ÜÇ BÜYÜK SORUN

Yavuz Alogan

Saray rejiminin yarattığı temel sorun Devlet’i iktidar partisinin içinde yok etmiş olmasıdır.

Ele geçirdiği Devlet teşkilatını önce anonim şirkete, daha sonra çevresinde toplanan menfaat şebekesini besleyen bir aygıta dönüştürdü. Ve nihayet zirvede paniğe kapıldı ve ülkenin bütün kaynaklarını yağmalayan bir tür mafya teşkilatı olarak açığa çıktı.

Teşkilat ekonomiyi büyütürken halkı yoksullaştırdı. Geçen sene Korkut Boratav,  “ekonomik kriz değil toplumsal bunalım var” demişti: “Ortada iktidar tarafından yaratılmış insanî bir trajedi var.”

Peki bunun sebebi nedir?

Boratav, şöyle açıklıyor: “Gelir dağılımında emekçilerin aleyhine ‘sıçrama’ boyutuna ulaşan bir aktarımın hangi çevrelere, hangi boyutlarda intikal ettiğini bugün sadece kurgulayabiliyoruz” (SoL, 06. 08. 21).

Yani paranın nereye gittiği belli değil, bütçe göstermelik, anayasal denetim organları felç olmuş. Tek parti devleti borçlanarak ve  halkı soyarak   parayı zenginlere ve kendi seçmenlerine aktarıyor ya da devletin derinliklerinde kaybediyor.

Peki emekçiler ne yapıyor?

İçişleri Bakanlığı, son 1 Mayıs’ta 78 ilde yapılan 198 etkinliğe 139 000 kişinin katıldığını açıkladı. Bu sayı sendikal örgütlenmenin ve meslek kuruluşlarının dibe vurduğunu göstermektedir. Emekten gelen güçlerinin kalmadığı anlaşılıyor. Üyelerini toplayamıyorlar, talepler ve eylem programı şöyle dursun, akılda kalan tek bir ortak slogan atamıyorlar. Siyasî mücadele alanından kurumsal olarak çekildiklerini anlıyoruz. Sendikalar, “dört kişilik bir ailenin aylık mutfak masrafı…” diye lafa başlayan anket şirketlerine dönüşmüş.

Peki daha genel olarak toplumun durumu nedir?

Anomiktir.

“Anomi” kavramını ilk kez sosyolog Emile Durkheim “İntihar” (1897) adlı kitabında kullanmıştır.

Sarayın en büyük başarısı toplumda giderilmesi zor bir “anomi” yaratmış olmasıdır. Bu bir başarıdır, çünkü hayalindeki sistemi ancak bir harabenin üzerine inşa edebilecektir.  Anomik toplumda insanları bir arada tutan “normlar” kaybolmuş; geçmiş dönemlerde herkesin kural olarak benimsediği, eleştiri konusu olsa da kimsenin varlığından şüphe etmediği bağlayıcı değerler yok olmuştur. Toplum, insana kim olduğunu, ne yapması gerektiğini söyleme kabiliyetini kaybedecek ölçüde kültürel, etnik ve dinî olarak -bizim örneğimizde- ayrışmış ve  bölünmüştür.  İçe doğru (intihar, cinayet) ya da dışa doğru (isyan, ayaklanma) tarzında eş zamanlı sosyal patlamalar ve giderek derinleşen iç savaş potansiyeli, anomik toplumun tipik özelliğidir.

İç savaşın bir diğer etkeni demografik yapının göç nedeniyle bozulmasıdır. Halkı yoksullaştırılmış bir ülkede toplam nüfusun neredeyse sekizde biri “ayrıcalıklı” (ayrıcalıklı!) göçmenlerden oluşuyorsa ve anayasasında “laiklik” ilkesinin yer aldığı ülkenin sahipleri bu vahim durumu “ensar /muhacir” gibi dinî terimlerle, 7. yüzyılın aşiret toplumuna gönderme yaparak açıklamaya çalışıyorlarsa, büyük iç çatışmalara hazır olmak gerekir.  Saray bir seçim daha kazanarak milleti ümmete dönüştürme sürecini tamamlasın diye askerin iç cepheyi feda ederek ülke sınırlarını korumaktan vazgeçmiş olması vahimdir.  Türkiye hem Amerikan emperyalizminin hem de Saray’ın icabında kullanacağı bir cihatçı deposuna dönüşmek üzeredir.

 Toplamda bu üç sorun (gelir eşitsizliği / toplumsal anomi / kontrolsüz göç) Türkiye’yi daha şimdiden “failed state,” yani egemenliğini kaybeden, dışarıdan yönetilmesi gereken başarısız / batık devlet kategorisinin eşiğine getirmiştir. Beka sorunu budur!

Saray bu üç sorunun birincisini (gelir eşitsizliği) umursamıyor.   “Fakir-fukara-garip-guraba” dediği örgütsüz emekçi halkı fakr-u zaruret içinde ezip perişan ederek, “şükür” vaazlarıyla oyalayarak, sahte umutlarla aldatarak kendisine mecbur bırakmaya, zenginleştirdiği şahsi burjuvazisiyle çevresini ve ailesini tahkim etmeye çalışıyor.

         İkinci sorunu (toplumsal anomi) siyasal İslâm’ı Türkiye’nin resmî devlet ideolojisi hâline getirerek aşmaya çalışıyor. Ayasofya Kalkışması’ndan beri dinî söylemini ekonomiden dış politikaya kadar her alana giderek daha fazla bulaştırdı. Anayasa’ya devletin dinini yazacak, Medeni Kanun’u Mecelle’ye çevirecek. Böylece halk kimlik bunalımından çıkarak yeni bir ideolojik şahsiyet edinmiş olacak; itiraz eden anayasayı ihlâl etmiş sayılacak.

         Üçüncü sorunu (göç) çözmesi pek mümkün görünmüyor. Asker sivil devlet bürokrasisinin biat etmiş de olsa bütünüyle öngörüsüz olduğunu düşünemeyiz. Kitlesel göçün yarattığı tehlikeyi gördüler, Türk halkının öfkesini fark ettiler ve muhtemelen Saray’ın içinde seslerini yükselttiler. İktidarın “ensar” muhabbetinden ansızın “onurlu dönüş” söylemine geçmesinin başka bir sebebi olamaz.

Fakat bu kez, egemen Suriye devletinin sınırları içinde “on üç yerel meclisle çalışıyoruz,” onurlarıyla dönenlere oralarda briket evler yapıyoruz demeye başladı. Yani egemen bir devletten göç edenlere o devletin sınırları içinde kurulan yerel meclislerin yönettiği yerleşim alanları açıyor. Çok tuhaf bir proje!   Hem Suriye’yi bölmeye çalışan emperyalizme göz kırpıyor, hem de giderek öfkelenen Türk halkını “göndereceğiz” diye avutmaya çalışıyor.

Göç sorununun Saray’ı sarsacak güçte çözümsüz olduğunu anlıyoruz. Göçmenlerin yüzde 60’ı dönmek istemiyor. Kaybedecek bir şeyi olmayan bu insanlar edindikleri imkânlardan asla vazgeçmeyecek, sonuna kadar direneceklerdir. Kuracakları her örgüt karşıt örgütlere yol açacaktır.

         Toplamda Saray Türkiye’yi dönüşü olmayan bir yola sokmaya çalışıyor. Yani öyle bir an gelecek ki kuvvetler ayrımı olan laik, demokratik ve sosyal hukuk devletini hayal bile edemeyeceksiniz, hayatta kaldığınıza, nefes alabildiğinize, kimsenin sizi öldürmediğine ya da tutuklamadığına şükredeceksiniz.  Saray’ın bu yönde mesafe aldığı inkâr edilemez.

         “Siyasî şizofreni” diye bir kavram var mı bilmiyorum. Olsaydı, cumhurbaşkanlığı seçimine kilitlenmiş siyasî partilerin durumunu çok güzel açıklardı.

Siyasetin söylemine bakınız! Pinokyo seçim turuna çıkarken yanına Nagehan’ı almış! Kimi alacaktı? İşçi sınıfını temsilen Arzu Çerkezoğlu’nu mu?  Ya da Kılıçdaroğlu olmazmış, çünkü Sünni değilmiş. Mansur Bey kendisini naza çekiyormuş, oysa halk onu istiyormuş. Kulislerde finans profesörü Özgür Demirtaş’ın adı geçiyormuş; adam hem paradan anlıyor hem de güzel konuşuyormuş.

ABD-AB’ye uyumlu, Chatham House’a girdiğinde göz dolduran fakat siyasetten de anlayan, dinî hassasiyetlerini laiklikle harmanlamış, hem namaz kılan hem de “Bella Çav” diye şarkı söyleyen, hem Mustafa Kemal’e hem II. Abdülhamid’e hayran, aynı zamanda kültürlü, mutlu ve yakışıklı bir cumhurbaşkanı arıyorlar. Bence lisan şart. Ekmeleddin üç dil biliyordu mesela… Veryansın, 06. 05. 2022