“BOŞLUK ALANI”

Yavuz Alogan

      Her şey geçen Ocak ayında BBC’nin yaptırdığı bir anketle başladı. Buna göre Türklerin % 82’si ABD’nin dış politikasına karşıydı. Hemen ardından ABD basınında AKP hükümetine yönelik saldırılar başladı. Saldırının ilk atışı, Robert Pollock’un Wall Street Journal’da yer alan (16 Şubat 2005) “Avrupa’nın Hasta Adamı” başlıklı yazısıyla geldi.  Pollock, AKP hükümetinin “kurnaz ve fırsatçı” olduğunu yazdı. Türkiye, “Atatürk’ün mirası”nı kaybetme riskiyle yüz yüzeydi. Eğer böyle giderse, Türkiye “dar kafalı, paranoyak, marjinal, ABD’yle dostluğu bitmiş ve Avrupa’da sevilmeyen bir ülke” haline gelecekti. Türkiye, “önemsiz işler”le uğraşıyordu ve Başbakan “iki yüzlü”ydü. Halk arasında Yahudi ve ABD karşıtlığı yayılıyordu. Bu durumun devamı halinde Türkiye ile ABD arasındaki ilişki tamamen kopacaktı.

Türkiye’nin büyük medya kuruluşlarının  Amerikancı ve AB’ci köşe yazarları kelimenin tam anlamıyla afalladılar. Bazıları bu saldırıyı ünlü “Johnson mektubu”yla karşılaştırdılar. Ancak İsmet İnönü gibi, “Yeni bir dünya kurulur, biz de içinde yer alırız,” diyen çıkmadı. Ne olmuştu da, “stratejik müttefik” ABD, daha başbakan olmadan Oval Ofis’te kabul edilerek taltif edilen, kendi ülkesinin askerleriyle  ilişki kurmak için  Donald Rumsfeld’den aracı olmasını rica eden  R.T. Erdoğan’a saldırmaya başlamıştı? Daha İstanbul  Belediye Başkanı’yken Amerikalıların yakından ilgilendikleri, şiir okuyup “damdan düştüğü” zaman İstanbul’daki ABD konsolosu tarafından cezaevinde ziyaret edilen, her adımında desteklenen, Time ve Newsweek dergilerine kapak olup liderlik kabiliyetleriyle övülen, binbir beladan kurtarılıp başbakanlık koltuğuna oturtulan bu güzide devlet adamına  en yakın müttefiklerinin en kritik anda saldırıya geçmelerinin sebebi ne olabilirdi?  ABD’nin devlete yakın yayın organlarından AKP’nin ekonomiyi “yeşil sermaye”yle ayakta tuttuğu, Başbakan’ın yakın danışmanı Cüneyt Zapsu’nun ortak olduğu şirketlerden birinin El Kaide’yle bağlantılı olduğu gibi tehlikeli  haberler yayılıyor, sanki bir iktidar alternatifi aranıyordu.

Bazı yorumcular,  olayı 1 Mart tezkeresine gecikmiş bir tepkiye yordular.   Rumsfeld’in sözleriyle,   ABD bu olayın yarattığı “hayal kırıklığı”nı üzerinden atamamıştı. Tezkerenin nasıl olsa  Meclis’ten geçeceği umuduna kapılan ABD,  Antep’ten Çukurca’ya kadar mevzilendirmeye başladığı destek kıtalarını çekmek zorunda kalmış, toprak ve bina satın almak, havaalanlarını   restore etmek için harcadığı paralar boşa gitmiş, 4. Amerikan Tümeni’nin ta Teksas’tan gelip Mersin açıklarına demirleyen gemilerinde sıkışıp kalan Coniler  açık denizde “tezkere” beklemekten helâk olmuşlardı.  Yankeeler kuzeyden cephe açamayınca  bütün kuvvetlerini güneye yığmak zorunda kalmışlar, bu da Irak halkına direnme ve toparlanma fırsatı vermiş, istila ordusunun kayıplarını arttırmıştı. Gerçi daha sonra TBMM hükümete asker gönderme yetkisi vermiş ve TSK “çuval geçirme” olayının etkisini silmek ve Türkiye’nin Irak’ın siyasal yapılanmasında söz sahibi olmasını temin maksadıyla sınırı geçmek için yığınak yapmaya başlamış, lakin bu kez de Kürtler karşı çıkmışlar ya da ABD’yle yapılan siyasal pazarlıklar sonuç vermemişti. İşte şimdi, aylar sonra Donald Rumsfeld, Irak’taki ABD kayıplarının “günah keçisi”ni bulmuştu: AKP hükümeti ve TBMM. Tabii askerler de bu süreçte “liderlik yapamamışlar” idi.   

 ABD şimdi bir kısım medyayı, hatta bazı araştırma kuruluşlarını uzun menzilli bir top gibi kullanıyor, AKP hükümetini “çizerek” işte bu olayın intikamını alıyordu. Nitekim Süleyman Demirel de bir vesileyle (meâlen), gayet kindar bir millet olan Amerikalıların kendilerine yapılanı asla unutmayıp fırsat bulduklarında intikam almaya meyyal  olduklarını ifade etmemiş miydi?

“Durum çok kötü”

Büyük Medya’nın Amerikancı köşe yazarları böyle bir gelişmeyi asla beklemiyorlardı. ABD’nin salvoları  bitmek bilmiyor, üstelik koroya AB ülkeleri de katılıyorlardı. Türkiye AB üyeliği konusunda üstüne düşenleri yapmıyordu. Hükümet “rehavet” içindeydi; ileride “imtiyazlı ortaklık” düşünülebilirdi vb…

Yaşanan panik duygusunu en iyi ifade eden yazı Mehmet Ali Birand imzasını taşıyordu (Hürriyet, 29 Mart 2005). Birand, bir arkadaşına ya da akrabasına yazar gibi büyük bir içtenlikle kaleme aldığı  fevkalâde dramatik makalesine, “Amerika’da bir hafta geçirdim ve yeni döndüm,” sözleriyle başlıyor. “Durum çok kötü,” diyor. “ABD’de giderek yaygınlaşan bir Türkiye aleyhtarlığı rüzgârı esiyor. Tezkere olayı Amerikalılara iki yıl aradan sonra şimdi dokunmaya başlamış.”

Demek ki bir tepki gecikmesi ya da sürat-i intikal yetersizliği söz konusu. Amerika iki yıl bekliyor ve sonra birden hassasiyet gösteriyor. M. Ali Birand, “Durum kötü değil, kötünün de ötesinde,” diye devam ediyor. “Bu gerçeği AKP de biliyor… [Fakat] Ankara durumun vehametinin farkında değil … Eğer [Türkiye] işi ciddiye almaz ve Başbakan’ın duruma müdahale edeceği günler beklenirse, birgün öylesine sert bir tepki görür ki, bu defa bütün ülke olarak bizler de zarar görürüz.”        Birand acaba Başbakan’ın müdahalesini beklemeyelim, ABD onu “çizdi” mi demek istiyor?     Birand, yazısının ilerleyen bölümünde, 1980’li yıllarda Anderas Papandreu’nun anti-Amerikancılığını örnek gösteriyor: “Söylediklerine dikkat etmez, kitlelerin hoşuna gidiyor diye, kenarından köşesinden Amerika’yı eleştirirdi.”

Bu sözlerle herhalde AKP içinden birilerinin  Felluce’de ABD’yi “soykırım”la suçlamasını, Başbakan’ın Irak seçimlerinin demokratik olmadığına işaret etmesini, partisinin grup toplantısında “zalime ortak olmayız” demesini; İran’a gidip,  burada nükleer enerji barışçı amaçlarla kullanılıyor gibi sözler sarfetmesini kastediyor ve uyarıyor: “…inanılmaz bir krizle karşı karşıya kalacağız …. alttan alta bir şeyler kaynıyor.” 

Korku filmi gibi: canavar ormandan çıktı, üstümüze doğru geliyor! Derhal yatıştırmazsak halimiz harap.

Oval Ofis’te “Övgü ve Soğukluk”

ABD’nin  korkutarak hizaya getirme hamlesi derhal etkisini gösterdi. Ekonomiyi sıcak para trafiğine ve IMF’ye, dış politikayı Pentagon’a ve Büyük Ortadoğu Projesi’ne, halkın umutlarını ise AB üyeliğine bağlayan hükümet, Suriye ve İran’a sıcak mesajlar vererek,  Filistin  konusunda inisiyatif almaya çalışarak, anti-Amerikancılığa kayıtsız kalarak; özetle, bağımsız bir dış politikaya sahip egemen bir devletin hükümetiymiş gibi davranarak yanlış bir izlenim verdiğini anladı.

Kızının mezuniyet töreni vesilesiyle ABD’ye giden Türkiye Başbakanı’nın Oval Ofis’te ağırlanması  bir dönüm noktası oldu.  8 Haziran’da gerçekleşen bu buluşmada, Beyaz Saray Basın Bülteni’nde yazılanlara göre, Başkan, Türkiye ile ABD arasında önemli bir stratejik ilişki (ortaklık ya da ittifak değil!) olduğunu, Türkiye’deki demokrasinin geniş Ortadoğu halkları için önemli bir örnek oluşturduğunu, Başbakan’ın Afganistan gezisi izlenimlerinden çok etkilendiğini, Türkiye’nin oradaki askeri varlığının Afgan çocuklarının hayatlarını kolaylaştırdığını, Türkiye’nin güzel bir ülke ve Amerikan yatırımları için uygun bir yer olduğunu belirtirken; R. T. Erdoğan da toplantıda ABD ile Türkiye arasındaki “siyasal ortaklık”ı değerlendirdiklerini, Ortadoğu’daki bölgesel gelişmeler ve Kıbrıs sorunu hakkında görüştüklerini, Türkiye’ye  Amerikan yatırımları konusunda Başkan’ın olumlu görüşlerinin kendisini ziyadesiyle memnun ettiğini  belirtti.  

ABD’yle ilişkilerde böylece yeni bir sayfa açılmış, Birand’ın “inanılmaz kriz”i şimdilik ertelenmişti.

Her zaman olduğu gibi, yerli ve yabancı basın, yarım saat olarak kararlaştırılıp bir saati bulan görüşmelerin gerçek gündemini çok geçmeden sızdırdı.   ABD tarafı, Başbakan’ın Türkiye’deki ABD karşıtı eğilimlerle mücadeleye bizzat önderlik etmesini istemişti. Türkiye’nin Ortadoğu ve Kafkaslar’da demokrasinin geliştirilmesi için yapılan harekâtlara ilişkin “vizyon”unun ne olduğunu açıkça belirtmesi ve bu konuda yakın işbirliği yapmak için ortak çalışma gruplarının kurulması gerekiyordu. W. Bush, Türkiye’nin Suriye ve İran’la yakınlaşma siyasetini eleştirmiş ve AKP hükümetinin bu iki ülkeyle yakın ilişkilerinin BOP projesine zarar verdiğini açıkça dile getirmişti.

Türk tarafının esas amacı ABD basınının başlattığı ve yerli basının da aynen aksettirdiği salvoların olumsuz etkisini silmekti. Oval Ofis’te boy göstermek bu yönde atılmış önemli bir adımdı. Bunun yanı sıra,  W. Bush’un bir önceki Oval Ofis buluşmasında bizzat ricacı olduğu önemli bir sorun da halledilmiş, Amerikan şirketi Cargill’in  Bursa Orhangazi’deki tesislerinin yüz yüze geldiği zorluklar şirket arazisi bakanlar kurulu kararıyla  “Özel Endüstri Bölgesi” ilân edilerek çözülmüştü. Türk tarafı her zamanki gibi Kuzey Kıbrıs’ın statüsü için ABD desteğinin artmasını istemiş, BOP’a kayıtsız şartsız destek vaadini tekrarlamıştı.          Ocak ayındaki Davos Toplantısı çıkışında “Irak’taki zulme ortak olmadık, olmayacağız” diyen Başbakan, Haziran ayındaki Oval Ofis toplantısı çıkışında “Irak vizyonumuz ABD ile örtüşüyor,” diyebildi. ABD Başkanı’na bir de şikâyette bulundu: “Talihsizlik CHP’nin anti-Amerikancı çizgide olması.” ABD medyasının Türk medyasında yankılanan atışları hedefini bulmuştu.

Ancak   Oval Ofis’te dile getirilen esas kritik sorun Kuzey Irak’taki PKK varlığının ABD’nin bölgedeki askeri gücüne rağmen gerek teknik  gerekse Türkiye’nin içlerine doğru askeri harekât kabiliyeti bakımından gittikçe gelişme kaydetmesiydi. Başbakan’ın bu soruna ilişkin taleplerinin ABD tarafından kesin bir dille reddedildiği anlaşılıyor. Washington Times’tan Frank Carlucci, son aylarda öldürülen Türk askeri sayısının aynı dönemde öldürülen ABD askerlerinin sayısından fazla olmasına rağmen, W.Bush’un PKK konusunda Türkiye’ye yardım etmek niyetinde olmadığını açıkça yazdı. Washington Post, R.T. Erdoğan’ın ABD’ye  Kongra Gel’e karşı destek istemek için gittiğini ve eli boş döndüğünü yazarken; Fransız Le Figaro, W.Bush’un Kürt bölgesinde güvenliğin sağlanması  konusunda R. T. Erdoğan’ı eli boş gönderdiğini yazdı.

International Herald Tribune’un  Türkiye’ye “övgü ve soğukluk” olarak nitelendirdiği görüşmelerin ardından ABD basınındaki saldırılar yatıştıysa da Oval Ofis buluşmasından sonra  kafası iyice karışan Türk medyasında AKP hükümetine ilişkin  kuşkular daha düşük yoğunluklu olmakla birlikte devam etti. Örnek olarak gene Mehmet Ali Birand’ı alalım.

“Kürt Sorunu” ve ABD      

        Değerli köşe yazarı, bu kez Kürt sorununa ilişkin hükümet politikalarını  irdeliyor. Yazısının (Hürriyet, 4 Ağustos 2005) bir yerine gene alâmet-i fârikası olan cümleyi yerleştirmiş: “Birkaç aydır çeşitli fırsatlar yakaladım; Washington’un nabzını tutabildim.” Yazıdan anlaşıldığı kadarıyla Vaşington’un nabzı Kürt sorununda hızlı atmaya başlamış. Kürt sorununun 80’li ve 90’lı yıllarla kıyaslanamayacak kadar “dramatik” bir değişim sürecine girdiğini vurgulayan yazar, “Artık karşımızda, Kürtlük bilinci yerleşmiş, ağırlıklı, siyasi-sosyal-ekonomik ve kültürel haklarını korkmadan arayan dev bir kesim var,” diyor; askerin  tavrının değişmediğini ima ederken, hükümetin kararsızlığına yükleniyor ve ABD’nin nabzını (ya da Türkiye’ye kabul ettirmeye çalıştığı bir dizi siyaseti) soru cümleleri halinde açıkça ortaya koyuyor:

        “Gelelim Başbakana… Kıbrıs konusunda tutumuyla Devletin ezberini değiştirmiş. Reform yasalarını çıkararak, ülkede devrim rüzgârları estirmiş bir liderden ne beklenir, Kürtler arasındaki demokratik akımları güçlendirmeyi, cesaretlendirmeyi, onlara meclisin kapılarını aralamayı düşünmez mi? Örneğin, Kuzey Irak’a nasıl bakar? Sunni’lerle Şii’ler arasındaki bir iç savaşın, Türkiye’yi etkilememesi için Kuzey Irak Kürtlerini bir kalkan gibi mi görür? Şii veya Sunni’lerin hâkim olacağı veya üç parçaya bölünebilecek bir Irak’ta, Kuzey Irak Kürtlerini bir sigorta gibi mi değerlendirir? Kuzey Irak Kürtlerini yanına çekip, bölgedeki Kürt sorunu ve Irak’taki gelişmelerde söz sahibi olmayı mı tercih eder, yoksa Kürtlere karşı büyük mücadele mi açar?”

              Birand, bu soruların yanıtlarını aradığını, hem kendisine hem de etrafındakilere (?) sorduğunu  yazıyor. Peki sonuç ne? “Sonuç,  Başbakan, T.C. Devletinin bakışını aynen paylaşıyor. TSK ile bu açıdan, arasında pek görüş farkı yok…” Aslında  arada çok büyük bir görüş farkı olduğunu yazar da gayet  iyi biliyor, ancak bu farkın Washington’dan  bakıldığında görülmediğini anlatmaya çalışıyor.

        Bizler de ABD’nin Kuzey Irak’ta Türkiye’den ne beklediğini öğrenmiş oluyoruz.   AKP hükümetinin  ABD’nin beklentileri ile TSK’nın talep ve yorumları arasında sıkışıp kaldığını anlıyoruz.  Sorun şu: Hükümet, askerleri kızdırmadan, kendi seçmenlerinin ulusal duygularını incitmeden ABD’nin Kuzey Irak siyasetini nasıl uygulayacak?

        Kuzey Irak’ta kurulan Kürt Devleti’nin ABD ve İsrail’in bir sonraki hedefini oluşturan İran ve Suriye’den toprak ve nüfus talep ederek güçlendirilmesi ve İsrail ile birlikte  petrol bölgesine hâkim olarak  Kafkasları ve Orta Asya’yı kontrol eden, ABD’nin askeri hâkimiyetini kuran stratejik bir köprübaşı oluşturması öteden beri Büyük Ortadoğu Projesi’nin önemli unsurlarından birini oluşturuyor. Güçlendirilmiş bir Kürt devletinin yaratacağı “Şırnak/Şaklava sendromu” (sınırın iki yakasındaki refah farkı) Güneydoğu’daki Kürt orta sınıflarının daha şimdiden ilgisini çekiyor. Bu durumda, Barzani’nin Türkiye’deki PKK gerillasını önlemeye çalışması ya da ABD’nin  Irak’ta üniter devlet isteyen ve Kerkük üzerinde zımnen hak talep eden Türkiye’nin sınırlarını PKK gerillasından koruması için hiçbir sebep kalmıyor.

        Üstelik anti-Amerikancılık devletin bazı kesimlerine de bulaşmaya başlamış. TSK’nın neredeyse bütün emekli generalleri  tv. ekranlarında ve gazete köşelerinde ABD’nin son zamanlarda PKK’yı  el altından desteklediğini (ya da faaliyetlerini görmezden geldiğini), aslında bunun yeni bir şey de olmadığını, ABD’nin 1. Körfez Savaşı ve Çekiç Güç’ün kurulmasından bu yana  PKK’ya lojistik destek sağladığını (mesela Conilerin helikopterden ikmal maddesi attıklarını) uzun süredir yazıp söylüyorlar. Genel Kurmay Başkanı  hükümet uygulamaları yüzünden TSK’nın yetkilerinin kısıtlandığını ima ediyor.

R.T. Erdoğan ya da Abraham Lincoln

        Fakat hükümet M. A. Birand’ı yalancı çıkaracak cesur adımlar atmakta gecikmiyor.  Başbakan, kendi parti tabanının ve yönetmekte olduğu ülkede yaşayan seçmenlerin %  82’sinin anti-Amerikancı olmasına rağmen, 150 kişilik karma-aydın heyetinin bildirisine tutunmayı, biraz zorlanarak da olsa dümeni Kürt meselesinde ABD’nin telkin, tavsiye ve dayatmaları yönünde kırmayı başarıyor. Ne de olsa fırtınalı denizlerin dümencisi!

        Bu “jest”in karşılıksız kalması elbette düşünülemezdi. Nitekim Washington Times’ta (18 Ağustos 2005) derhal “Türkiye’nin Kürt Sorunu” başlıklı bir yazı yayımlandı. Yazıda, R. T. Erdoğan büyük sorunlar karşısındaki liderlik kabiliyeti bakımından Abraham Lincoln ile kıyaslanıyordu. R. T. Erdoğan, Diyarbakır gezisi sırasında “Kürt sorunu hepimizin sorunudur, ama her şeyden önce benim sorunumdur,” demişti. Bu sözler tarih bilincinden yoksun, dar kafalı Amerikalıya  Abraham Lincoln’un  bundan 200 yıl önce sarfettiği şu sözleri hatırlatmıştı: “Kölelik sadece Güney’in değil tüm ülkenin suçudur.” Bu durumda Kürtler köle, Türkiye’nin Güneydoğusu da  Amerikan İç Savaşı (1861-65) sırasındaki Güney Eyaletleri oluyor.

        Ancak hükümetin netice alıncaya kadar  dümeni kırmadan tutabilmesi, hem ABD’yi, hem askerleri hem de kendi parti tabanını ve seçmenlerini tatmin edebilmesi çok zor.  Aslında dümenci, başından beri geminin rotasını ABD ve AB istikametinde tutuyor. Ancak asker cenazelerinin dalgalandırdığı kitlelerin umutsuz şaşkınlığı; özelleştirmeler yüzünden işsiz kalan, sendikaları birer derneğe dönüşmüş işçilerin öfkesi; açlığa itildikçe ayrışan, dağılan alt orta sınıfların kızgınlığı; Allah’ın ve hükümetin ipine sarılmış tarikatların  emperyalizmin Müslüman katliamı karşısında duydukları vicdan azabı; geleneksel büyük burjuvazinin  üzerine vurmaya başlayan İslami sermaye gölgesi; Ermeni katliamının utancı; Patrikhane’nin talepleri; aydınların ulusalcı ve  işbirlikçi olarak ayrışması;  Şu Çılgın Türkler, Kavgam ve Nutuk gibi kitapların rekor satışa ulaşması; “her şey yolunda, eğlenin” diyen tv. programlarının kör edici ışığı; rastgele patlayan bombalar ve bütün bunların yaratığı cinnet ve karnaval ortamı, geminin bordasını zorluyor; Türkiye kendisini  küreselleşmenin kırdığı aynanın parçalarında seyrediyor. Marc Grossman, Milliyet’in Vaşington muhabirine verdiği mülakatta (Milliyet, 11 Ağustos 2005),  AKP iktidarının alternatifsiz olduğunu açıkça söyledikten sonra, “Türkiye laik, demokratik  ve aynı zamanda Müslüman olabilme deneyini başaracak” diyor; üzülmeyin, “AB size olan ilgisini yitirirse görev ABD’ye düşer.”

        Geleceğin tarihçileri, bu inanılmaz kedi-fare oyununun Amerikan emperyalizminin yarı-sömürge ülkelerle yaşadığı bütün deneyimleri gölgede bırakacak kadar utanç verici ve ahlâk dışı olduğunu saptayacaklardır, desek, acaba abartmış olur muyuz?   

Stratejik “boşluk alanı”

        Soğuk Savaş döneminden farklı olarak günümüzde devletlerin ve blokların izledikleri strateji ve taktikler gizlilik gerektirmiyor. Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte  Türkiye Cumhuriyeti’nin üzerinde yer aldığı coğrafi  bölge  yağmalanması ve kullanılması gereken bir  stratejik “boşluk alanı” olarak tanımlandı.

        Bu “boşluk alanı”nda yer alan stratejik/askeri noktaların ve NATO standartlarına göre yetiştirilmiş ve donatılmış silahlı kuvvetlerin ABD emperyalizminin Büyük Ortadoğu Projesi çerçevesinde kullanılması kararlaştırıldı.

        Gene bu “boşluk alanı”nda yaşayan, genç ve eğitimsiz nüfusun, yaşlanmakta olan AB ülkelerine ayak işlerini gören  ucuz işgücü olarak hizmet etmesi; kalifiye ve yetişmiş işgücünün ise bu “boşluk alanı”nda iki kibrit çöpünü bile çatamayacak kadar işlevsizleştirilerek çekilip alınması, yüksek ücretle emperyalist ülkelerde istihdam edilmesi ya da bu ülkelerin  ajanı/acentası olarak gene aynı “boşluk alanı” içinde kullanılması kararlaştırıldı.

        Bu “boşluk alanı”nda yaşayan insanlara, bir ulus olmadıkları, tesadüfen bir araya gelmiş 27 etnik gruptan müteşekkil heterojen bir kütle oldukları; çoğunluğu oluşturan etnik grubun sürekli tekrarlanan kardeş katli ve bir de jenositten sabıkalı olduğu için medeni âlem tarafından cezalandırılması gerektiği anlatıldı.

        Bu “boşluk alanı”ndaki havaalanlarının, limanların, telekomünikasyon şirketlerinin, enerji kuruluşlarının, şeker fabrikalarının, Sümerbank’ının, zirai donatım, köy işleri ve bayındırlık kuruluşlarının, eğitim ve öğretim kurumlarının, üniversitelerinin, laboratuvarlarının,  hattâ barajlarının ve ilerde belki ırmak ve su yollarının  özelleştirme  marifetiyle yabancı kuruluşlar ve sermaye ortaklıkları tarafından satın alınması kararlaştırıldı.

        Bu “boşluk alanı”ndaki bütün iktisadi faaliyetlerin IMF tarafından, dış ilişkilerin ise Pentagon ve AB Parlamentosu tarafından yönetilmesi; ülkede AB fonlarından yararlanmayan hiçbir sosyal araştırma ve incelemenin ciddiye alınmaması ve yapılamaması, yapılsa da kimseye duyurulmaması kararlaştırıldı.

        Bu kararları uygulayamayacak “kabiliyetsizler” iktidardan indirilerek yerlerine global kabiliyete sahip olanlar getirildi.

        II. Dünya Savaşı’ndan sonra “tam bağımsızlık” ilkesini terk etmenin ve hemen her konuda gecikmenin yakın gelecekte ödenecek bedelinin bir ulus-devlet olarak Türkiye Cumhuriyeti için çok ağır olacağı anlaşılıyor. RED, 22. 05. 2005

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *