Yavuz Alogan
İzmir’den İstanbul’a gitmek üzere otobüse binerken, bir büfeden üç gazete satın aldım: Radikal, Cumhuriyet ve Taraf. Büfeci, 20’li yaşlarında uyanık bir gençti. Kafasını büfenin penceresinden uzatarak, şöyle dedi: “Çok acayip bir üçleme oldu be ağbi!”
İnsanları satın aldıkları gazetelere göre sınıflandıran büfeci, memlekette yaşanan kapışmanın farkındaydı. Benim nasıl bir siyasi yaratık olduğumu anlayamamış ve durumu “acayip” bulmuştu. Vakit olsaydı, büfedeki tabureye çöküp, memleketin siyasi vaziyeti hakkında ne düşündüğünü anlamaya çalışırdım. Kendi saplantılarıyla körleşmemiş bir büfecinin, sosyalistlerin görmedikleri ya da görmek istemedikleri şiddetli kapışmanın niteliği hakkında anlatacağı çok şey olabilir.
Memleketin siyasi havasında bir acayiplik olduğu kesin. En soldan en sağa doğru sıralanan evrensel siyasi yelpaze içinde bu üç gazetenin konumunu açıklamak, ancak tekil insanların birbirinden çok farklı algılama biçimlerine göre mümkün olabiliyor. Ortak bir kanaat oluşturmak neredeyse imkânsız. Bazıları her üç gazeteyi yelpazenin soluna, bazıları ise sağına koyabilir. Gene bazıları, Taraf’ı en sola, Cumhuriyet’i en sağa, Radikal’i ortaya koyabilir. Bazıları da Cumhuriyet’e solu, Taraf’a en sağı, Radikal’e ise ona yakın bir yeri münasip görebilir. Üstelik bu konumlanmaların her birinin doğruluğunu gene tekil bireylerin bakış açısından savunmak da mümkün. Bir sürü şey söylenebilir: birine Ergenekoncu, ötekine militan demokrat, diğerine liberal/entelektüel demek; ya da birincisinin milli demokratik devrimci, ikincisinin emperyalist ve Fetullahçı, ötekinin saf anlamda kapitalist olduğunu söylemek, şaşırtıcı olmaz. Bundan 30 sene önce, kimse Cumhuriyet’in ve Yeni Ortam’ın solcu, Tercüman’ın ve Ortadoğu’nun sağcı olduğunu tartışmazdı mesela. Sağcı sağcılığının, solcu solculuğunun bilincindeydi. Gene de bu gazeteleri topluca alan birine, o zamanın bir büfecisi, “çok acayip bir üçleme oldu,” diyebilirdi pekâlâ. Demek ki, çelişkiler o zamanki kadar keskin algılanıyor, fakat olayın sağı ve solu karışmış; kutuplaşma evrensel siyasal yelpazede belirli bir yere oturmuyor. Peki ne oluyor?
Mao Zedung, Kültür Devrimi’nin başlangıcında, “Gök kubbenin altında büyük bir karışıklık hüküm sürüyor, fakat durum mükemmeldir,” demişti (bu da şimdi nereden aklıma geldiyse?). Benzer bir karışıklık, günümüzde siyasetle ilgilenen, düzenli gazete okuyan ve haber izleyen bütün insanlar için geçerli. Şu farkla ki, durum, mükemmel olmaktan çok uzak.
Kafalar Karışık
Durum mükemmel olmaktan çok uzak, çünkü bilinçli olarak yaratılmış bir karışıklık söz konusu. Sağ, sol, devrimcilik, reformculuk, yukarısı/aşağısı, sivil toplum/resmi toplum, emperyalizm, sosyalizm, din/devlet hepsi birbirine karışmış.
Burada kilit sözcük, “demokratikleşme.” Tarihsel olarak komünistler, “demokratikleşme” denilen şeyin, mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesiyle, yani üretim ilişkilerinin dönüştürülmesiyle, “kulübelere barış, saraylara savaş” sloganıyla geleceğine inanırlar. Yani, sınıfsal olmayan bir “demokratikleşme”ye inanmazlar; aslında buna, “demokratikleşme/demokrasi” falan da demezler. Yukarıdan demokrasinin konjonktüre bağlı değişkenliği (kolayca feda edilebilirliği) ve “burjuva demokrasisi” denilen şeyin ikiyüzlülüğü üzerine pek çok şey yazılmıştır. Lakin, televizyon ve internet bu yazılanları elimize almamıza, hatta okuduklarımızı hatırlamamıza bile engel olmaktadır. Başka deyişle, kafamıza akıtılan bilgilerin vanası başkalarının denetimindedir.
İslami Faşizm
Türkiye’de potansiyel solun önemli bir bölümünü de peşinden sürükleyen liberalleşmiş kesim, AKP’nin Avrupa Birliği’nin normlarını ve yasalarını uygulayarak memlekete demokrasi getirmekte olduğuna inanıyor ve sürekli bir darbe paranoyası yaratarak dinci akımların saflarını sıklaştırmalarını sağlıyor. AB’nin Türkiye’nin tamamını değil de bir kısmını ve şartlı olarak istemesi, ve bu “demokratikleşme” muhabbetini bir kaldıraç olarak, çok başarılı ve dengeli biçimde kullanan AKP ve Fetullah hareketinin mevcut derin devletin yapısını sökerek kendi derin devletini kurmakta olması (“polis rejimin bekçisidir”), giderek totaliter ve hegemonik (yani toplumun bütün gözeneklerine nüfuz ederek, Cumhuriyet tarihinin hiçbir döneminde görülmemiş ölçüde yekpare bir ideolojik yapı oluşturmaya çalışması, ki biz buna “İslami faşizm” diyoruz) bu liberal muhabbet tellallarının umurunda bile olmayabiliyor.
ÖSS’de 30 bin öğrenci “sıfır” çekti. Özel liseler ve Vakıf Üniversiteleri beyin göçünün ara istasyonları olarak faaliyet gösteriyorlar. Diplomasını alan yurt dışına tüymenin yollarını arıyor. İktisadi kriz orta sınıfları hızla çözüyor. Toplumun genelinde bir dincileşme ve ırkçılaşma görülüyor; ülkemiz, mevcut bütün sınıfları kapsayacak şekilde en koyu cehaletin, hödüklüğün, vulgar bir nihilizmin karanlığına gömülmüş. Ve liberal baylar ve bayanlar, AKP ile Fetullah’ın AB yasalarıyla memlekete demokrasi getirmekte olduğuna inanıyorlar ve sadece askeri bir darbeden korkuyorlar. Böyle bir malzemenin, yoksulluğun, cehaletin, yozlaşmanın ve en yırtıcı cinsinden var olma boğuşmasının üzerine “demokrasi” gelse ne olacak? Üstlerine gelen yedi başlı Ergenekon canavarına karşı o nasıl bir mücadele azmi, o nasıl bir mazlum demokrat pozları, ey göklerdeki babamız! Hakiki dinci basın bile neredeyse topladığı nallarla peşlerinden koşuyor.
Hoş Şeyler
Diyelim ki, potansiyel solun ve eski solcuların önemli bir bölümü bilinçli bir tercihte bulundu: sınıflar üstü evrensel değerler, sınıflar üstü demokrasi, sivilleşme, özgürlük, dayanışma falan. Hoş şeyler bunlar. Tezgâh çok, ama çok büyük olduğu için, iktidar ufak tefek şeylerle uğraşmıyor. Yukarıda Allah var, adamlar büyük şehirlerde gayet “demokratik” davranıyorlar. Sendikalar denetim altında tutulduğu, hatta işçiler alttan alta Hak-İş gibi sendikalara doğru sevk edildiği; işten atılanlar, aç kalanlar, kitlesel olarak sokaklara dökülmediği; sınıfın emekten gelen gücü ve mücadele azmi, inceden bir dinci kuşatma içinde kırılmalara uğratıldığı sürece mesele yok. Sokaklarda özgürlük diye bağırmak, çeşitli hakları savunmak, meydanları rengarenk doldurmak, İstiklal Caddesi’nde “Başbuğ çeneni kapat!” diye bağırarak bir karnaval alayı halinde yürümek serbest. İnsanın çevrede olanları fark etmeyerek kendi ortamında kendisini özgür sanması şeklinde tecelli eden o muhteşem budalalığı kolektif olarak yaşamak gayet mümkün. Dedik ya, hoş şeyler bunlar. Kendi fikriyle kafayı bulup, dar alanda tatmin olma şeklindeki tarihsel eğilimimizi de bu hoş şeylere eklememiz gerekir.
Bütün bu hoş şeylerin AKP ve Fetullah hegemonyasına yaradığı tartışma götürmez. Bu aymazlık, 1933’e doğru Hitler’i iktidara taşıyan olaylar karşısında kayıtsız kalan, hatta gizliden gizliye Führer’de bir “kurtarıcı” gören tahsilli Alman orta sınıflarının aymazlığına denk düşüyor.
Ne halt edeceksen …
Peki, bütün bu olup bitenlere kayıtsız kalan gerçek solculara ne buyrulur? Yaşamakta olduğumuz vahim operasyonun başlangıcında bazı sol yayın organları, “Yiyin birbirinizi,” tavrı içindeydiler. Mantık hem çok basit hem de çok ilkeldi. Galiba şöyle düşünüyorlardı: İster askerler, ister dinciler hâkim olsun, devlet yine devlet. Eğitim sistemi çökmüş; imam hatip okulları ve kuran kursları harıl harıl İslamcı yetiştiriyor; cami üniversiteye, RTÜK’e, emniyet teşkilatına vb. hâkim olmuş, kışlanın kapılarını zorluyor, ne gam! Devletin sınıf karakteri yine olduğu yerde duruyor: yukarıda burjuvazi, aşağıda proletarya.
İster Pierre Cardin’den giyinsin, ister kafasına sarık sarsın, ister Reina’da eğlensin, ister tekkede “hû” çeksin, burjuvazi yine burjuvazi. İşçi kadın, ister 1970’lerdeki Belgin Doruk gibi görünsün, ister başını örtsün ya da çarşafa, hatta çador’a bürünsün, yine proleter. Biz de zamanla, Laz Marx gibi, İslamcı Marx falan diyerek, besmeleyle fabrikalara gideriz. (İnsanları, sınıflara göre değil etnisiteye ve dine göre bölme uygulaması gerçekten çok başarılı; Marx bile ufaktan etnik ve dinsel bir parçalanmaya uğrayabilir). Kapitalizmin sınıf karakteri İslamcı olmakla değişmiyor ki… Marx dememiş mi ki, sınıf mücadelesi bazen açıktan bazen örtük, her daim devam eder. Devlet’in sınıfsal karakteri, AKP ve Fetullah hegemonyasıyla değişmeyeceğine, sınıf mücadelesi devam edeceğine, üstelik bu kapışma hafiften bir demokratikleşmeye sebebiyet vereceğine (ve vermekte olduğuna) göre, kendi değerli fikirlerimizi sakız gibi çiğnemeye devam etmemizde ne gibi bir sakınca olabilir? Aynen böyle düşünenler var.
Marx, pek çok şey söylemiş, fakat “Hic Rhodus, hic salta!” da demiş. “Ne halt edeceksen, hemen et!” ya da “İşte hendek, işte deve,” anlamında. Bu kadar büyük bir siyasi ve ideolojik altüst oluş, haydi daha açık konuşalım, böylesine büyük bir emperyalist operasyon sırasında, militan bir tepki göstermeyen, kafasını toplayıp olanları çözümleyemeyen, bir iki hamle sonrasında olacakları hesaplayamayan, “aman bana Ergenekoncu derler, ulusalcı falan olurum, aptestim bozulur,” diyen ve sesini çıkarmayan bir sol namevcut demektir.
Kaf Dağı’nın ardından
Meçhul bir yerde bir proletaryanın var olduğunu ve dışarıdan kendisine bilinç taşımamızı beklediğini düşünmek ve o proletarya için programatik metinler yazıp, mısra düşen bir şair inceliğiyle onun adına talepler formüllendirmek, elbette mümkün. Bunu bir meslek haline getirmiş olan kardeşlerimiz var. Aslında, siyaseten tamamen bakir bir proletarya düşüncesinin, romantik/ütopik sol çocukluk hastalığı döneminde kalmış olması gerekirdi. Fakat ne yazık ki, uzun yıllar boyunca sahici ve kıran kırana bir sınıf mücadelesi, hatta hiçbir mücadele ortamı yaşamadığımız için, bu türden hastalıklar çok yaygın.
Toplumda ne kadar fikir, siyaset ve ideoloji varsa, ezilen sınıflarda da o kadarı var. Ayrıca sınıfın siyasi yapısı sürekli biçimde sola doğru evrilmez. Siz ortada yoksanız, kriz nedeniyle işini kaybeden adam hükümetten yüz çevirip, daha ihtilalci/dinci bir çizgiye de kayabilir. İran Devrimi’nin ikinci aşamasında, işçi sınıfının önderliği Ayetullahlara geçmişti mesela. Komünistler televizyonlarda özeleştiriye zorlanıp idama götürülürken, yıllarca bilinçlendirdikleri kitlelerden fazla ses çıkmadı. Üstelik onlar, bizim şimdiki halimizle kıyas kabul etmeyecek kadar güçlü ve örgütlüydüler.
Bu dergide defalarca, maddi bir siyasi kuvvete dönüşmeyen bir fikriyatın, ne kadar engin ve zengin olursa olsun, zerre kadar etkin olamayacağını, zamanla paslanıp küfleneceğini yazdım. Sokakları demokrasi budalası liberaller ile Alperenlere terk etmiş, insanlara bugün için, hemen şimdi söyleyecek sözü olmayan bir solun, yakın ya da uzak gelecekte kendini var etme şansı yoktur. Çok büyük ideallere sahip olabilir, devrim yapmak isteyebiliriz. Fakat insan bazen büyük hedeflere ulaşmak için çok küçük görünen engelleri aşmak zorunda kalabilir. Büyük laflar bir yana, sokakta sevgilisiyle ele ele yürüyebilmek, sahilde bir şişe şarap açıp şarkı söyleyebilmek için; kadınların saçlarına özgürlük için, çocukların hurafelere boğulmaması için de devrimci mücadele vermek gerekebilir. Devrimci marksizmi ve solculuğu, Kaf Dağı’nın ardından, teorik spekülasyonlar aleminden çekip sokağa indirmek gerekir. RED, 23.07. 2009