İNKİSAR

Yavuz Alogan

         Değerini kaybetmediği için asla eskimeyen kitaplar vardır. İngiliz felsefeci, liberal sosyalist, ateist Bertrand Russel’ın İktidar adlı kitabı (Altın Kitaplar, 1976) bunlardan biridir.  Bu kitapta Russel siyasî iktidarın ne olduğunu, nasıl mümkün olabildiğini araştırır, türlerini ve etkilerini inceler. Olayların gidişatı bende derin bir keder duygusu uyandırdığında başvurduğum az sayıda akıl ve mantık kitabından biridir.

Bu türden keder, insan ülkesini yönetenlerin hâl ve gidişatından, söylemlerinden utandığı zaman ortaya çıkar.  Aslında bu duyguya “keder” değil de “inkisar” demek daha doğru olur. İnkisar sözcüğünün anlamı çok geniştir: kırılma, gücenme, yeis, ümitsizlik, hatta beddua.

Tevfik Fikret, “Zelzele” şiirinde İstanbul’u yerle bir eden depremi anlatırken bu sözcüğü kullanır: “Bin üç yüz ondu… Henüz dün bu köhne izbeye sen / Misafir olmuştun / Ki hep sinirli ve hummalı hastalar gibi yer / Birden / İçin için ve uzun / Bir ihtilâç ile çırpındı, kırdı, yıktı… Keder / Ve korku yüzleri soldurdu; evler, aileler / Birer döküntü; kalanlar bütün ezik, kurada / Bir inkisâr-ı huşu’ en şerefli başlarda …”

Bendeki inkisar’ın sebebi deprem değil elbette, ona daha zaman var.  İdlib olayının şu aşamada ansızın iktidarın gerçek eğilimlerini, kimliğini ve tabiatını ortaya koyuvermesinin yarattığı inkisardan ya da kederden söz ediyorum. Rusya ile ABD arasında inip çıkan tahterevalli  bir tarafın ağırlığıyla ansızın “küt” diye yere vurdu.

Bütün belirtiler siyasî iktidarın kendi selametini Atlantik İttifakı’nda bulduğunu, neredeyse can havliyle NATO’ya sığınmak için hamle yaptığını gösteriyor. Gerçi bu hamlenin Ukrayna’ya silah satışı, Kırım’ın ilhakına karşı daha sert vurgulu tavır, ABD’den gelen bazı sinyaller, raporlar gibi somut belirtileri vardı fakat bu kadar keskin bir dönüşü sanırım kimse beklemiyordu.

Bütün uyarılar boşa gitti. Suriye’yle ittifakın PKK/PYD’ye karşı mücadelede, Doğu Akdeniz’deki nüfuz bölgeleri paylaşımında sağlayacağı stratejik yararlara, İran ve Rusya’yla yapılacak işbirliğinin faydalarına ilişkin bütün analizler bir kayaya çarptı.  Siyasî iktidarın mümessilleri iktidarlarının bekası uğruna şahsi menfaatlerini müstevlinin emelleriyle tevhit ettiler ve kendimizi bir anda Suriye’yle savaş hâlinde bulduk. Yıllardır Saray’a, sanki acemi bir öğrenciymiş gibi strateji dersi veren, nasihatlerde bulunan, yol gösteren, hatta giderek kendisini onunla özdeş gören, “Ahan da aynen bizim gibi düşünüyor, haydi bir hükümet kuralım fakat millî olsun” gibisine umutlanan herkesin şapkayı önüne koyup düşünmesi gerekir.   

Basiret biraz daha kaybolur da NATO bu savaşın içine girer, mesela şu anda Doğu Akdeniz’de bulunan Fransızların Charles de Gaulle uçak gemisi, güneyden ise İsrail uçakları işe karışırsa, tam da Bahçeli’nin arzuladığı gibi kendimizi Şam’a doğru karadan ilerlerken bulabiliriz. Bundan daha kötüsü, ABD’nin en büyük arzusunun gerçekleşmesi, İran’la uzun ve yıpratıcı bir savaşa girmemiz olacaktır. Bundan çok daha kötüsü Rusya’yla çatışmamızdır ki bu felaket NATO’nun ülkemizi işgaline yol açacaktır. 

Siyasî iktidar bu felaket kapılarını ardına kadar açmıştır. Bu süreç derinleşir ve durdurulamazsa ülke bölünecektir. Belki de düveli muazzama   Suriye için yaptığı gibi bizim için de Cenevre’de yeni bir anayasa hazırlayacaktır.  Balkan Harbi’nin başlangıcında (1912) denildiği gibi, memleket “hufre-i inkıraz ve pençe-i izmihlâldir” (uçurumun kıyısında ve yıkımın pençesinde).

Bu haksız savaşın ülke içindeki, özgürlük demeye dilim varmıyor, kısmî serbestiye, siyasî toplumun konuşma özgürlüğüne nasıl etki edeceğini, mevcut rejimin kimlere ve nereye kadar baskı yapabileceğini de düşünmek gerekir. Seferberlik, Sıkıyönetim ve OHAL kanunlarına bir göz atın isterseniz.

Peki bu âni sapma nasıl mümkün olabildi?  Elbette AKP’nin getirdiği rejim sayesinde… Üstüne bir bardak su içtiğiniz, “yarın güneş yine doğacak” diyerek hafifsemeye çalıştığınız Anayasa, Saray’a her türlü yetkiyi verdiği için; sahici bir parlamento, kuvvetler ayrımı, anında tepki gösteren örgütlü bir toplum olmadığı için…  

Bazı akılsızlar TBMM’den 1 Mart tezkeresi (2003) gibi bir çıkış bekliyorlar. Sanki öyle bir Meclis varmış gibi… 1 Mart Tezkeresi gündeme geldiğinde Sıhhiye Meydanı’nda, bütün sendikaların, muhalif partilerin ve öğrenci derneklerinin katılımıyla Ankara’da gördüğüm en büyük mitinglerden biri yapılmıştı. Mitingin üç sloganı vardı: “Savaşa evet vatana ihanettir,” “Kahrolsun Amerikan emperyalizmi” ve “Katil ABD, işbirlikçi AKP.” Şimdi böyle bir şeyi, bu türden bir kamuoyu baskısını hayal edebilir misiniz? Edemezsiniz. Neden acaba? Herkesin oturup bunu düşünmesi gerekir. 

Yine bazı saf arkadaşlar, “Erdoğan tuzağa düştü,” diyorlar. Taç giyen baş yeterince akıllanmamış! Vah vah! Hadi bir el verip Reis’imizi tuzaktan kurtaralım. Öyle mi?… 

Tuzak falan yok, bilinçli bir tercih var. Ekonomik, politik ve kişisel olarak şantaja maruz kaldığı güce ve o gücün Türkiye’deki “anahtar muhatap”ına bilerek ve isteyerek teslim oldu.

Neyse, lafı uzatmadan Bertrand Russel’a dönelim. Üstat, kitabının bir yerinde büyük bir tehlike karşısında insanların yetkili bir makam aradıklarını ve ona teslim olduklarını, savaş patladığı zaman halkın da başındaki hükümet için aynı duyguları beslediğini yazar.  İnsanlar tehlike karşısında şaşırdıkları, “kendilerini yeteneksiz gördükleri anda bir önderin ardına takılmayı tercih ederler” (s. 24).  

Russel, savaş tehlikesi karşısında insanların psikolojisinde meydana gelen değişimi şu sözlerle anlatır: “Toplu heyecan, insana sağduyuyu, insanlığı, hatta korku duygusunu bile unutturan, iğrenç kırımlara girmesini mümkün kılan, kahramanca şehit olmayı göze aldıran tatlı bir sarhoşluktur. Bir kere tadı alındı mı, öteki sarhoşluklar gibi bu sarhoşluğa da karşı koymak zordur, ama sarhoşluk eninde sonunda uyuşukluğa, yorgunluğa sürükler. İlk ateşin tazelenmesi istendiği zaman, her seferinde bir öncekinden daha güçlü bir kamçıyı gerektirir. (s. 34) Ve ardından,  Shakespeare’in Antonius ve Kleopatra oyunundan bir alıntı yapar:  “Ok yaydan çıktı artık: belâ, bir kere ayaklandın ya sen / İstediğin yolu seç, git hangi yöne istersen!”  14. 02. 2020

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *