OKUMAK VE SEYRETMEK

Yavuz Alogan

        Geçenlerde gazeteci arkadaşımla sohbet ediyorduk. Israrla beni görselliğin/işitselliğin önemi hakkında ikna etmeye çalıştı. Analitik yazılar, uzun makaleler artık okura hitap etmiyordu. İnsanlar bunları okumuyorlar, okusalar da anlamıyorlar, anlasalar da akıllarında tutamıyorlardı.  Seyretmek, işitmek istiyorlardı.

Aslında okur denilen yaratık tarihin karanlıklarında kaybolmaya yüz tutmuş, yerini izleyici/seyirciye bırakmıştı. İnsanların sinirlerini oynatan, duygularına hitap eden kısa bir video, uzun bir yazıya kıyasla mesajı çok daha etkili ve kalıcı biçimde aktarabiliyordu.  Nitekim yazılarımın sosyal medyaya düşen sesli versiyonu bile yazılı olanlara kıyasla çok daha fazla “tık-tık-tıklanıyor”du.

Sokakta, ulaşım aracında, evde, yatakta, yemekte, tuvalette, her yerde başını cep telefonuna eğmiş, boynu cep telefonuna bükük kalmış insanlar kısa video izliyorlardı. Özellikle gençlerin duygu değişim süresi bir dakikanın altına inmişti.

Mesela bir genç, zekâ kıvılcımları saçan komik bir video seyredip kahkahalara boğuluyor, neşeleniyor; hemen ardından tarikat şeyhiyle evlendirilen küçük kız çocuğuyla ilgili bir video izleyip öfkeleniyor; hemen sonra Cumhuriyet’in elden gittiğini anlatan bir video izleyip umutsuzluğa kapılıyor; fakat sonra  bir siyaset esnafının atıp tutmalarını izleyip umutlanıyor; Madımak katliamı davasının düştüğünü anlatan bir video izleyip sinirleniyor; ardından,  gencin  ifade edemediği bastırılmış duygularını dile getiren bir ajitatörün  öfkeli videosunu izleyip coşkun bir cesaret kazanıyor; kaçak göçmen cinayetiyle ilgili bir video izleyip korkuya kapılıyor; bu arada içinde mutlaka eşcinsel bir ilişki olan bir Netflix videosu izleyip şaşırıyor; arada  kürdilihicazkâr bir şarkı dinleyip efkârlanıyor; derken pornografik bir klip izleyip uyarılıyor…  

Özetle,  “reels” denilen ve sonu gelmeyen akış hâlindeki videolardan; en bilgiç, en çarpıcı, en coşkulu, en etkileyici olmak için yırtınan politik görsellerden başını kaldıramıyor, bir duygu ve düşünceden diğerine sürüklenip kafayı buluyor.

Bütün bu duygu iniş çıkışları bir dakikalık aralıklarla cereyan ediyor ve cebinizde taşıdığınız alet sayesinde her mekânda gerçekleşebiliyor.

Arkadaşıma bu durumun insanda  ancak akıl tutulmasına yol açabileceğini, birbirini kesen bunca farklı  video arasından mesaj falan iletilemeyeceğini, insan zihninin bunca çelişkin duygusal uyaranı peş peşe işlemeye uygun bir yapıda olmadığını, uyaran sayısı arttıkça odaklanmanın zayıfladığını, kalıcı bir budalalık hâlinin oluştuğunu; okyanusların ortasında kıta büyüklüğünde naylon çöp yığınlarının dolaşması gibi, bütün gün  cep telefonuna boyun eğen insanın zihninde de sosyal medya atıklarından oluşan muazzam çöp yığınlarının yüzdüğünü söyledim ve elbette o meşhur sözü tekrarladım: “Söz uçar, yazı kalır!”

Fakat içime bir kurt düştü.

Millî eğitim sisteminin çöküşü, yayınevlerinin giderek içi boş hafif  kitaplarla ya da iddianamelerden bozma çok satan kolay okunan politik kitaplarla günü kurtarmaya çalıştıklarını düşündüm. Ülkede kitap kâğıdı üretilmiyor mesela. Kültürel girdilerin maliyet artışı tarımsal girdilerin maliyet artışından daha mı önemsiz?  

Geçenlerde bir profesör ödenek yetmediği için yabancı dilde kitapları üniversite kitaplığına sokamadıklarını söyledi. “Bilim dünyasından kopuyoruz,” dedi. Çocukluğundan beri kitapsız gün geçirmemiş, bazıları  bin sayfayı mütecaviz sayısı meçhul kitap tercüme etmek için yıllarca debelenmiş biri olarak  bu vahim durumdan derin bir kaygı duyduğumu ifade etmek isterim. Bizim kuşak insanın okuyarak dönüşebileceğine inanmıştır.

Okuma alışkanlığının kaybedilmesi kültürel çöküşün, büyük bir felaketin, yaklaşan bir vahşet çağının habercisidir. Yıllar önce bir yakınım bana sormuştu: “Bu kadar çok okumanın sana getirisi nedir?” Söyleyecek söz bulamamıştım.

Neyse, uzatmayalım…

Diyelim ki Tolstoy’un Anna Karenina’sını okuyorsunuz. Ne çok şey öğrenirsiniz. Karenin karakteri size 19. yüzyıl Çarlık bürokrasisinin ahlak anlayışını;  Kont Vronskiy karakteri askerî aristokrasinin hayat tarzını; Levin karakteri toprak  sahibi soyluları ve kırsal hayatı, Levin’in Kitiy’e olan aşkı aristokrasi ile toprak soyluları arasındaki sınıfsal çelişkileri, Anna karakteri bağnaz toplumda özgürlüğü seçen kadının trajedisini ve daha pek çok şeyi anlatır. Fakat ancak 1062 sayfa olan kitabın içine gömülür, anlayarak düşünerek okursanız bunları anlatır.

Vaktiniz mi yok? Tuvalette, metroda, yürürken dinlendiğiniz bir bankta, aklınıza gelen her yerde birkaç paragraf, bir bölüm okuyabilirsiniz. Hepsini bir hamlede okuyup tüketmeniz gerekmez. Tadını çıkaracaksınız!

“Bana ne faydası var?” diyebilirsiniz elbette…  Sosyal medyada okuduğunuz ya da seyrettiğiniz, dakika başı hissiyatınızı değiştiren, zihninizi itip kakan,  düşünmenize bile fırsat vermeyen seri atışlı çelişkin zımbırtıların ne faydası var? Aklınızda ne kalıyor?  Oysa okumak insan zihnine küşâyiş (parlaklık) verir.

Anna Karenina’yı kısa video olarak izlediğinizi düşünün mesela. Aklınızda kalan şudur: “Kocasını boynuzlayıp âşığına kaçan kadın ondan da yüz bulamayınca kendisini trenin altına atıp intihar etti.”

Aslında kültürsüzleşme bize özgü değil.  Neo-liberalizm ideolojisiyle at başı giden neredeyse küresel bir eğilim. Bu genel eğilimin içinde bizi ayırt edici kılan,  dünyevi  hayat tarzıyla mücadele eden bir Arap/ümmet ideolojisinin karanlık istilasına uğramış olmamızdır. Kültür ve eğitim dâhil hayatın her alanında devrim gerekir.

Sonbaharın şu kederli ve rengârenk pazar gününde, özellikle gençleri ve çocukları sosyal medyadan uzak tutmanızı ve onlara okuma alışkanlığı aşılamanızı dilerim. Veryansın, 17. 09. 2023

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *