ŞİLİ’DE İSYAN, BOLİVYA’DA DARBE

Yavuz Alogan

Bazı politik ve askerî stratejiler asla değişmez, sadece kılık değiştirir.  Tarihsel süreç uzun bir tur attıktan sonra zamanın devrimcilerinin önüne tozlu raflarda kaybolduğu sanılan aynı çözümleri getirip koyar.

On beşinci yüzyılda coğrafî keşifler Latin Amerika kıtasının kapılarını açtı. Hernan Cortez Meksika’yı (1521),  Francisco Pizzaro Peru’yu (1533) fethetti. Latin Amerika halkları klasik sömürgecilikten kurtulmak için dört yüz yıl savaştılar.

Simon Bolivar (Libertador/Kurtarıcı) İspanyol sömürgecilere karşı savaşarak Kolombiya, Venezuela, Panama, Peru ve Ekvador’u  birleştirdi (1821); “Kıtasal Devrim” düşüncesinin temellerini attı. Ardından yeni sömürgecilik dönemi geldi.

Küba Devrimi’nin başlamasından Peru’daki Sandino Luminoso hareketinin 1992’de tasfiyesine kadar Latin Amerikalı devrimciler akla gelebilecek bütün mücadele yöntemleriyle kentlerde ve kırlarda emperyalizme karşı savaştılar. Che Guevara’nın stratejisi, Bolivya-Arjantin-Paraguay üçgeninde kır gerillasını yerleştirmek, ulusal kurtuluş hareketlerini birleştirerek Küba devrimini bütün kıtaya yaymaktı.

Buna karşı ABD , CIA  marifetiyle  kıtadaki etnik ve dini grupları kullanarak bir “pasifikasyon” (yatıştırma) stratejisi geliştirdi. Kontrgerilla birlikleri örgütleyerek devrimci gerilla hareketlerini halktan tecrit etti; kırsal kesimde onları kuşatma altında tutarken, kendisine bağlı işbirlikçi hükümetleri “demokratik” tavizler vermeye zorladı.   El Salvador’daki  Farabundo Marti Ulusal Kurtuluş Cephesi (FMLN) gerillaları ile hükümet güçleri arasındaki savaşta kazananın olmadığı bir denge durumunu anlatan “Salvadorlaştırma” taktiği böylece etkili oldu.

“Demokrasi” geldiği için silahlı mücadeleye artık gerek kalmadığı düşüncesini ABD büyük bir başarıyla yaygınlaştırdı. Gerillalar üniformalarını çıkarıp takım elbiselerini giyerek politikacı olmaya, legal partiler kurup siyaset yapmaya başladılar.  Bu arada çokuluslu şirketler   kıtanın doğal kaynaklarını yağmalamaya, ucuz işgücünü sömürmeye devam ettiler. Seçimleri manipüle ediyor, istemedikleri liderleri yıpratıp “demokratik” yollardan tasfiye ediyor, uyuşturucu baronlarıyla iş tutarak toplumları zehirliyorlardı.

Devrimciliğin Soytarılık Olarak İfadesi

Zamanında ya da belirli bir süre içinde netice alamayan her hareket gücünü kaybeder ve giderek yozlaşır.  Kıtasal gerilla hareketinin de başına aynı şey geldi.   Bazıları ırkçılığa savruldu (Sandino Luminoso), bazıları etnik azınlık ayaklanmalarıyla yıpratıldı (Nikaragua’da Miskitolar), direnenler geniş bir abluka altında tutuldu (Venezuela).  Latin Amerika gerillasının son perdesi -bence- Meksika’da maskeli “Subkomandante Marcos”un postmodern (!) Zapatista (EZLN) tiyatrosuyla kapandı.

Che Guevara’yı bir maskota, bir markaya, romantik şarkılara indirgeyen sistem, “Subkomandante” denilen maskeli pipolu soytarıyla  devrim mücadelesini  iyice sulandırdı. Meksikalı devrimci Emiliano Zapata ile Che Guevara’yı bünyesinde birleştirdiğini iddia eden, “biz iktidarı değil, dans edebileceğimiz sokakları istiyoruz”  gibi sözler söyleyen bu postmodern soytarı, sonunda görevini (!) bıraktığını ilan etti ve ortadan kayboldu.  Bizim sosyalist gibi duran liberal solcularımız bu oyuncağı çok sevmişler, onun özlü ve devrimci sözlerinde derin  bir mana bulmuşlardı. Emperyalizmde oyun çok olur!

Özetle, Küba devrimi kıtaya yayılamadı. Kıta çapında askerî mücadeleyle Yankee emperyalizmini kovmayı ve birleşik sosyalist  Latinoamericana’yı kurmayı başaramadılar. Che Guevara’nın Bolivya’da CIA tarafından öldürülmesi (1967) aslında bir kırılma noktasıdır.  

Amerikan Tarzı “Demokrasi”nin Sonu

Günümüzde Venezuela’nın durumu, Şili’de halk ayaklanması ve Bolivya’daki darbe, kıtada Amerikan tarzı “demokrasi” döneminin de sona ermek üzere olduğu gösteriyor. Başka deyişle,  dünyanın her yerinde bizzat çıkardığı krizlerle uğraşan ABD’nin, arka bahçesi Latin Amerika’da “demokrasi” aygıtını artık kullanışlı bulmadığı anlaşılıyor.

Bolivya’da ve halkçı devrimcilerin “demokratik” yollardan iktidara geldiği bütün kıta ülkelerinde sorun, özünde, devlet iktidarını kullanmanın sınırlarıyla ilgilidir.

Devrimci sol bir parti kuruyorsunuz, halk size oy veriyor, iktidara geliyorsunuz. Ekonomi yılda ortalama  % 5 büyüyor, doğal kaynakları kamulaştırıyorsunuz, 1,8 milyon insanı yoksulluktan kurtarıyorsunuz, cehaleti yok ediyorsunuz, 6,8 milyon insana temel sağlık hizmeti veriyorsunuz. Fakat ülkede lityum yatırımları olan TESLA ve Panasonic gibi çokuluslu şirketlerin hisseleri yükselsin, işbirlikçi Bolivya burjuvazisi halkın iliğini kemiğini sömürsün diye CIA, babasının fabrikasını kamulaştırdığınız Hıristiyan  faşist Fernando Camacho’ya “Santa Cruz Sivil Komitesi” kurdurup (bayrağın üzerindeki İncil’e el basıp yemin etmeler falan…), bu aşağılık örgütün milis güçlerini halkın üzerine salarak darbe yapıyor, ülkenizin asker ve polisi de darbeyi destekliyor. Öylece, bakıyorsunuz…

Kritik anda, hakikat anı geldiğinde, halkı silahlandırıp darbeye karşı koyamıyorsanız, işbirlikçi sınıfları tasfiye edip ülkenin bütün silahlı güçlerini yeniden örgütlemeyi becerememişseniz, seçimle iktidara gelmenizin ne anlamı var? Amerikancı silahlı darbeye silahla karşı koymak için örgütlenecek yerde, başınızda aynalı şapka, üzerinizde Kızılderili kıyafetiyle sempati toplamakla yetinirseniz, halkınızı çakallara karşı savunmasız bırakmış olursunuz; yaptığınız bütün güzel işler de boşa gider. “Ama o zaman iç savaş çıkar, aman insanlar ölmesin, çocuklar şeker de yiyebilsinler” diyorsanız, emperyalizme karşı mücadelenin sınıfsal dinamikleri hakkında hiçbir şey bilmiyorsunuz, hatta emperyalizmin ne olduğunu bile anlamamışsınız demektir. 

Kitle Hareketlerinin Dinamiği

Demek ki Latin Amerikalı devrimciler dönüp dolaşıp aynı yere geldiler. Tarihsel süreç dönüp dolaşıp aynı çözümleri ortaya koydu. Bu seferki ara-model Şili’deki halk ayaklanmasıdır.  Bu ayaklanmanın sembolik değeri çok büyüktür. 1973’ten sonra Milton Friedman’ın Chicago Üniversite’sinden doktoralı, “Chicago Boys” diye anılan parlak çocukları, Şili halkını yıllarca neoliberal iktisat teorilerinin  laboratuvar deneği olarak kullanmışlar, askerî diktatör Pinochet’nin zulmü altında  ülkeyi  felaketli teorilerinin  deney çiftliğine dönüştürmüşlerdi. Şimdi Şili halkı bu vahşetin intikamını alıyor ve mücadelesiyle bütün Latin Amerika kıtasına yol gösteriyor.   Emperyalizmin “demokrasi” oyunu maddi koşulların ve küresel krizin zorlamasıyla işlevini kaybederken, halk isyanlarının bütün kıtaya yayılmasını bekliyoruz.

Kitleler gezinmek için sokağa çıkmazlar, ne dediklerine ne istediklerine kulak vermek gerekir. Başındaki hükümetten, işbirlikçi sendikalardan, düzenin parayı bastırıp yutuverdiği sivil toplum örgütlerinden umudu kesen, toplumsal kalkınma ve refah devleti idealini kaybeden insanların vahşi tepkisini anlamayan adamdan devrimci olmaz.

Kitle hareketleri kendiliğinden başlar, hiçbir güç maddi sebepleri ve sahici talepleri olmayan bir kitle hareketini durduk yerde başlatamaz ve istediği yerde durduramaz.   Elbette kendiliğinden başlayıp gelişen her hareket manipüle edilebilir, turuncu devrim imkânları yaratabilir, emperyalizmin ve hâkim sınıfların işine yarayacak şekilde yönlendirilebilir, farklı bayraklar açabilir. Karl Marx, bir yerde, “Her devrim hareketine o hareketin gerçek âmilleri dışında farklı unsurlar karışır” demiştir.  Burada önderlik sorunu ortaya çıkar. Günümüzde bütün kitle hareketlerinin bütün sorunları ve yaşadıkları her türlü kriz, önderlik sorununa indirgenmiştir.   

Kitle hareketlerini kuşkuyla karşılayanlar, onun taleplerine burun kıvıranlar; o hareketlerin karmaşık yapısını, taleplerinin niteliğini ve yönlerini anlama çabası göstermeyenler; sadece kendi sloganlarını söyletebildikleri saf, arıtılmış, imbikten geçirilmiş kendi küçük ve steril kitlesiyle avunanlar, sahte devrimcilerdir. Onlar kitlelerin ansızın yükselen taleplerini kendi tekkelerinin söylemiyle tevhit edemedikleri, birleştiremedikleri vakit, o hareketleri bastırmakla görevli güçlerin yanında boy göstereceklerdir.

Her kitle hareketi bir önceki hareketten izler taşır, 1789’dan, 1848’den bu yana yaşanmış bütün devrimci akımların güncel ifadelerini yansıtır. Her dönem bir öncekinin devamıdır.  Eskiden “devrimci tavır” diye bir şeyden söz edilirdi. İşte bu tavrın da hareketlerin sürekliliğinde çok büyük bir işlevi vardır.  Allende başında miğferi ve elinde küçük tabancasıyla, arada bir gözlüklerini düzelterek kısa ve telaşlı adımlarla Yankee emperyalizmine karşı savaşmaya giderken görüntü verecek yerde, “Bir gün mutlaka döneceğim,” diyerek elinde cep telefonuyla Meksika’ya iltica etmiş olsaydı, iki kuşak sonra Şili halkı 1973’ün devrimci marşlarını hatırlayarak Santiago meydanlarında toplanmazdı. Bu işler böyledir. Veryansıntv, 15. 11. 2019