Yavuz Alogan
Aslında “bilmece” yerine daha geniş anlamlı “muamma” sözcüğünü kullanmak gerekir. İslâm Ansiklopedisi’ne baktığımızda “muamma”nın sadece anlaşılmayan, bilinmeyen şey değil, aynı zamanda bir yöntem olduğunu anlıyoruz. Edebiyatta da yeri var. Remiz (simge), ima ya da işaret yoluyla dolaylı şekilde bir şeye delâlet eden söz anlamına geliyor.
Ortada bir bilgi var, yaklaşan bir büyük “değişim”in bilgisi. Şimdilik bu bilginin öğrenilmesini istemiyorsunuz fakat sonunda herkesin öğreneceğini biliyorsunuz, bu nedenle “muamma” yöntemine başvuruyor, bilmeceyi andıran imalarla, anlaşılmaz ifadelerle konuşuyor, ortamı hazırlıyorsunuz ya da hazırladığınızı sanıyorsunuz.
Siz bilmece gibi konuştukça insanlar telaşlanıyor, dikkat kesiliyorlar. Bütün bir siyasî toplum, yandaş ve muhalif medya, ekranlara çıkıp “Bu nasıl bir muammadır?” diye tartışıyor. Uzman yorumcular kaşarlanmış politikacılarla yan yana oturup, Devlet’in şifrelerini, Saray’ın esrarını çözmeye, yaklaşan “şey”in ne olduğunu anlamaya çalışıyorlar.
Muamma sanatını en başarılı icra eden kişi, hiç şüphesiz Sayın Bahçeli. Hurûf’iyye ve numerolojiye (harflerden ve sayılardan mana çıkarmak) ya da astrolojiye benzeyen, her türlü yoruma açık bir Bahçeliyoloji oluşmaya başladı.
Kıdemli politikacı bazen ağlak bir Ferdi Tayfur şarkısı eşliğinde yürüyüş parkurunda beliriyor, bazen parmağındaki yüzüğü göstererek elinde tuttuğu bir dosyayla poz veriyor, bazen “Fikrimin ince gülü” şarkısı eşliğinde klasik Mercedes’ini Ankara caddelerinde sürüyor. Acaba ne demek istiyor?
Herkes ona bakıyor, merak ediyor.
“Yalnız kalırsınız bazen, en yakınınız bile anlamaz sizi” gibi acıklı, hisli şeyler söyleyerek dertleniyor, sonra birden “Vakit tamamdır, söz konusu vatandır!” diye efeleniyor. Lan n’oluyor!
Acaba Sayın Bahçeli, Apo’nun Gazi Meclis’e gelip kendi parti grubuna hitap etmesi meselesinde Sayın Reis ile anlaşmazlığa mı düştü? Saray nazırlarından Mehmet Uçum, “Asla,” diyor, aralarında “o kadar yüksek bir uyum var ki şaşırırsınız… uyumsuzluk olduğunu düşünmek tamamen provokatifliktir.” Tamamen provokatiflik olmasın diye şaşırmakla yetiniyoruz.
Yoksa Vatansever Doktor Doğu Perinçek’in iddia ettiği gibi, Sayın Bahçeli Düvel-i Muazzama’yı arkasına alarak Saray’a karşı bir coup d’état (ku-de-ta), yani darbe-i hükümet mi icra ediyor? Fakat bu darbe-i hükümeti Sayın Şamil Tayyar’ın sözünü ettiği Saray’daki Sorosçular’ın çoktan icra etmiş olmaları gerekmez mi? Belki de ettiler. Bu yüzden, dışlandığı için Sayın Bahçeli, Ferdi Tayfur’un sesiyle yakınıyor.
Görüyor musunuz, bilmece ne kadar çetrefil!
Yoksa dosyalarla, videolarla birbirlerine şantaj mı yapıyorlar? Yok daha neler? Fakat FETÖ’yle olduğu gibi, paraları ve makamları paylaşma konusunda bir anlaşmazlığa düşmüş olmaları bazen bana mantıklı geliyor. Devlet dediğiniz şey siyasîlerin dört yılda bir yeniden paylaştıkları bir kremalı pasta olarak da tasavvur edilebilir. Siyasî parti suretinde zuhur eden Devlet’in giderek bir bilmeceye dönüşmesi, kremalı pasta özelliğinin arttığını gösterir.
Belki de Sayın Reis’in bir on yıl daha hükümran olması için mevcut Anayasa’nın “tamamını ya da bir kısmını tağyir, tebdil ve ilga” ederek, ilk 4 maddenin yanı sıra 42. ve 66. Maddeleri değiştirme, federasyona kadar giden yolu açma konusunda anlaşıyorlar ya da anlaşamıyorlar. Bilemeyiz.
Peki Saray nazırı Sayın Uçum’un şu dolambaçlı sözlerine ne buyrulur?
“Sayın Bahçeli’nin ‘sözümün arkasındayım’ lafı Türkiye’de terör vesayetini bitirmeye yönelik. PKK’nın bir Kürt siyasî hareketi olarak görülmesine yönelik geliştirilmiş bir devlet inisiyatifinin dili olarak anlaşılması gerekiyor. Eğer devlet inisiyatifi içerisinde, o dil içerisinde ihtiyaç duyulan birtakım enstrümanlardan birisi de bir seslenme ise o seslenmenin yolunu bu devlet bulur.” Bilmece gibi sözler!
Peki şair burada ne demek istiyor?
Devlet’in PKK’yi bir Kürt siyasî hareketi olarak görme inisiyatifi geliştirdiğini ve bunu halka anlatmak için muamma yöntemiyle yeni bir dil arayışına girdiğini, elindeki enstrümanı seslendirmek için uygun bir mekân aradığını anlıyoruz. Daha da tuhafı, askerî vesayetin yerine terör vesayetinin geçtiğini öğreniyoruz. Bu vesayet muhabbetinde incelikli bir çağrıştırma yoluyla yapılan asker/terör benzeştirmesi görüyoruz.
Peki ya ana muhalefet?
Bilmece bulmaca açısından onun da Saray Devleti’nden aşağı kalır yanı yok. Yerel Seçim başarısının üstüne yatabileceğini ya da onu rozet gibi yakasına takabileceğini, çerçeveletip duvara asabileceğini, üstüne basıp yükselerek ilk seçimlerde iktidara gelebileceğini sanan CHP, seçmenin beklentisini boşa çıkardı. Yarattığı hayal kırıklığını bağırtılı boş konuşmalarla feryat figan gidermeye çalışıyor.
Seçmen, oy verdiği partinin AKP’ye cepheden taarruza geçerek erken seçimi zorlamasını, en sert muhalefetle, hatta Sedat Pekervari ifşaatla ülkeyi ayağa kaldırmasını beklerken, Sayın Özel “uzlaşma” önerdi ve erken seçim istemediğini ilan etti. Sayın Reis aldığı pası ayağında bekletip “yumuşama”dan söz ettikten sonra ansızın ortalayıp ilerledi ve var gücüyle CHP’ye saldırdı. Kayyum, konser, soruşturma, kovuşturma derken Devlet’in güçlerini CHP’nin üzerine saldı. Bunun üzerine Sayın Özel, erken seçim demeye başladı ve “Bundan sonra bir adım daha atarsan geçmişteki her türlü rezilliğinizi anlatacağım” dedi.
Daha önce niye anlatmadı? Bu da bir muamma! Normalleşelim, birbirimizi idare edelim, rezilliğimize karşılıklı olarak göz yumalım, bizim aç müteahhitler de belediyelerden biraz nemalansınlar diye Reis’e teklifte mi bulundu acaba? “Sistem böyle ağbicim, izin ver biz de biraz yolumuzu bulalım” muhabbeti!
Sayın Reis, karşısındaki üç başlı ana muhalefet partisinin zaaflarını görüp saldırıya geçince, siyasî mücadele/pazarlık ansızın kontrolden çıktı ve tarafların kirli çamaşırlarını ortaya döken öğretici bir süreç başladı.
CHP’nin normal bir demokratik ülkenin iktidar partisiyle değil, Devlet olarak örgütlenmiş bir Saray partisiyle pazarlık/normalleşme ya da mücadele sürecinde olduğunu bu saate kadar anlamış olması gerekirdi. Devlet’e karşı seçime giren siyasî partinin mutlaka alternatif bir devlet tasarımına sahip olması gerekir.
Neyse uzatmayalım, toplam duruma gelelim.
Toplam durum çok vahim fakat ciddî değil. Buradan hiçbir yere gidilemez. Bunu herkesin idrak etmesini isterim. Normal sayılarak tartışılan günübirlik şeyler bir Devlet sisteminde ya da hükümet idaresinde rastlanmayacak ölçüde saçmalaştı. Bu saçmalığın altında ya da üstünde bir aklın, strateji ya da taktiğin olmadığı anlaşıldı. Türkiye siyasiler rant paylaşsınlar diye yapılan bir seçim yarışına mahkûm edildi. Kurdukları sistem siyaseti yozlaştırdı, yozlaşma topluma sirayet etmeye başladı.
Saray’ın saltanatı sürsün diye Anayasa yapılır mı? Utanmadan çıkıp bunu söylüyor adam! İnsanlar da tartışıyorlar, şöyledir böyledir diye.
Toplamda bütün siyasî partiler halkın gerçeklerinden koptu, sadece kendilerinin anlayabileceği, halkın bütün kesimlerinin giderek yabancılaştığı esoterik bir kuş diline kilitlendi.
Sonuç niyetine, Yalçın Küçük’ün bir zamanlar dediği gibi, Tez’i yazıyorum:
Cumhur ittifakının Türkiye’nin tarihsel ve kültürel birikimini kendi seviyesine indirme ve orada sabitleme girişimi başarısızlığa uğramıştır. Bu başarısızlığa katlanma mecburiyeti yoktur.
Bu başarısızlık en somut ifadelerini güvenlik, eğitim, sağlık, beslenme ve barınma alanlarında bulmaktadır. Saray rejimi toplumun çözüm bulma imkânlarını kısıtlamakta, bütün çıkış yollarını tıkamaktadır. Kurucu Meclis ve Toplum Sözleşmesi talebiyle topluca sorumluluk yüklenmek her yurttaşın en meşru görevidir. Veryansın, 17. 11. 2024