KUZEY ATLANTİK YILDIZI

Yavuz Alogan

         Onlara yol gösteren, ne profilini dolunaya vermiş uluyan ergenekon bozkurdu, ne evlâd-ı fatihanın Osmanlı’dan kalma mirası, ne de “Atatürk İlke ve İnkılapları”dır.  Soğuk Savaş’ın buzlarla kaplı yollarında her yıl biraz daha güçlenerek yol alırken; iki darbe yapıp “kahredici” gücünü bu memleketin  bütün gelişmiş beyinlerine ve siyasallaşmış gençliğine uygularken; sırf Amerika istiyor diye her türlü gericiliğin, Türk-İslam sentezlerinin, cemaatlerin ve tarikatların yolunu açarken, onlara yol gösteren tek kılavuz, Kuzey Atlantik Yıldızı  olmuştur. 

Ancak kuruluşunu izleyen on yıllar boyunca gökyüzünde sabit  kalan, yeryüzünün bütün askeri diktatörlüklerine, gerici güçlerine ve ölüm mangalarına yol gösteren yıldız, Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte oynamaya, sürekli yer değiştirmeye başlamış; bizimkiler de, gözlerini ondan ayırmama çabası içinde kendi söylemlerini değiştirmeye, eğip bükmeye, ani çıkışlar ve hızlı geri çekilişlerle duruma uyum sağlamaya, bu arada kendi içlerinden çıkıp “bu NATO artık işlevini kaybetti, buradan çıksak ne lazım gelir,” diyen, darbeci reflekslerle hareket eden evlatlarını birer birer feda etmeye (ama cezaevinde ziyaret edip çiçek de göndererek!) başlamışlardır.  Bu süre içinde, durumlarını izah etmek için, Samuel Huntington ve Max Weber okudukları anlaşılıyor.

Acaba burada duracaklar mı, yoksa mesela Kierkegaard, Heidegger, Sartre ve Camus okuyarak “varoluşçu”  da mı olacaklar? Daha önce postmodernizme karşı ideolojik  mücadele verdikleri de biliniyor. İçlerinde gizli gizli Politzer (Felsefenin Temel İlkeleri) ya da Doğan Avcıoğlu okuyanlar da olabilir. Bundan yirmi sekiz yıl önce, ben askerdeyken, Leo Huberman’ın Sosyalizmin Alfabesi adlı kitabını dikkatle okuyan bir Ordonat Astsubayı tanımıştım mesela.

Neyse, NATO’ya kopmaz biçimde bağlı kalsalar da, her şeyi bilen “esas duruş” askerinden, çok okuyan “filozof asker”e geçişi selamlamamız gerekir. Okumak çok iyi bir şeydir, yıldızın yörüngesinde yol alırken bile düşünmeye, sorgulamaya yol açar. Ayrıca üstler okuyorlarsa, astların da okuması kuraldır; bu da bir vicdan ve bilinç muhasebesine yol açabilir.   Hem ne malûm, belki de komutan, Max Weber’den sonra Karl Marx  okumaya başlar.  Her iki düşünür de, bugünün dünyasını anlamaya uygun, genelleştirici ve yorumlayıcı modeller sunmuşlardır.

“İki Milliyetten Halkımız”

         Aslında öykü, tamamını hatırlayanlar ve üzerinde düşünenler için,  gerçekten çok trajik, bir o kadar da komiktir. Mesela Orgeneral’in “önyargı”yı  Montesquieu’den  bir alıntıyla tanımlaması beni mahvetti: önyargı, “bazı şeyleri bilmemek değil, kendi kendini bilmemektir.” Çok doğru. Önce kendimizi bileceğiz.   Son elli senedir neler yaptığımızı, hangi güçlere hizmet ettiğimizi, neyi yok ettiğimizi (sendikalar, işçi hareketi, siyasal partiler, öğrenci radikalizmi), bugünkü Fetullah Cumhuriyeti’nin kuruluşuna nasıl katkıda bulunduğumuzu bileceğiz ve bunun özeleştirisini yapacağız. İnandırıcı olmanın tek ve vazgeçilmez şartı budur.

Peki değişen ne? Komutan, “anadili Kürtçe ve Zazaca olan vatandaşlarımız,” diyerek ve  Weber’in, dini mezhepler kendi toplumsal organizmalarını yaratırlar ve  toplumun içinde kaçınılmaz biçimde iktisadi ve toplumsal  bir işlev görürler, diye özetlenebilecek görüşlerinden alıntılar yaparak, ne demek istiyor?

Birincisi, “PKK’yı, bütün bölge Kürtlerinden tecrit ve imha etme” biçiminde özetlenebilecek güncel devlet siyasetini tekrarlıyor. Gözü, Kuzey Atlantik Yıldızı’nda. Yıldız ona,  Barzani devletini meşru kabul etmesi ve ABD’nin bölgesel Kürt siyasetine engel olmaması şartıyla,  PKK’yı yok edeceğini söylüyor. Komutan,  af kapılarını aralayarak PKK’ya pedagojik yaklaşıyor: “Terörist de neticede bir insandır.”  General’in  konuşmasını yaptığı saatlerde, neredeyse bütün kentlerde  PKK’nın “Türkiye Meclisleri” denilen  örgütü bahane edilerek DTP’ye karşı kapsamlı bir operasyon yapılıyor ve basın bu hamleyi bir buçuk yıldır üzerinde çalışılan ve istihbaratını ABD’nin sağladığı bir operasyon olarak duyuruyor.

İkincisi,  son yirmi yıl içinde bütün başbakanların “Kürt realitesi”yle ilgili olarak yaptıkları, fakat sonra esrarengiz biçimde geri adım attıkları açılıma, TSK ilk kez yol veriyor. Kuzey Atlantik Yıldızı ona, Türkiye’de yaşayanlar  dahil bütün bölge Kürtleri için planları olduğunu, PKK’yı kafasına takmamasını ve Kürtlerin varlığını inkâr etmemesini söylüyor. General, Atatürk’ten bir alıntı yapıyor: “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran, Türk halkına, Türk milleti denir.” Çok güzel. Başbuğ’un bu alıntıyla neyi kastettiğini gayet iyi anlıyoruz. Benim gençliğimde, neredeyse bütün sosyalist grupların bildirileri, “İki milliyetten halkımız,” diye başlardı. Önemli bir adım. Bir adım daha atılırsa, Anayasa’da küçük bir  tâdilatın önü açılabilir.  Kuzey Atlantik Yıldızı sanki bir eyaletler sistemini, bir tür federasyonu işaret ediyor.

         Bu arada Komutan, bir de  gaf yapıyor. Amerikan Ordusu’nun Irak ve Afganistan’da “koruculuk” uygulaması başlattığını övünerek söylüyor. Neresinden bakarsanız bakın, Kürdü el-Kaide’nin ya da Taleban’ın yanına, kendisini de Amerikan conisinin yerine koyan çok talihsiz bir benzetme.

Üçüncüsü, cemaatler ve toplumsal hayatın dinselleşmesi  meşru görülüyor. Burada çok esaslı incelikler var.  Weber’in arkasında duran Komutan, inanç boyutunun sosyolojik, yani toplumsal hayatın kaçınılmaz, doğal bir özelliği olduğunu  söylüyor. “Şeriat tehlikesi” kavramı askeri sözlükten çıkarılıyor.  Bütün dikkatler Atatürk’ün “millet” tarifi üzerinde toplanır ve  onun el yazısı üzerinden tartışma çağrıları yapılırken,  “Büyük Kurtarıcı”nın daha önceki bütün Genel Kurmay Başkanları tarafından sürekli tekrarlanan, “Efendiler, Türkiye şeyhler, dervişler ve mensuplar ülkesi olamaz,”  sözleri yok.  Neden acaba? Yoksa şeyhler ve mensuplar başa çıkılamayacak kadar çoğaldı mı? Belki de Kuzey Atlantik Yıldızı şöyle diyor: “Efendiler, İslam coğrafyasındaki vazifeleriniz, laikliği abartmanıza manidir; Weber’in de dediği gibi, dervişler ve mensuplar sosyolojinin bir gereğidir.” (“Göklerden gelen bir ses sana ne diyor dinle!”)

Peygamber Ocağı

General, gene Weber’den bir alıntı yaparak, batı kapitalizminin gelişmesiyle Protestanlık arasındaki  “çok güçlü”  bağlantıya dikkati çekiyor. “Bu durum, bugün için de geçerliliğini korumaktadır,” diyerek meşruiyet vurgusunu artırıyor.  İslami sermayeye, dev İslami Holdinglere, bunların çevresinde oluşan cemaat hayatına, bu hayatın dalga dalga büyük şehirleri kaplamasına, giderek sosyal hayatı ve kültürel dokuyu belirlemesine itirazı yok. Bunları “sosyal devlet”in zayıflamasının bir sonucu olarak, sosyolojik bir olgu olarak, “bilimsel” bir şekilde saptıyor. Tıpkı üniversitede seminer veren bir sosyoloji  asistanı gibi, “saptıyor”.

Ordu’nun dine asla karşı olmadığını özellikle vurguluyor.  Halkın gözünde ordunun “Peygamber ocağı” olduğunu söylüyor. Bu sözler üzerine Diyanet Sen  Başkanı Ahmet Yıldız, hemen bir basın toplantısı yaparak, heyecanla şu sözleri söylüyor: “Yakalanan bu fırsatı TSK kaçırmamalı… Konuşmayı biz de olumlu olarak değerlendiriyoruz. Kutlu Doğum Haftası vesilesi ile Peygamber Efendimiz’in örnek hayatını kendimize örnek ve rehber edinmenin yollarını aramalıyız.” Çok seviniyorlar, mutlu oluyorlar; “Kutlu doğum haftası Peygamber Ocağı’nda da kutlansın,” diye niyaz ve rica ediyorlar. “Peygamber Ocağı’nın da mis gibi gül suyu kokması”nı istiyorlar.

General, Kuzey Atlantik Yıldızı’nı gözden kaçırmama çabası içinde tehlikeli sularda seyrediyor. Elinizde bir süngü varsa, onunla pek çok şey yapabilirsiniz, fakat onu bir  hakkak kalemi gibi kullanarak gümüş oymacılığı yapamazsınız mesela. Yüksek siyaset yaparken, Weber’in yanı sıra, biraz da Makyavelli  okumak gerekmez mi?

Sınırlar

Ama sınırları da var.  Cemaatlerin, siyasal iktidarı, kamu yönetiminin kilit noktalarını  ele geçirmesini, bu arada elbette TSK’ya sızmasını istemiyor. Her halde TÜSİAD burjuvazisini kenara iterek onun yerine geçmesini, üniversiteleri medreseye, liseleri tekkeye, ilk öğretim okullarını kuran kursuna çevirmesini; Cuma günleri sokaklarda kitlesel namaz kılınmasını, dervişlerin tekkelerde “hu!” çekmesini, ÇYDD’nin yerini Işık Evleri’nin almasını da istemiyordur! Sanki,  devletin esas teşkilatına dokunmayın da ne yaparsanız yapın, diyor. Bu noktada Anayasa’nın 24. Maddesine değiniyor. “Dinin sosyal, ekonomik ve siyasi düzeni kısmen de olsa şekillendirmesi kabul edilebilir mi?” diye soruyor.  Yani, bunların varlığını kabul ediyoruz ama, bunlar DÜZEN’i şekillendirmemeli diyor.  “Din eksenli bazı cemaatleri,  Anayasa’nın 24’üncü Maddesine göre nereye koyacağız?” diyor. Fetullah Cemaatini mi kastediyor? Olabilir, fakat herhalde Kuzey Atlantik Yıldızı’nın bu cemaatin “eğitim seferberliği”ne  küresel düzeyde yol gösterdiğini, F-tipi polis teşkilatını  muhtemelen kontrol ettiğini, “Delikanlılık uyar bize icabında, ama sertlik uymaz,” şeklinde konuşan Ergenekon savcısının özgüvenini nereden aldığını,  gayet iyi biliyor. Temkinli.

Ayrıca Komutan’ın, Weber’den onaylayarak yaptığı alıntıların en çok Fetullah Gülen Cemaatine uygun olması da önemli bir çelişki yaratıyor.  İslam dininin  ekonomiyle ve  toplum hayatıyla organik bütünleşmesini savunmakla kalmayan, bunu fiilen gerçekleştiren  Cemaat, diğer İslamcılar  tarafından Müslümanlığı Protestanlaştırmakla suçlanıyor mesela. Weber’den hareketle dinin sosyalleşmesini meşru göreceksek, meşruluk sıralamasının en başına Fetullah Cemaati’ni yerleştirmemiz gerekir.

Bu arada mevcut iktidar partisinin  Anayasa Mahkemesi kararıyla “laiklik karşıtı eylemlerin odağı”  olarak saptandığına da doğal olarak hiç değinmiyor; bunca din sosyolojisi içinde bu konuya ilişkin en ufak bir ima yok.  Her ne kadar, New York Times, Independent,  Newsweek, CSIS vb., hükümetin gericiliği konusunda serbest atışlara başlamış; ayrıca, kendisinin de nutkunda alıntıladığı gibi Obama, Atatürk’ün “bıraktığı en büyük miras Türkiye’nin gücü ve laik demokrasisidir” demiş olsa da,  henüz ufukta ABD’nin AKP’yi gözden çıkardığına dair kesin bir belirti yok. Kesin bir belirti olsa, “ince uzun bacakları üzerinde yaylanarak ve Kocatepe’den Afyon Ovası’na doğru bir yıldız gibi akarak” kahredici gücüyle …

Komutan’ın sahneye çıkışında ve söyleminde, AKP’nin son seçimlerde tökezlemesinin de bir payı olduğunu düşünebiliriz.  İşsiz sayısının yakında 6 milyona ulaşacağı söylenen, sanayisi durmuş, insanların köylerine doğru tersine göç etmeye başladıkları, hızla yoksul bir köylü toplumu olmaya doğru giden bir ülkede, TSK’nın rolünü, anlam ve ehemmiyetini vurgulamak istiyor.

Herkesi sevindiren ve heyecanlandıran, laisistlerin üzerine bayrak açtıkları, şeriatçıların ise gül suyu serptikleri, şu son tutuklamalar olmasa “Kürtçe ve Zazaca konuşan”  halkın bile sevinebileceği bu  konuşma, son tahlilde, ben buradayım,  ben de bu oyunun aktörlerinden biriyim demektedir.

Şu anda Silivri Cezaevi’nde tutuklu olan eski bir arkadaşım, “Tunç kanundur,” derdi: “Milli Ordu direnir!” Çok doğru! Ancak direnebilmesi için ordunun yeterince milli olması  gerekir. Yolunu Kuzey Atlantik Yıldızı’nın aydınlattığı bir ordu nereye kadar direnebilir? RED, 02.05. 2009  

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *