Yavuz Alogan
Çanakkale Deniz Zaferi’nin 107. Yılı törenlerini izlerken yine Devlet teorisini düşündüm. Düşünürken, devletin şeklinin de teorisi kadar önemli olduğunu fark ettim.
Önemlidir, çünkü şekil muhtevayı, biçim içeriği yansıtır. En azından şekil ile içeriğin uyumlu olması gerekir.
Devlet’in şekli sembolik ifadesini elbette devlet törenlerinde bulur. Bu törenlerin devletin protokol memurları tarafından titizlikle hazırlandığını, törenin şekliyle halka ve bütün dünyaya mesaj verildiğini düşünmek yersiz olmaz.
Bu açıdan bakıldığında, törende Sayın Cumhurbaşkanı’nın konuşma yaparken 16 Türk devletini ve Osmanlı İmparatorluğu’nu temsil eden asker kıyafetli mankenlerle poz vermesini biraz tuhaf bulduğumu söylemeliyim. Saray protokolünde de yer alan bu ortaçağ kıyafetli mankenler halk arasında da tartışılmış, hatta bazı kendini bilmezler “duşakabinoğulları” gibi çirkin yakıştırmalar yapmıştı. Yakıştırma çirkin olsa da halkın bir bölümünün bu devlet manzarasını yadırgadığını gösterir.
Çankaya Köşkü’nde oturan gelmiş geçmiş cumhurbaşkanlarımızın hiçbiri bu tarz bir ortaçağ fantezisi hayal edemezdi. İnönü, Korutürk, Demirel, Sezer gibi cumhurbaşkanlarını böyle bir sahne düzeni içinde düşünebilir misiniz? Düşünemezsiniz.
Saray’da böyle şeyler elbette olabilir. Hegemon, kendi sarayının dekorasyonunu dilediği gibi düzenleyebilir, mankenlerle mizansen yaratarak halka dilediği mesajı verebilir. İsterse altın yaldızlı, mücevher kakmalı tahtta oturur, cuma selamlığına Abdülhamit gibi at arabasıyla gider.
Saray’ın tabiatı budur. Köşk geleneğini bırakıp Saray geleneğine geçmişseniz, hegemonun fantezilerini yansıtan bu türden âdetleri normal karşılarsınız. Çünkü orası, Saray.
Putin mesela, araya yirmi metre mesafe koyduğu nazırlarına hitap ederken yaldızlı koltuğunun hemen arkasında Romanov sülalesinin çift başlı kartal armalı hanedan sancağını bulundurmaya özen gösteriyor. Kimse de çıkıp, “Tarih müzesi mi lan burası, yoksa Başkan’ın çalışma odası mı?” diye sormuyor… Alışmışlar bir kere. Olabilir…
Bizim Reisimiz de özel Saray ortamında tören yaparken arkasına Hun İmparatorluğu’nun, Göktürk Kağanlığı’nın, Timur ve Babür devletlerinin ve nihayet Osmanlı İmparatorluğu’nun üniformalı askerlerini koyabilir. Saray orası… Sahne düzenine kim karışabilir? Tarihî bir sentezi ifade ettiğini düşünüyorlar herhalde, devletin “neredeen, nereye” geldiğini dünyaya gösteriyorlar.
Fakat Saray’daki sahne düzeninin Çanakkale’ye taşınması bence şık olmadı. Özellikle Sayın Reis’in, konuşmasını yaparken iki Yeniçeri’yi arkasına almasını yadırgadım.
Ne demek istiyor olabilir?
Üstelik Yeniçeri Ocağı itibarını kaybetmiş bir asker sınıfı. Ulufe ve ganimet düşkünlüğü yüzünden yozlaşıp ikide bir kelle isteyerek isyan eden Yeniçerilerin alayı 1826’da II. Mahmut tarafından top atışlarıyla bire kadar kırılmış, sağ kalanlar idam edilmiş, kazığa çakılmış ve bu meşum olay tarihimize “Vaka-i Hayriye” (Hayırlı Olay) olarak geçmiştir.
Çanakkale Zaferi’nin Yeniçeri’yle ne alakası var?
Sayın Cumhurbaşkanı’nın arkasında karacı ve denizci iki askerin durması Cumhuriyet’in devlet geleneğine ve Çanakkale ruhuna daha uygun düşerdi. Yeniçeri ya da Harezmşah ya da Altın Orda devletlerinin külahlı pusatlı askerleri Çanakkale ortamında biraz tiyatro gibi durdu, Devlet ciddiyeti ve sadeliğiyle bağdaşmadı. Manzaranın tuhaflığına bir tek gazeteci Melih Aşık sosyal medyada dikkati çekti.
Dünyanın bütün krallarının, reislerinin, cumhurbaşkanlarının muhafız alayı vardır. Bizimkinin, yok! 1920’de kurulmuş, 2011’de Saray fermanıyla lağvedilmiş.
Neyse uzatmayalım…
Ekran başında töreni izleyen Cumhuriyetçiler heyecanla beklediler. Nihayet Sayın Reis, konuşmasının bir yerinde hepimizi sevindirerek, “Anafartalar Komutanı ve Cumhuriyetimizin Banisi (kurucusu) Gazi Mustafa Kemal başta olmak üzere tüm şehitlerimizi” hayırla ve rahmetle yâd etti. Rahatladık!
Fakat 18 Mart münasebetiyle verilen “Çanakkale Zaferi ve Bir Milletin Dirilişi” başlıklı Diyanet Hutbesi’nde, Mustafa Kemal’in adı anılmadı. Bozulduk!
Fakat öte yanda, Diyanet Başkanı Ali Erbaş sosyal medya hesabından yaptığı şahsi 18 Mart paylaşımında, “Anafartalar Komutanı…” diye başlayan cümleyi tekrarlayarak Atatürk’ün adını andı. Bu kez rahatladık! En azından elinde kılıç lanet okumadı diye sevindik. Fakat biraz aklımız karıştı. Nereye bakacağımızı şaşırdık.
Şekildeki oynaklığa bakar mısınız? Melez bir şekil. Oynaklığı ve değişkenliğiyle “neredeen nereye” geçmekte olduğumuzu gösteriyor. Geçiş süreci Devlet’i… Yavaşça şekil değiştiriyor.
Bakın, bu ülkenin bütün şehitliklerinde tarih boyunca Kuran okunmuş, bütün camilerinde şehitlerin ruhuna dua edilmiştir. Çanakkale şehitliğinde de elbette Kuran okunmuştur ve okunacaktır. Fakat Anayasası’nda “laiklik” yazan bir ülkenin askerî bir zaferi anmak için yaptığı Devlet Töreni’nde uzun uzun mikrofondan Kuran okunmaz. Cumhuriyet’in böyle bir geleneği yoktur. Ayrı bir tören yaparsınız. Devlet töreni ile dinî töreni birleştiremezsiniz. Anayasa’yı ihlâl etmiş olursunuz.
Ya Anayasa’dan “laiklik ilkesi”ni çıkartır, muhalefetin “altılı ganyan partileri”yle birlikte 1921 Anayasası’nın 2. Maddesi’ndeki “Türkiye Devleti’nin dini, din-i İslâmdır” sözünü alıp giriş bölümüne yazarsınız ya da devr-i saadetinizde başta laiklik olmak üzere Devrim Kanunları’na riayet eder, Devlet geleneğine bağlı kalırsınız. Yurttaşlar da sürekli kılık ve söylem değiştiren, farklı şekillerde görünen bir devletin yol açtığı vahim bölünmeden ve kimlik krizinden kurtulmuş olurlar.
Şu dondurucu pazar gününde herkesi Devlet’in şeklini düşünmeye davet ediyorum. Veryansın, 20. 03. 2022