KRALLAR VE SARAYLAR

Yavuz Alogan

Saray halkın nabzını nasıl tutar? 

Tebaanın tansiyonunu ölçen bir aleti, öfkenin ne kadar yükseldiğini ya da alçaldığını gösteren barometre gibi bir şeysinin olması lazım ki hükümdar doğru zamanda doğru karar verebilsin. Ne zaman ne kadar ulufe dağıtacak, ulufe kaynağı kesildiği zaman kimlerin kellesini alacak, hassa ordusunun sürekli sadakatini nasıl temin edecek, işler sarpa sardığında hangi tünelden nereye kaçacak?  Kulların Saray hakkında ne düşündüklerini öğrenmesi, anlaması ve ona göre hareket etmesi gerekir. 

         Bu açıdan bakıldığında, bugünün ve geçmişin sarayları arasında büyük bir fark görülür.

         II. Abdülhamit’in mükemmel bir hafiye teşkilatı, gayet iyi işleyen bir jurnal sistemi vardı. Hünkâr özel marangozhanesinde tahta yontarken halkın ne düşündüğünü ne hissettiğini anında öğrenir, memlekette yaprak kımıldasa haber alırdı. Üstelik sürgüne gönderdiği ihtilalcilere maaş bağlayacak kadar kurnazdı. 

Müthiş İvan muhaliflerini baskı altında tutmak için devleti tebaasıyla birlikte ikiye böldü; normal devleti sadakat zemininde “zemşçina”da toplarken, “opriçnina” adında ayrı bir istihbarat devleti kurdu; kendisine karşı bir hareket gördüğü anda “Cehennem Karanlığı” denilen atlı polis teşkilatı gidip olay yerinde muhaliflerin kellesini alıveriyordu.

Ve nihayet benim şahsen en sevdiğim hükümdar, “Devlet Benim” sözüyle tarihe geçen, “Güneş Kral” lakaplı XIV. Louis… Yazının manşetinde onun resmini görüyorsunuz. Kendisi her sabah   yakın aile fertlerinin huzurunda yatağından kalkıp özel hekimi tarafından muayene edildikten sonra, som altından yapılmış lazımlığına oturarak uzun uzun def-i hacet ederken, yani doğal ihtiyacını giderirken, özel hafiyelerinden ülkede olanları ve bütün saray dedikodularını öğrenir, sorunların çözümü için gerekli talimatları verirdi.

Elbette bütün bunları mümkün kılan, dönemin üretim ilişkileri ile üretim araçları arasındaki ilişkinin ve çelişkinin düzeyi, toplumsal sınıflar arasındaki örtülü ya da açık mutabakatın niteliğidir. Demek ki Saray olabilmek için, saltanata uygun bir sistemin var olması gerekir. Sistemin yapısı saltanata uygun değilse, Saray istediği sistemi eldeki malzemeyle kuramaz. Anakronizm olur, yani yaptığınız iş yaşadığınız zamanın maddi ve manevi koşullarına ters düşer

Bu sadece insanlar için değil hayvanlar için de geçerlidir. Atları ele alalım mesela… Osmanlı, kimi savaş ya da binek atı, kimi araba ya da çeki atı olan milyonlarca hayvanı her gün besliyor, tımar ediyordu. Sistem buna uygundu. Çocukluğumda sürücünün kamçısından sakınarak arka dingiline oturup seyahat ettiğim faytonları çeken, nalları kaldırım taşlarında kıvılcım çıkaran heybetli beygirleri hatırlıyorum. Onları ayakta tutan bir sistem vardı.  Günümüzde birkaç yüz atı hayatta tutamadık, hayvanları nereye koyacağımızı bilemedik. Bir kısmı sucuk pastırma oldu, kesik başları dere kıyılarında bulundu, kimisi görev başında açlıktan ayakta öldü. Tam bir facia!…

Demek ki sistem önemli.

Günümüzde, özellikle fikren ve iktisaden az gelişmiş ülkelerde Saray’ı ayakta tutacak; tebaa şöyle dursun, muhafız kuvvetinin bile sadakatini temin edecek bir sistem yok. Hele ki seçimle iktidara gelen bir Saray’ın hiç şansı yok.

Ferdinand Marcos’un Filipinler’deki Sarayını ele alalım mesela. Muhalefet liderini öldürdüğü, seçimlere hile karıştırmaya kalktığı anda Saray’ı adamın başına geçirdiler. 1986 yılının Şubat ayında varoş çocukları Saray’ın içine girip diktatörün karısı İmelda Marcos’un Hermes çanta ve lüks ayakkabı koleksiyonuyla hatıra fotoğrafı çektirdi.

Bir diğer Saray sakini olan Saddam’dan bahsetmeye gerek yok. ABD ile İsrail’in Saray’ın ve silahlı kuvvetlerin içine soktuğu Kesnizani Tarikatı’nın neler yapabileceğini anlayamadı.  Savaşın son aşamasında sadakatinden asla şüphe edilmeyen Muhafız Ordusu’nun generalleri Amerikan Conisi tarafından telsiz konuşmalarıyla teslim alındı. İki şey vaat etmişlerdi: Amerikan pasaportu ve Florida’da ikamet izni. Bu işler böyledir… 

Mustafa Kemal iç ve dış çatışmaların en yoğun olduğu dönemde boşuna milletin iradesini kongrelerle örgütleyip bir Kurucu Meclis’in içinde toplamadı.

Mustafa Kemal demişken, şunu da belirtmek gerekir ki Cumhuriyet ideolojisi Saray yönetimi ve kültürüyle bağdaşmaz. Bizde köşk geleneği vardır (bakın, derebeyliğini çağrıştıran “konak” bile değil, köşk!).  Cumhurbaşkanını bizde daima yasama meclisi seçmiş ve millet egemenliğinin en yüksek temsilcisi olarak törenle Çankaya köşküne yerleştirmiştir. Gerçi Mustafa Kemal, Dolmabahçe Sarayı’nı protokol işlerinde kullanmıştır fakat onun İstanbul’daki şahsi ikametgâhı daima Florya Köşkü olmuştur. Ona herkes yaklaşabilir, uzanıp sigarasını bile yakabilirdi. Reis Sarayı’nın önünden bisikletle geçmek bile mümkün değil. Hemen durdurup ayaküstü GBT sorgulaması yapıyorlar. 

Neyse, konuyu dağıtmayalım…

Yazının başında da belirttiğim gibi, Saray söz konusu olduğunda halkın hissiyatını kavramak çok önemlidir. Elbette seçim anketleriyle, İletişim Başkanlığı’nın verileriyle partinizin nasıl oy kaybettiğini öğrenebilir, seçim yasalarıyla oynayarak, illeri birleştirip ayırarak, şiddetle esip gürleyerek ya da icat çıkararak durumu lehinize çevirmeye çalışabilirsiniz. Fakat halkın hissiyatını ölçemezsiniz.

Mesela 23 Nisan günü Anıtkabir’de olmanız gerekirken Çamlıca Camii’nde Cuma’yı müteakip 111 metre yüksekliğinde bayrak direğine 1000 metrekarelik bayrak çekebilirsiniz fakat o sırada  Mustafa Kemal özlemiyle yanıp tutuşan, Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nı evlerinin balkonuna bayrak ve Atatürk resimleri asarak kutlayan korona mahkûmu insanların duygularını, neler hissettiklerini bilemezsiniz. Size bunu söyleyecek anket, kamuoyu yoklaması yoktur.

Siyasî partinizin bütün diğer partilerden üstün ve ayrıcalıklı olduğunu, şahsınızın ülkenin gerçek efendisi olarak hükmettiğini halkın gözünün içine sokarak yaptığınız lebalep kongrelerle  virüsü ülke sathına yaydıktan, cemaat liderlerinin tıklım tıkış cenaze törenlerinde boy gösterdikten sonra, koronadan kaybettikleri analarını babalarını kardeşlerini eşlerini ve çocuklarını ailenin birkaç mahzun ferdiyle toprağa veren, sokağa çıktığı için ceza kesilen,  üstelik sorumsuzlukla suçlanıp azarlanan, üstüne üstlük giderek açlık çeken, kendisinin ve ailesinin geleceğini karanlık gören, hiçbir şeyi öngöremeyen insanların nasıl yıkıcı bir öfkeye kapıldığını bilemez, öfkenin şiddet derecesini ölçemezsiniz.

“Reis’in sözleri ve davranışları sizi ne kadar öfkelendiriyor: (a) çok fazla; (b) orta derecede; (c) yok denecek kadar az” diye anket sorusu olur mu? Cevap vermezler zaten. Belli mi olur?  

Osmanlı zamanında kamuoyu ölçme ve değerlendirme yöntemleri yok tabiî. Fakat sistem buna da bir çare bulmuş. Padişah tebdil-i kıyafet ederek (kılık değiştirerek), bazen bir kayıkçı, bazen Cenevizli bir tüccar suretinde halkın arasına karışırmış. Esnafa sorarmış mesela: “İdareden memnun musunuz?”  “İdarenin ceddini, eşiktekini beşiktekini…” diye başlayınca esnaf, palasına davranan Bostancıbaşı’nı bir işaretle durduran padişah sessizce kalabalığın içinde gözden kaybolurmuş. Maksat böylece hâsıl olurmuş. Bundan daha güçlü bir kamuoyu yoklaması olabilir mi?  Günümüzde kıyafet çeşitliliğinin azlığı buna imkân vermiyor.

Toparlamak gerekirse; Saray köşkten, Saray Rejimi ise Cumhuriyet Yönetimi’nden farklıdır. Saray’ın esas sorunu, kudretli iktidarının aynasında kendi endamını görerek boyunun ölçüsünü alamamasıdır. Gelmiş geçmiş her hükümdarın yaşadığı bu ölçme ve değerlendirme sorunu halkın Saray’a yabancılaşmasına, yabancılaşmanın önü alınamadığı taktirde intikamcı bir öfke fırtınasına yol açar. İşte bu yüzden, merhum Süleyman Demirel’in de dediği gibi, genel seçimler marifetiyle iktidarın “kavgasız, kansız, hilesiz, entrikasız” el değiştirmesi çok önemlidir ve Saray’ın külliyesiyle birlikte Atatürk Kültür Merkezi olarak düzenlenmesi gerekir.

         Korona hapsiyle geçen bu güzel bahar gününde herkese akıl fikir, Cumhuriyet vakarı, metanet ve cesaret diliyorum.  Veryansın, 25. 04. 2021

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *