ŞAHANE HAYAT YANILSAMASI

Yavuz Alogan

         Medya ve reklâmcılık sektörünü kullanarak orta sınıf yurttaşları söğüşlemek serbest piyasa kapitalizminin en büyük numaralarından biridir. Bunu insanlarda bir tür “şahane hayat yanılsaması” yaratarak yapar. En yoksul insanı, sıradan bir işçiyi bile etkileyen bu yanılsama, kriz dönemlerinin çiğ ışığında gerçekliğin trajik biçimde ortaya çıkmasını önlemez.     

         Kapitalizm ilk doğduğunda yoksulları ayrı mahallelerde toplar, onların kent merkezlerine girmelerine izin vermezdi. İşçiler  büyük fabrikaların çevresindeki barakalarda yaşarlardı. Sanayi işçisinin, zenginlerin kendileri şöyle dursun, tükettikleri malları bile görmeleri mümkün olmazdı. Onların dünyası farklıydı.  Burjuvaziyle ancak sınıflar arasında   bir kavga olduğu zaman,  fabrika civarında grev kırıcıları ya da  barikatlarda devletin polisi, hatta kılıç çekmiş süvariler aracılığıyla  temas kurarlardı.  Neredeyse yirminci yüzyılın ortalarına kadar hiç kimse işçiye, üretimde verimliliği artırması gerektiğini, bu konuda patronla aynı çıkarlara sahip olduğunu, verimlilik artışına katkıda bulundukça kendi refah seviyesinin de yükseleceğini anlatamazdı mesela.  Bunu, yemezlerdi! İşçinin kendi sendikası, partisi, gazetesi, kendi organik aydını vardı.

1900’lerin başında, Petersburg’daki Putilov   fabrikasını düşünün. Orası kalabalık nüfusuyla muazzam bir  proletarya karargâhı gibiydi. Devrimci bir ajitatör, Iskra’nın  yeni sayısını getirdiğinde  okuma yazma bilmeyen işçiler bile Avrupa’daki, Asya’daki sınıf mücadelesinden haberdar olurlardı. Burjuvazinin tüketim nesneleri, söylemleri ve beğenileri, magazin aleminin yıldızları falan onlardan çok uzaktaydı. Bu uzaklığı yakınlaştıran aletler, televizyon reklâmları, dizi filmler, alışveriş merkezleri falan daha bir yüzyıl ötedeydi.

         Ayrıca burjuvazi şatafatlı hayatını gözlerden gizlemeye çalışır;  kapitalist, zararsız bir insan gibi görünmek için, Kilise’nin ya da çeşitli hayır kurumlarının arkasına saklanırdı.

Seyredilen ve Seyreden

           Günümüzde kitle iletişim araçları sayesinde bu durum tamamen ortadan kalktı. Burjuva’nın adı “başarılı işadamı” ya da bilmem ne şirketinin “başarılı CEO”su oldu. Ana akım medyasının gazetelerine (Milliyet, Radikal vb.) bakınız mesela. Bu gazetelerin orta sayfaları iş âleminin başarılarına, yeniliklerine, iş dünyasının parlayan yıldızlarına ayrılmıştır. Sanki bütün işleri bizzat kendileri yapıyorlar. Bu haberlerde işçilerden sadece  “istihdam” bağlamında, “personel”, “çalışan sayısı” vb. olarak söz edilir. Onların gittikleri “mekânlar”dan, giysilerinden, ilişki ve çelişkilerinden söz eden olmaz. Onlar sadece cinnet, cinayet, iş kazasıyla ölüm gibi durumlarda anılırlar. Bir de dönüp    gazetelerin magazin eklerinde  ve tv. magazininde burjuvazinin  hayat tarzının nasıl  anlatıldığına bakınız. Bir sınıf yaşamakta, öteki sınıf da onu seyretmektedir.  

         Dar gelirli ya da düpedüz yoksul insanlar üzerinde, aynı hayatın içindeymiş gibi bir izlenim, bir tür “şahane hayat”a ortak olma ya da bu  hayatın içinde var olma yanılsaması yaratmadan, burjuvazinin kendi hayatını ve varoluş biçimini böylesine  “spektaküler” (seyirlik) bir pervasızlıkla sergilemesi mümkün olabilir miydi?  Olamazdı? Korkarlardı en azından.

         Ama korkmuyorlar. Çünkü  hayatları vatandaşın oturma odasına girmiş.  Dizi ve magazin manyağına çevrilmiş orta ve alt sınıflardan halkımız, kentin üzerine akşam çökünce sokakları başıboş köpeklere bırakıp ışıklı cama yapışıp kalıyor.  Dizilere, renkli maceralara, feodal aşk hikâyelerine, futbol maçlarına, burjuva hayatının sorunlarına, her biri  hâkim ideolojinin incelikleriyle bezenmiş, anlatım gücü yüksek, rengârenk akıp giden resimlere kapılıyor.  Tek yanlı, simülatif bir etkileşme söz konusu.

Ekrandaki kahramanlarla özdeşleniyorlar. Kimisi Polat Alemdar’la birlikte hasmının “kafasına kafasına sıkıyor”; kimisi benim gibi Elveda Rumeli dizisinde kullanılan şivede anneannesini buluyor; kimisi Desperate Housewife’ın kadınlarıyla  mastürbatif düşlerine doyum sağlıyor, kimisi magazin programlarına takılarak “dikizcilik” yönsemelerini tatmin ediyor, Hülya’nın sorunuyla dertlenip, Mülya’nın mutluluğuyla mest oluyor. Toplumsal kültür böylece oluşuyor. Sıradanı yücelten, olağanı abartan, yazılı olmayan, tamamen görsel bir kültür insanların kafasını boşaltmaya yarıyor.

Herkes her şeyi biliyor;  görsel âlem gerçek dünyanın afyonu olmakla kalmıyor, onunla karışıyor, bütünleşiyor; ekrandaki hayali kişiler gerçek hayatı, gerçek hayattaki kişiler ekrandaki sanal hayatı taklit ediyor. Bu curcunanın içinde hangisinin gerçek olduğunu kim bilebilir? Artık medya neyi gösterirse gerçek odur.

Görgüsüzlük

Zaman zaman şüpheye düşüyorum; sıradan vatandaşın kafası çalışıyor mu, belleği var mı? Aklına mukayyet mi? Bize ne yaptılar? Şu lanet kapitalizm, kredi kartları, ihtiyaç/tüketim vb. kredileri, taksitli satışlar, promosyonlar ve tv. reklâmları sayesinde  neredeyse herkese bir cep telefonu ve araba sattı. Yabancı otomotiv ve tekno firmalarına, çok daha yararlı işlerlerde kullanılabilecek milyarlarca dolar para akıtılıyor.

Ama bu yetmedi. Şimdi de insanları mevcut cep telefonlarını daha iyisiyle (size yolda yürürken şarkı söyleyen, hatta masaj yapan yeni nesil telefonlar), mevcut   arabalarını da daha gösterişli olanlarla  değiştirmeye zorluyorlar. Bir araba reklamında şöyle deniyor mesela: “kente ve doğaya hükmedin!” Sahiden mi?

Gariban vatandaş, bütün potansiyel servetini takside bağlayarak o arabadan satın alacak, trafik çilesi  ve park bulma bunalımları içinde  akaryakıt tüketerek, kentin sadece otomobiller için dizayn edilmiş ulaşım hatlarında çevreyi kurşun dioksitle zehirleyerek dolaşıp duracak ya da şehirler arası yollarda hurda arabasının yanında üzerinde bir gazete kâğıdı, trafik kurbanı olarak objektiflere poz verecek. Doğaya ve kente hükmetmenin bedeli bu kadar ağır olabilir mi? Hükmetmeyiversek olmaz mı mesela? Aşağılık kompleksinden ölür müyüz? Ya da doğanın ve kentin içinde yürüyerek yol alsak ya da insanlığın en büyük icatlarından biri olan bisikleti denesek?

Hayır, ille hükmedecek!  Kesintisiz iletişecek. Her dakika cep telefonuyla konuşacak. Bir saat konuşana on kontür bedava! Son model cep telefonunu bir silah gibi çekerek, şöyle konuşacak, “N’aber lan Ali Rıza?” Öteki cevap verecek: “İyilik valla! La nerdesin sen?” Ya da yolda yürürken cep telefonundan ayetler dinleyecek. Telefonu ona namaz vakitlerini  ve maç sonuçlarını bildirecek ya da hemencecik internete girmesini sağlayacak. İnternete cep telefonuyla girip de ne yapacak acaba? Mail’lerini mi “kontrol” edecek yoksa!  

Sabah saatlerinde sokaklara bakın. Bizim gözümüz alışmış, fakat uzaydan gelen biri olup bitenleri görse yaşanan mantıksızlık karşısında aklı şaşar. Otobüs durakları ana baba günü; otobüsler,  temerküz kamplarına tutsak taşıyan  Nazi vagonları gibi tıklım tıkış.  Öte yanda, binlerce, on binlerce özel otomobil,  içlerinde sadece tek bir sürücü olduğu halde trafiği tıkıyor ve herkes cep telefonuyla konuşuyor. Bu nasıl bir israftır, ne feci ve lüzumsuz bir harcamadır! Üstelik bu, doğru dürüst hiçbir şeyin üretilmediği, mali piyasaların balonlaşmasından,  sermayenin göklerden yağmur gibi yağmasından, borçla borcun kapatılma imkânından yararlanan, uzun bir saadet zincirinin yaşandığı bir ülkede oluyor.

Mao Zedung’un Kültür Devrimi uygulamaları ve tarihin içinde  hayalet gibi dolaşan Kızıl Muhafızlar’ın yaptıkları daha mı mantıksızdı? Gündelik hayatın sorunları ve  görgüsüzlüğün fark edilmesi   çok önemlidir.  Troçki, Sosyalizmin Güncel Meseleleri adlı kitabında mealen şöyle demiştir: Yoldaşlar, merdiven altlarına ve koridorlara tükürmeyiniz!

Fantazmagori

 Careffour, Anka-Mall, Arkadium, Panora, Armada gibi isimleri olan bir alışveriş merkezine giren  orta sınıftan bir aileyi düşünün. Minik yavruları çocuklara ayrılmış bölümde eğlenip mayonez ve ketçap tüketirken, ebeveyn  yüksek limitli bir kredi kartıyla her şeyi satın alabilir. Limitine kadar harcayarak her türlü ıvır zıvırı  tekerlekli arabasına doldurabilir, devasa yapay bitkilerle dolu altın ve gümüş renklerin hâkim olduğu, güvenliği  üniformalı görevlilerin sağladığı şık mekânlarda dolaşabilir. Proletarya ve burjuvazi, bu mermer mekânlarda yan yana dolaşabilmekte, piyasa tanrısının kutsal mabedinde  aynı tüketim kültürüyle  kafayı bulmaktadır.

1897’de  Paris’te açılan bir alışveriş mağazasında dolaşan Vietnamlı bir gözlemcinin, Nguyen Trong Hiep’in dediği gibi: “Sular masmavi, bitkiler tozpembe/ İzlenmesi hoş bir akşam vakti/ Herkes gezinmekte.”  Müşterinin limiti mi bitti; hemen öteki kartını çekip harcamaya devam edebilir. Gelecek ay maaşıyla borcunun bir kısmını ödeyip harcamalarını sürdürür; tıkandığı yerde tüketici kredisi alıp borcunu kapatmaya çalışır; kredi faizlerini ödemek için borçlanır, borçlandıkça borçlanır, çünkü daha fazla borçlanması için herkes onu cep telefonundan ve tv. ekranlarından sürekli kışkırtmaktadır … bu böylece sürüp gider. Nereye kadar? Cehenneme kadar!

Bu noktada Walter Benjamin’i saygıyla anıyoruz.  “XIX. Yüzyılın Başkenti Paris” başlıklı yazısında şöyle der: “Dünya fuarları [büyük alışveriş merkezleri diye okuyun.Y.A.] malın değişim değerini çarpıtır. Kullanım değerinin arka plana itildiği bir çerçeve yaratır. İnsanın zaman geçirmek için içerisine daldığı bir fantazmagori oluşturur. Eğlence endüstrisi de  insanı malın eriştiği düzeye yükselterek, bu fantazmagoriye girmesini kolaylaştırır. İnsanoğlu da kendine ve başkalarına yabancılaşmasının tadını çıkararak, kendisini böyle bir dünyanın yönlendirmesine bırakmış olur.”

Kendine ve başkasına yabancılaşmanın tadını çıkaran insan! İşte bu tadı sağlayan “şahane hayat yanılsaması”nın ta kendisidir! Kapitalizm bu yanılsamayı gayet bilinçli biçimde, kasten yaratır ve her sınıftan tüketiciye   ihtiyaç duymadığı malların sahicisini ya da sahtesini ya da taklidini satmak için onu kullanır.

Gene bu bağlamda, Thorstein Veblen’i de anmalı ve mutlaka okumalıyız (Aylâk Sınıfın Teorisi, Babil Yayınları, 2005). Veblen’e göre,  burjuvazinin gösterişli hayatı öteki sınıflardan bütün insanları etkiler ve yoksul  kendi hayatında zengini taklit etmeye çalışır.

Panik ve Korku

Fakat her maskeli balonun  bir sonu vardır. Kriz dönemlerinin çiğ ışığında  kapitalizmin gerçekleri birer birer ortaya çıktıkça, yanılsama yerini panik ve korkuya bırakır. Piyasanın söğüşlediği sıradan yurttaşın “şahane hayat”ı kafasında parçalanır; kapitalizmin amansız pençesi yakasına yapışır ve ona suçlu ya da düpedüz “enayi” olduğunu haykırır.  

Yüz milyara yaklaşan açık pozisyonun bir kâbus gibi üzerine çöktüğü burjuvazi hükümete, cari açık korkusunu gizlemeye çalışan hükümet de IMF’ye yalvarmaya başlar. Burjuvazi hafiften vatan/millet edebiyatına girişir. Hükümet yardım etmezse şirketler yabancıların eline geçecek, iflaslar kargaşaya yol açacaktır. Hükümetin ise yapabileceği hiçbir şey yoktur. Ülke ekonomisini küresel kapitalist güçlere teslim etmiş, bütün kilit sektörleri özelleştirmiştir. Ulusal para birimini,  merkez bankasını, ekonomi üzerindeki yaptırım gücünü kaybetme tehlikesiyle yüz yüzedir. IMF’nin gerekliliği uluslararası finans çevreleri tarafından sorgulandıkça, “Ağlarım mücrim gibi baktıkça istikbalime” şarkısını söylemeye başlar. Yerli malı nostaljisine başlayacaktır yakında, ama memlekette yerli malı  bile kalmamıştır. Elmalar Arjantin’den, badem Meksika’dan, ayçekirdeği Dakota’dan gelmektedir. Mandalina belki, bir de yeşil fasulye ve karnabahar!  İthal ara mallarının akışı kesilirse, mal bile kalmayacaktır. 

 Bu seferki kriz sistemin tam göbeğinde patladığı için yalvarmalar boşunadır. Küresel çapta parayla para kazananlar çarptıkları servetle ortadan kaybolduklarında, borçla yaşayan ekonomiler ve o ekonomilerin borçla yaşayan müşterileri susuz kalmış balıklar gibi debelenmeye başlarlar. Ortalıkta “şahane hayat”ın ne kendisi ne de yanılsaması kalır.

“Batsın Bu Dünya”

Seviniyor muyuz? Elbette! İktisadi kriz Marksist’in zihnine küşâyiş verir. Yıkıma alkış mı tutuyoruz,  apokaliptik miyiz biz? Öyleyiz, maalesef. Yeni rüyalar ve dünyalar için, “Batsın Bu Dünya, Bitsin Bu Rüya!” diyoruz. Nitekim Doğu Almanya’da  Das Kapital’in satış rakamları önceki senenin üç katına çıkmış. Sabık yoldaşlar belleklerini tazeliyorlar (Mandel’in kulakları çınlasın, Duvar yıkılırken Doğu Almanya’dan hep bir şeyler bekledi).  Marx her  zaman senin öykünü anlattı; sonsuza kadar da anlatmaya devam edecek.

Peki şimdi devrim mi olacak? Neden olmasın? Her şey krizin şiddetine, süresine,  dünyanın bütün  ezilenlerinin bilinçlenmesine, ezilenlerin örgütlenmesine bağlı.  II. Büyük Buhran gıda krizinin üzerine geldi.  Açlar, Amerikan traşlı ve lisanslı genç finans ahmaklarının analizlerini dinlemezler. Borsa’nın coşması ya da mahzun bakması, paranın zıp zıp zıplaması, hedge fonların taklalar atarak kaçıp koşması onları hiç ilgilendirmez. Onlar ekmek isterler; sonra  durumu anlarlar ve kendi bayraklarını dikip örgütlenirler.

Fakat kapitalizmin sinir merkezlerindeki burjuvazi, karşısında geçen yüzyıldaki gibi bir rakip olmadığı için şimdilik gayet rahat görünüyor. Oturup düşünüyor, deneyler yapıyor, kapitalizmi kurtarmak için müzakerelerde bulunuyor; vakti bol, arkasından kovalayan, onu sıkıştıran yok şimdilik. Bu arada piyasalar coşuyor, paralar kaçıyor, mali piyasaları talan eden canavar üretim sektörüne (sahi buna neden ısrarla “reel sektör” diyorlar?) saldırıyor. 

1929 krizi faşizmi azdırmış, Nazizm’i yaratmış ve büyük bir dünya savaşına neden olmuştu. Fakat o zaman dünyanın altıda biri Kızıl Bayrağın altında yaşıyordu. Şimdi burjuvazinin böyle bir korkusu yok. Rahat ve deneysel bir anlayışla sistemi kurtarmaya çalışabilir. Tabii o deneylerini yaparken, çevre ülkelerde savaşlar, faşizm, yeni paylaşım mücadeleleri, muazzam iflaslar, şeriat, gıda krizleri, açlık, işsizlik, sefalet, her şey olabilir.  Devrim dışında hiçbir  felaket sistemi etkilemez. Onun felaketi devrimdir; Komünizm heyulasının bir kez daha kendi gök kubbesinde belirmesidir. O, bu kez de ortadan kaldırılmazsa, çalkalana çalkalana durulacak, ancak büyük felaketler yaratarak dengesini bulacaktır.

Her şey bir yana, yaşanmakta olan kriz, orta, alt orta ve alt sınıfların  “şahane hayat yanılsaması”na son verse; beyinlerinin serbest piyasa kapitalizmi tarafından nasıl ele geçirilip biçimlendirildiğini anlamalarını sağlasa; tüketmek için üretmek gerektiğini  bir kez daha kanıtlasa; insanlığın başkalarına, doğaya ve kente hâkim olarak değil, yeni bir sosyalizmle kurtulabileceğini gösterse, sadece bunları yapabilse, başka ne lâzım gelir? RED, 22. 10. 2008

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *