Yavuz Alogan
Deniz kıyısında yaz tatili alışkanlığı sanırım 1950’lerin sonuna doğru kitleselleşti. “Sosyal Tesis” kavramının henüz olmadığı bir dönemde devlet memurları yazları deniz kıyısında kamp kurmaya başladılar. “Sosyal” kavramının, “sosyal tesis”i de beraberinde getirerek Anayasa’ya girmesine bir ya da iki yıl vardı.
Trakya’nın Marmara kıyısında böyle bir memur kampı hatırlıyorum. Edirne vilayetinin bütün maarif ordusu, okul müdürleri, öğretmenler, kızlı erkekli öğrenciler geniş bir çadır kampında buluşmuşlardı. Edirne valisinin (Nihat Danışman) ailesiyle birlikte kampı ziyaret ettiğini, mayosunu giyerek öğretmenler ve öğrencilerle birlikte yüzdüğünü hatırlıyorum. Deniz kıyısında kurulan uzun masalarda rakılı balıklı şen şakrak sohbetler geç saatlere kadar sürerdi.
Yüzmeyi orada öğrendim. Annemin öğrencilerinin yaptığı dev uçurtmanın peşinden koştum. Geceleri kamp ateşinin çevresinde toplananlara gitar eşliğinde napoliten şarkılar söyleyen Nesteren ablaya âşık olmuştum. Lise ya da öğretmen okulu öğrencisiydi sanırım. Çok güzel çilli yüzünü, uzun kızıl saçlarını hatırlıyorum. Çok etkilenmiştim. Sesi ve görünüşü olağanüstüydü. Hayattaysa kendisine buradan selam ederim. Seksenli yaşlarda olmalı.
Bu deniz kampı muhabbeti 1970’lerin başına kadar sürdü. Zamanla çadırların yerini ağaçlar arasında bungalovlar, daha sonra küçük beton yapılar, nihayet spor sahası, kafesi, restoranı olan daha gelişmiş tesisler aldı. Erdek’teki MKE tesisi bunlardan biriydi. Tramplen ve atlama kulesini ilk kez orada gördüm.
Gemlik’te büyük bir idareciler kampı vardı. Daha çok kampın bitişiğindeki TÖS (Türkiye Öğretmenler Sendikası) kampındaki yaşıtlarımla vakit geçirirdim. İki kamp arasında ideolojik ayrılık vardı fakat ilişkiler mesafeli ve saygılıydı. Herkes birbirini tanıyordu. Ortam genç insanı kitaplara yönlendiriyordu.
Sonraki yıllarda kamu kuruluşlarının, sendikaların, meslek kuruluşlarının sosyal tesisleri Ege ve Akdeniz kıyılarına yayıldı. Devlet memurları, sendikalı işçiler, ordu mensupları, meslek sahipleri aileleriyle birlikte yaz tatillerini bu kamplarda geçiriyorlardı.
İki yıl önce bu tesislerin birini gezme fırsatım oldu. Özdere yakınlarında, sanırım Maliye Bakanlığı ya da Merkez Bankası’na ait, küçük bir kasaba büyüklüğünde, içinde müstakil evler, kafeler, voleybol ve birkaç golf sahası olan, her tarafı yemyeşil, ağaçlıklı, yürüme yolları parke taşlı, mimarî estetiği ve dağılımı mükemmel bir yerdi. Fakat bakımsız ve ıssızdı, terk edilmişti.
Kapıdaki “Girilmez!” levhasına rağmen içeri girdim, düdük çalarak koşan bir bekçi tarafından ikaz edilene kadar dolaştım. Bekçiyle ayak üstü sohbet ettik. “Burayı Araplara sattılar ağbi,” dedi.
Sosyal tesislerin satışa çıkarılması Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi’yle oluyor. Cumhurbaşkanı bir kararname çıkararak kamuya ait herhangi bir taşınmazı “özelleştirme kapsamı”na alabiliyor. Mesela en son 2021’de 4264 Sayılı bir kararname çıkararak elde kalan 18 sosyal tesisin 2025 yılına kadar özelleştirilmesini buyurmuşlar. Sayın Saray’ın bütün ülkeyi özelleştirme kapsamında tuttuğunu zaten biliyoruz, sonunda ne olacağını merak ediyoruz.
Milyonlarca kamu çalışanı, sendikalı işçi ve emeklinin böyle bir şeye nasıl razı olduğunu, tesislerin boşaltılmasına, Araplara satılmasına nasıl katlandığını, en kötü hizmet karşılığında yurttaşı en ağır biçimde söğüşleme mantığı üzerine kurulmuş tatil sektörü piyasasının insafına çoluk çocuk nasıl teslim olduğunu anlayabilmiş değilim.
Yıllarca ailenle gidip tanıdık bir ortamda makul fiyatlarla tatil yaptığın yerden seni kovuyor, git başının çaresine bak diyor. Tesisi de Arap’a satıyor. Arap da orayı yıllarca boş bırakıp muhtemelen arsa fiyatının artmasını bekliyor, sonra uluslararası bir turizm şirketine satıyor ya da kiralıyor. Hiçbir tepki göstermeden aval aval bakıyorsun. Tepki göstermen için acaba sana ne yapması gerekiyor?
Kıyılarda yaşanabilir yerler yabancıların işgali altında. Sadece bu yılın ilk beş ayında toplam 15 milyon 593 bin 489 turist gelmiş. Dolar ve avro sürekli yükseldiği için uluslararası turizm şirketleri yabancıya indirim yapıyormuş. Yabancıya ucuz olan her şey bizim için yanına yaklaşılmayacak kadar pahalı.
Muhalif bir politikacı sosyal medyada şöyle bir paylaşım yapmış: “Ruslar ve Almanlar son 80 senedir Stalingrad’dan sonraki en büyük kitlesel karşılaşmayı Antalya’da gerçekleştirdiler.”
Zamanla elbette her şey değişir. Biz Side’ye ilk gittiğimizde elektrik jeneratörle sağlanıyordu, Kleopatra adında tek bir lokanta vardı. Yirmi yıl sonra dev otellerin sıralandığı o uzun sahilde Amerikalı turistler atla geziyorlardı. Bodrum, kalenin etrafında bir grup beyaz evden ibaret bir köydü. Şimdi tatil zamanı arabayla ilçeye girmek için üç saat kuyrukta beklemek gerekiyor.
Değişimin çoğunluğun yararına, halkın çıkarına olması gerekir. Değişim azınlığın azınlığının çıkarına, yabancıların yararına oluyorsa kabul edilmemeli. En azından topluca, örgütlü direniş gerekir.
Kapitalizmin janjanlı reklamlarla sıradan insanı borçlandırarak nasıl bir “şahane hayat yanılsaması” yarattığını elbette biliyorum. Bunu defalarca yazdım da. Kimsenin ne kendisine ne de başkasına itiraf edebildiği fakat sürekli şikâyet etmekten de geri duramadığı bu vahim yanılsama bunca ağır masrafa ve çileye rağmen nasıl sürebiliyor?
Bütün kıyılar tamamlanmış ya da inşaatı süren beton binalarla dolu. Bunca insanın bir tatil dönemindeki def-i hacetinin nereye nasıl boşaldığı, bazı yörelerde rüzgârın önüne katıp yaydığı hafif foseptik kokusuyla anlaşılıyor. Kalabalık plajlarda, çirkin evlerin balkonlarında çoğu kez tuhaf bir müzik eşliğinde öylece oturup şahane hayat yaşayarak sürekli para harcıyor, sonra uzun araba kuyruklarına girip hayatlarını tehlikeye atarak evlerine dönmeye çalışıyorlar.
Maliyet bir yana, insanların deniz kıyısında olmaktan nasıl bir haz aldıklarını anlamak da zor. Çoğunluk yüzme bilmiyor. Tıklım tıkış bir kıyıda denizin sığ yerinde yarı bellerine kadar suyun içinde öylece durup bekleşiyorlar ya da halka oluşturup sohbet ediyorlar. Ya da İslamî moda tasarımcılarının renklendirdiği haşemalarla suyun içinde debeleniyorlar. Denizden değil de suyun verdiği serinlikten istifade ediyorlar herhalde.
Şu kısa bayram tatilinde 46 kişi boğulmuş. Yıllık boğulma sayısı 900! En azından ilk ve orta öğretimde spor derslerine bir “yüzme” konusu ekleyebilirler. Amsterdam’da bir iki çocuk kanallarda boğulunca öğrencilere yüzme sertifikası zorunluluğu getirilmiş mesela, belediye sertifika alamayacak kadar küçük çocuklara parasız yüzme kursu veriyormuş.
Her konuda planlama ve eğitim şart…
Bizim kuşak galiba dünyanın en iyi son zamanlarını yaşadı. Şimdi de en kötü ilk zamanlarını yaşıyor.
Şu fırtınalı pazar gününde herkese “sosyal” ve “sosyal tesis” kavramları üzerinde düşünmeyi tavsiye ediyorum. Veryansın, 09. 07. 2023