DEVRİMLERİN IŞIĞI

Yavuz Alogan

        İçinden geçtiğimiz arazinin topoğrafyasını ancak uzaklaştığımız zaman, yüksek bir yere çıkıp aşağıya ya da araya mesafe koyarak geriye baktığımız zaman anlayabiliriz.  

Etki alanı içindeyken fark etmediğimiz özellikleri mesafe açıldıkça, zaman geçtikçe, olanca potansiyeli, yetersizlikleri, kazanımları, gerçekleşen ve gerçekleşmeyen vaatleriyle topluca görme imkânı ediniriz. Geçmişin ışığı zamanın ve mesafenin prizmasında kırılarak geleceği aydınlatır; ya da artık çoktan sönmüştür, bugüne ulaşamayacak kadar kısa kalmıştır.

        Devrimler için de böyledir.

        Tarihçi Eric Hobsbawm, 1789 Fransız Devrimi’nin 200. Yılı için  yazdığı “Fransız Devrimine Bakış” adlı kitabında, topoğrafyaya uzaktan bakarak devrimleri günümüze uzanan etkileriyle değerlendirir.  Sovyetler Birliği’nin dağılmasından bir yıl önce, 1990’da yayımlanan kitapta, 1917 Ekim Devrimi’nin 20. yüzyıl devrimlerinin prototipi olduğunu, daha sonra gerçekleşecek bütün devrimlerin ilk örneği olarak kabul edildiğini fakat günümüzde etkisinin azaldığını söyler.

Gerçekten de 74 yıl boyunca her devrimci hareket ve işçi devrimi girişimi, Ekim Devrimi’nin oluşturduğu modele uyum sağlamaya çalışmış, aynı terminolojiyi kullanarak dönemin stratejik ve taktik alternatiflerini benzer bir sonuca ulaşmak için zorlamıştır.

Bu uzun dönemin temel sorusu şudur: 1917’deki gibi burjuva demokratik devrim aşamasını bilinçli bir atılımla aşarak sosyalizme geçiş sürecini başlatmak, sınıfsal güç ilişkileri ve verili toplumsal/siyasal koşullar dikkate alındığında, mümkün müdür?  

1917’de koşulların denk gelmesiyle bunun mümkün olduğu görüldü. Fakat arkasından şu soru geldi: üretim güçlerinin her zaman yetersiz kaldığı, üretim ilişkilerinin devlet terörüyle biçimlendirildiği bürokratik bir diktatörlük rejimi altında ve ancak en temel maddi ihtiyaçların kısmen karşılanabildiği koşullarda sosyalizme geçişi sürdürmek mümkün müdür?

 Ve nihayet, “105. yılında Ekim Devrimi geçmişimiz değil geleceğimizdir” diyenlerin cevaplaması gereken trajik soru: 74 yıllık bu deneyim gerçekten sosyalizme geçiş süreci ya da sosyalizmin ta kendisi idiyse, nasıl oldu da  dar kafalı KGB unsurları Kremlin’i ele geçirerek  emperyal Rus Ortodoks çarlığını canlandırma girişiminde bulunabildiler? Bürokrasi, kendi içinden dünyanın en beleşçi, en bencil vatan haini burjuvazisi olan oligarkları  nasıl çıkarabildi? Ve Rus işçi sınıfı bütün bu olup bitenlere direnmeden nasıl seyirci kalabildi?

Günümüzde artık geçerli olmayan dolaylı etkilerini (batıda refah devleti, sosyal güvenlik, iktisadî planlama, karma ekonomi vs) bir yana bırakırsak, Ekim Devrimi’yle başlayan ve sona eren sürecin, ihtilalci kararlılığı, cüret ve cesareti dışında geleceğe ışık tutan, hatta bugünü aydınlatan bir yanı, özellikle taktik düzeyde örnek alınacak bir özelliği kalmadı. “Iskra tipi örgütlenme” ya da Lenin’in İki Taktik’i, işçi-köylü ittifakı vs. ya da Stalin’in “büyük sanayi atılımı” bugün bize ne söyleyebilir?

Ölmeden hemen önce Stalin, mealen, “Ben ölünce mezarımın üzerine her türlü çöpü, pisliği yığacaklar fakat sonra güçlü bir rüzgâr esecek ve dökülen her pisliği temizleyecek,” demiştir. O rüzgârın esmediği, tam tersine 74 yıllık dönemin bütün hataları sevapları, kahramanlıkları ve facialarıyla birlikte durgunluğa sürüklendiği, karanlıklarda kaybolmaya yüz tuttuğu görülmektedir.

Nitekim Hobsbawm  Ekim Devrimi’yle başlayan sürecin, ölçeği ve yarattığı etkilerin sürekliliği bakımından Fransız Devrimi’ne kıyasla “cüce” kaldığını söyler. Bu sözleri tarihçiye 1990’dan önce söyleten öngörü bugünden bakıldığında olağanüstüdür.  

Üzerinden Direktuvar Yönetimi, Napoleon Savaşları, iki kez Bourbon Hanedanı, Louis Bonaparte, Paris Komünü, iki dünya savaşı ve beş Cumhuriyet geçmesine rağmen, 1789 Fransız Devrimi’nin yarattığı hukukî ve idarî yapılar günümüze kadar geldi; “Toplum Sözleşmesi” düşüncesi, “yurttaş” kavramı ve ulus-devlet anlayışı canlı kaldı. Sosyalizmin sahneyi terk etmesinden sonra emperyalizmin insan haklarını etnik, dinsel, cinsel haklar olarak yeniden tanımlama çabasına rağmen, 1789 İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi günümüze kadar güncelliğini korudu, bütün anayasalarda farklı sözcüklerle yer aldı. Bugünün dünyasında sokaklara çıkıp özgürlük, eşitlik, laiklik, Anayasal güvence ve yeniden sosyal refah devleti isteyen insanlar, 18. yüzyılda burjuvaziye ait olan taleplere mevcut koşullarda bütün insanlık adına daha şimdiden sahip çıktılar.  

Biz de Türkiye’de kul değil yeniden yurttaş olmak, ümmet olarak değil millet olarak tanımlanmak, planlı iktisadi ve toplumsal kalkınma istemek, özelleştirilen kurumları kamulaştırmak, üniter ulus-devlete sahip çıkmak, yeni bir temsilî yapıyla (Konvansiyon) yeni bir Toplum Sözleşmesi yapmak için Saray’ın karşıdevrimiyle mücadele etmek durumundayız. İçinden geçtiğimiz şu 20 yılın sonunda bütün dikkatimizi bu talepler ve hedefler üzerinde toplamak zorundayız. Sonrasına bakarız…

Son otuz yıl içinde kapitalizmin yapısında meydana gelen muazzam değişikliği unutarak 1900’lü yılların ilk yarısında yaşıyormuş gibi düşünüp davranamayız.

Günümüzde teknoloji proletaryayı mekânsal  olarak dağıttı, kendi içinde daha çok katmana böldü (Engels’in “işçi aristokrasi”sinden söz ettiği tarih 1857’dir); neoliberal kapitalizm bir sınıf olarak proletaryayı prekarya’nın bir parçasına dönüştürdü (prekarya: neoliberal saldırının güvencesiz çalışma koşullarında ve belirsiz gelecek kaygısında eşitlediği, siyasî davranışı kestirilemeyen herkes); otomasyon,  geçmişin “yedek sanayi ordusu” kavramıyla açıklanamayacak türde sürekli ve yapısal bir işsizliğe yol açtı; işgücü talebini dikkate almadan sermaye birikimini sürdürebilen, hayat tarzıyla giderek geçmişin aristokrat sınıflarına benzeyen  burjuvazi ulusal sınırlardan kurtularak gezegenin her yerine dağıldı; devletler, küresel sermayenin rahat akışını sağlayan, halktan topladığı haraçla zenginleri besleyen  silahlı  anonim şirketlere dönüştü.  

Yirmibirinci yüzyılın devrimleri öncekilere benzemeyecek. Çok daha şiddetli ve karmaşık olacak, el yordamıyla, büyük gerilemeler ve atılımlarla yol alacak. Söz eylemin peşinden gidecek, teori pratikten çıkacak. Fakat her şeyden önce, sıradan insanın üstüne vazife olmayan her şeye burnunu sokma, yaşadığı ülkeye sahip çıkma, başındaki diktatörlerin ve sahtekâr çıkarcı siyaset esnafının varlığını sorgulama, itiraz etme, talepte bulunma, inatla başkaldırma, isyan etme ve örgütlenme yeteneğini bütün ülkelerde yeniden kazanması gerekecek.  Veryansın, 11.11.2022