer. Törensel değildir; kuralları masa başında belirlenmez. Birisi çıkıp mahallenin en güzel kızını kapmaya çalışır, diğeri ona bir kafa atar ve çarşı karışır. RED, 23.11.2011