Yavuz Alogan
Aslında sosyal devlet ilkesinin terk edildiği, neoliberal iktisat politikalarının uygulandığı her ülkede halk devletini arıyor. Ancak gelişmiş kapitalist ülkeler başta olmak üzere pek çok ülkede Devlet, anayasal kurum ve kurallara göre kamu düzenini sağlayan, hükümeti denetleyen bir aygıt olarak işlev görmeye devam ediyor.
Bizde bu işlevin tamamen yok edildiğini görüyoruz.
Bunun sebebi, iktidar partisinin Devlet’i bütün kurumlarıyla ele geçirmiş olmasıdır. Devlet artık Saray’da oturan Başkan ve danışmanlarından ibarettir. Parti devleti bile olamayan bu Saray Devleti, kamu düzenini değil, sadece kendi düzenini sağlamaya çalışıyor.
Çok partili sistem görüntüsünün, genel ve yerel seçimlerin, sanki bir yasama meclisi varmış gibi yapılan hararetli tartışmaların, iktidar-muhalefet normalleşmesinin, “sivil anayasa” tartışmaları ve önerilerinin oluşturduğu cafcaflı örtüyü kaldırdığınız zaman ortaya çıkan çıplak hakikat, ülkenin tek başına Sayın Reis ve onun Saray danışmanları tarafından yönetilmekte olduğu gerçeğidir. Bu gerçek değişmedikçe hiçbir şey değişmez, siyasî toplum hızla yozlaşmaya devam eder.
Bu yapı halk inisiyatifiyle oluşacak bir Kurucu Meclis ve bütün toplumsal sınıfların katılımıyla yapılacak bir Toplum Sözleşmesi’yle aşılarak, etnik ve dinsel grupları dışarıda bırakan bir yurttaşlık hukuku temelinde, yargısı tam bağımsız siyaset üstü bir Devlet’e evrilmedikçe Türkiye’nin geleceği yoktur.
“Geleceği olmamak” çok ağır ve insafsız bir yargı, abartı gibi görülebilir. Fakat bu yargı, iktidarın çevresinde kümelenen, para ve güç hırsıyla gözü dönmüş tarikat, cemaat, mafya grupları ve onların temsil ettiği lumpen burjuva kesimleri dışında, ahlaklı uzmanlardan en sıradan insanlara kadar herkesin hissettiği bir gerçek olarak ortada duruyor. Kendi geleceğini göremeyen insanların çoğunluğu oluşturduğu ülkenin geleceği yoktur.
Monolitik (yekpare) bir devlet yapısı elbette olabilir. Nitekim Hitler 12, Stalin 27, Franco 36, Rıza Pehlevi 38, Ferdinand Marcos 21, Saddam 24 yıl pekâlâ yönetebildi. Günümüzde Rusya, Çin, bazı Ortadoğu ve Afrika ülkeleri de aynı sistemle yönetiliyor. İktisadi kriz, toplumsal buhran, demografik bozulma, yıkıcı iç ya da uluslararası savaş olmadıkça, siyasî iktidar dış güçlerin tehdit ve şantajına boyun eğmek zorunda kalmadıkça, menfaat gruplarını besleme imkânı kesintiye uğramadıkça monolitik bir devlet elbette ülkeyi yönetebilir. Fakat işler çatallaşınca monolitik devlet iç ve dış baskılar altında çözülmeye, halk devletini aramaya başlar.
Şimdi bu çatallaşma durumunun bütün belirtilerini kendi ülkemizde görebiliyoruz. Halk ekonomide, sağlıkta, eğitimde ve sokak güvenliğinde devletini arıyor.
Türkiye’de monolitik Devlet’in, Saray rejiminin geçmişi çok kısa: 2017’den bu yana yaklaşık 7 yıl. Öncesinde AKP, emperyalizmin desteği, FETÖ ajan örgütünün inisiyatifiyle “bürokratik vesayete son verme,” gerçek bir demokrasi inşa etme aldatmacasıyla, geçmişten devraldığı iktisadi yapıyı kullanarak ve demokrasi teamüllerini istismar ederek (tramvay!) uzun bir yıpratma savaşı verdi; Devlet Planlama Teşkilatı’ndan TSK’ya, TBMM’den yargı kurumlarına kadar Devlet’in bütün kurumlarını ya yok etti ya da yozlaştırarak kendine bağladı.
Yedi yıl, tarihsel örnekler dikkate alındığında, ağır bir yönetim zafiyeti için çok kısa bir süre. Sürenin kısalığı Saray Rejimi’nin oturmamışlığını, toplam başarısızlığını, halkın hızla yabancılaşmakta olduğu yenilenmiş Diyanet İşleri dışında bir kurum getiremediğini, özetle yıktığının yerine yenisini koyamadığını gösteriyor. Saray battal edip bıraktığı Devlet’in başında ülkeyi yönetiyormuş gibi görünmek için debeleniyor ve devlet-altı örgütler üzerindeki denetimini giderek kaybediyor. Başta ana muhalefet partisi olmak üzere siyasî toplumun bütün unsurları bu acayip yapıyla normalleşmeye çalışıyorlar
Bu normalleşme çabasının esas sebebi, Sayın Reis’in her defasında emperyalist ülkeler nezdinde kendi iktidarının raf ömrünü uzatmayı başarabilmesidir. Bu başarı şimdiki hâlde iki noktada toplanıyor: göçmen politikası ve her türlü jeopolitik taviz. Biçare ana muhalefet partisi ise emperyalizme karşı konumlanacak güç, niyet ve cesarete sahip olmadığı için, dış güçlerle birlikte Saray’ın raf ömrünü uzatmaya, tarihimizin en vahim durumunu normalleştirmeye çalışıyor. Bir yanda halkın gazını alacak, öte yanda emperyalizm Reis’i feda edene kadar aynı program doğrultusunda ona meşruiyet sağlayarak ortamı normalleştirecek. Hakikat budur! Gerisi politik demagojiden ibarettir.
İktidar partisinin iktidarda kalmak, ana muhalefet partisinin ise iktidara gelmek için dış güçlere yaranma yarışına girdiği çok müstesna bir dönemden geçiyoruz.
Fakat esas tehlike burada değil. Yıllarca devletten beslenen, holdingleşen tarikat ve cemaatler, büyük kentlerde at oynatarak her türlü suçu organize eden mafya grupları, sınır ötesinde ordulaşan bölücü güçlerin TBMM’deki temsilcileri Devlet zayıfladıkça taleplerini yükseltecekler, kuşatma halkasını daraltacaklar ve giderek hem Saray’la hem de birbirleriyle çatışacaklar. Mevcut koşullarda bu çatışmaların karşılıklı silahlı saldırılara dönüşmemesini ancak temenni edebiliriz.
Emniyetin içinden mafya şebekelerinin manipülasyonu, Sinan Ateş cinayeti iddianamesinin kamu vicdanında yer bulmaması, PKK’nin sivil uzantılarına hapis cezası verildiği saatlerde Sırrı S. Önder’in TBMM Başkanvekili sıfatıyla kürsüden “Zindandaki bütün arkadaşlarımı selamlıyorum” diyebilmesi çok anormal durumlardır. Bu anormalliklerin vahim sonuçları kapıdadır.
Bu arada NATO’nun Türkiye için yeni bir sefer-görev emri hazırladığını, iktidarını ancak sıcak para ve jeopolitik tavizle sürdürebileceğini düşünen Saray’ın bu hazırlığa karşı koyabilecek güce sahip olmadığını anlıyoruz. Rusya’nın önümüzdeki birkaç ay içinde Odessa’yı karadan işgal etmesi hâlinde Karadeniz üzerinden savaşa itilmemiz an meselesi olacak. Öte yanda NATO Genel Sekreteri’nin Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan ziyaretlerinin ardından kitlesel olayların başlaması, Güney Kafkasya’da süren nüfuz alanı mücadelesinin eylemliliğe dönüştüğünü gösteriyor. Bu kargaşanın Türkiye’ye uzanması da an meselesidir.
Devlet’in tepesinde jeopolitik bir bunalım oladuğunu anlıyoruz. Sayın Saray’ın bir yanda “Ülkemizin hak ettiği yeri aldığı bir Avrupa tablosu için çalışmaya hazırız,” derken; öte yanda, “Hamas Gazze’de Anadolu’nun ileri hat savunmasını yapıyor,” demesi, en azından izaha muhtaçtır. Diplomatik ve askerî uzmanlığı gerektiren, Saray’ın giderek daralan çıkarlarının ötesinde politika oluşturabilecek sahici bir Devlet aklına ihtiyaç var.
Devlet arayışı her zaman ekonomi alanında başlarlar. Arayışın ileri aşamalarında bu alana sağlık, eğitim, dış politika gibi başka alanlar eklenir. Hiçbir halk bu kadar saçmalığa ve zorluğa uzun süre katlanamaz. Saray Rejimi’nin “bürokratik vesayet” korkutmalarına ve CHP’nin gaz alma teşebbüslerine kapılmayan bütün yurttaşlar milletin bağrından bir kurucu irade çıkarana kadar Türkiye, 112 yıl önce denildiği gibi, “hufre-i inkıraz ve pençe-i izmihlâl” (uçurumun kıyısında ve yıkımın pençesinde) olarak yalpalamaya devam edecektir.
Tereddütsüz Türk kurucu kimliğimizi ve ulus-devletimizi, 1961 Anayasası’nda yazılı olan bütün kurumlarımızı, yurttaşlıktan gelen hak ve özgürlüklerimizi, milletin ve anayasanın muhafızı olan silahlı kuvvetlerimizi, demokratik laik ve sosyal hukuk devletini geri istiyoruz. Bu taleple Veryansın okurlarının 19 Mayıs Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı’nı kutluyorum. Veryansın, 19. 5. 2024.