LİYAKATLİ SEÇKİNLER

Yavuz Alogan

         Devlet teori ve pratiği üzerine derin zihinsel faaliyetimin ara sonucu olarak şu kanaate vardım: Devlet liyakatli seçkinler tarafından yönetilmelidir.

          “Seçkin” sözcüğüne lütfen takılmayalım. Burada sınıfsal/ideolojik bir sorun yok. Zira her toplumsal sınıfın kendi seçkinleri vardır.

         Mesela kendini yetiştirmiş, akıllı mantıklı, yurtsever ve seçkin bir torna tesfiye ustası ekonomiyi, elbette uzman görüşlerini dikkate alarak, Nebati Bey’den çok daha iyi yönetebilir.  Hangi toplumsal sınıfa mensup olursa olsun mesleğinde liyakatli, kendi ortamında fikirleriyle dikkati çeken seçkin bir şahsiyet Devlet yönetiminde çok başarılı olur. Önemli olan bu türden insanların yolunu açacak bir sistem kurabilmektir.   

         Soru şudur: liyakatli seçkinler Devlet yönetiminin dışına sürülürken ya da dışında bırakılırken; sokaktan toplanan liyakatsiz, cahil ve çıkarcı pragmatistlerin, tıpkı bir üzüm salkımı gibi Devlet’in bütün kademelerini yukarıdan aşağıya işgal etmiş olmalarının sebebi nedir?

         Başka deyişle, Devlet’i yöneten ya da yönetmeye aday olabilen kişiler hangi mekanizmayla öne çıkarılıp, olanca cehaletlerine, liyakatsizliklerine, hatta ahlaksızlıklarına ve çıkarcılıklarına rağmen seçmenin gözüne gözüne sokulup parlatılıyorlar? Sistem kendisine uygun adamları hangi mekanizmayla seçip yükseltiyor, adına “demokrasi” denilen bir dizi prosedürden geçirerek onları karnaval benzeri şenliklerle halka seçtiriyor; vadesi dolunca, kullanım değeri kalmayınca onları sepetliyor ve her defasında yerlerine benzerlerini geçirerek varlığını sürekli hâle getirebiliyor? Soru budur!

         Burada siyasî sistemin, hatta daha da ileri giderek emperyalizmin “görünmez eli”nden söz edebiliriz. El görünmüyor fakat etkisi ve yarattığı sonuçlar ülkelerin kaderini belirliyor.

         Bu sadece ülkemizin sorunu değil. Soğuk Savaş’tan bu yana geçerli olan ve bütün ülkeleri kapsayan bir Devlet sorunu.

         Avrupa liderlerinin seçiminde kaliteye biraz daha önem verildiği anlaşılıyor.  Batı’da Devlet’i yönetecek olan kişiler ABD’de “genç liderler programı”na tabi tutularak ayıklanıyorlar ve uygun olanlar seçilip hem kendi ülkelerinde hem de dünya çapında bir yıkama yağlama parlatma işleminden geçiriliyorlar. Eski İtalya Cumhurbaşkanı Francesco Cossiga gazeteci Nur Batur’a, kendisi dâhil Aldo Moro, Margaret Thatcher, Helmut Kohl, Helmut Schmidt, Valéry Giscard d’Estaing gibi pek çok Avrupalı “lider”in ABD’nin eğitim tezgâhından nasıl geçtiğini uzun uzun anlatıyor.  “Hepimiz çok gençtik,” diyor. (Nur Batur, Ortadoğu’nun Şahları Vezirleri Piyonları, Kırmızıkedi 2022, s.26).

         Bu liderler küresel sistemin ve onun muhafızı olan Gladyo’nun verdiği siyasî bilinç ve kültürle eğitiliyorlar.  Yelpaze inanılmayacak kadar geniş. Vladimir Putin bile Yeltsin döneminde Petersburg Belediyesi’nde çalışırken, “Genç Küresel Liderler Pogramı”ndan geçmiş.

         Bizim gibi azgelişmiş bağımlı ülkelerde bu sürecin daha kaba ve kolay yöntemlerle fakat benzer biçimde işlediğini görüyoruz.  Gladyo bağlantısının NATO ideallerine sadık, İttifak’ın eğitim tezgâhından geçmiş bazı generallerle kurulduğunu anlıyoruz. Bu sürecin Soğuk Savaş’tan sonra iyice yozlaşarak, AKP’nin desteğiyle Devlet’in içine yerleştirilen FETÖ’nün askerî kanadı gibi bir ihanet örgütünü nasıl doğurduğunu hep birlikte gördük.

         Sivillere gelince, 1957’de Rockefeller Foundation Fellowship Bursu’yla ABD’ye giden, Kissinger’ın öğrencisi Ecevit’i  ya da Morisson Knudsen Inc’in Türkiye temsilcisi Demirel’i ayrı tutmak gerekir.   Benzer bir “liderlik” eğitiminden geçtiklerini gösteren kanıtlar yok. Son tahlilde ikisi de yurtsever siyaset adamıydı. Ecevit 1974’te sisteme kafa tuttu, Gladyo’ya karşı çıktı, neredeyse adamı öldüreceklerdi. Demirel bence, Soğuk Savaş’ın en hararetli döneminde ABD ile Sovyetler Birliği arasında denge kurmayı başaran, son tahlilde değerli bir sağcı devlet adamıydı.

         Fakat Ecevit’in 1985’te kendi partisini bölerek ve CHP’nin altı ok geleneğinden uzaklaşarak bir tür “İskandinav sosyalizmi”ne yönelip DSP’yi kurması ve hayatının son yıllarında Hocaefendi Hazretleri’ne övgüler düzmesi nasıl açıklanabilir? Ya da Demirel’in 1993 DYP Kongresi’nde merkez sağın en kıdemli ve başarılı şahsiyetlerinden Köksal Toptan ve  İsmet Sezgin’e karşı Tansu Çiller gibi bağlantılı bir unsuru onca emek verdiği partisine genel başkan seçtirmesi, “Lady”i delegeye kabul ettirmesi nasıl açıklanabilir?  

CHP’nin birkaç parçaya bölünmesi ve DYP’nin Tansu Çiller yönetiminde merkez sağ niteliğini kaybederek yok olması, ANAP gibi cunta sonrasında “dört eğilimi birleştiren” bir partinin görevini tamamladıktan sonra dağılması ve bütün bunların rejimi değiştiren, Cumhuriyet İlkeleri’ni yok eden siyasî İslamcı işbirlikçi AKP’nin yolunu açması, bugünden bakıldığında farklı bir ışıkta görünüyor.

         Bütün bunlara Deniz Baykal’ın CHP içindeki ulusalcı Kemalist solcu kadroları tasfiye ederek Kemal Kılıçdaroğlu gibi enteresan özellikler taşıyan bir unsura ortam hazırlaması, böylece kendi kuyusunu kendi elleriyle kazması, bu arada çarşafa rozet takması, Ricky Martin şarkısıyla konfetiler falan yağdırması, böylece imajını “düzeltmeye” çalışması gibi eğlenceli durumları da ekleyebiliriz.

         Hatta daha da ileri gidebiliriz… Mesela Refah Partisi’nin bir Amerikan-İngiliz komplosuyla bölündüğünü, “BOP eşbaşkanıyım” diye ortaya çıkan Reis’i halktan önce Morton Abramowitz’in seçtiğini söyleyebiliriz.

         Hayır, korkmayın, İmamoğlu’nun gaipten nasıl zuhur ederek potansiyel bir lidere, cumhurbaşkanı adayına dönüştüğünü, emperyalizmin liyakatsiz ve sıradan pinokyoları seçip Geppetto usta gibi tahtadan yontarak ortalığa nasıl saldığını, karanlık bir unsur olan Meral Akşener’in MHP’nin içinden nasıl çıkarılıp boş duran merkez sağa doğru itildiğini falan uzun uzun anlatarak şu güzel pazar gününde asabınızı bozacak değilim.

Bunları daha önce yazdım zaten.  Zaten bu yazıları okunsun diye değil, tarihe not düşmek için yazıyorum.

         Neyse uzatmayalım…

         Özetle belirtmek gerekirse, tam bağımsızlık ve gerçek demokrasi güncel bir sorundur. Türkiye’nin temel sorunu budur!

Yeryüzünde siyasî yapısı esas olarak ABD, kısmen AB ülkeleri tarafından Türkiye’deki kadar derinden “dizayn” edilen ikinci bir ülke olduğunu sanmıyorum. Cumhurbaşkanlığı’ndan bakanlıklara ve devlet teşkilatına, sendikasından üniversitesine kadar asker sivil bütün kurumlara nüfuz etmişler, ülkeyi kaytanlı topaç gibi çekip çeviriyorlar. Biz de seçimler olacak, “geççek” diye bekleşiyoruz…  Öylesine çaresiz kalmışız ki mevcut emperyalizmden ancak alternatif emperyalizmlerle kurtulmanın mümkün olduğunu savunan su katılmamış oportünistler (fırsatçılar) bile var.    

         Kurucu Meclis, Toplum Sözleşmesi, millî anayasa fikrine alışmak gerekir. Türkiye’yi kurtaracak olan budur.  Paranın siyaset ve medya kurumlarındaki gücü kırılmalıdır. Bütün küresel güçlere eşit mesafede duran Devlet, siyasî toplumun her türlü dış bağlantısını sıkıca denetlemelidir.  Türkiye ancak böyle bir süreçten geçerek milletin egemenliğini sağlayabilir ve ülkenin yönetimi liyakatli seçkinlere teslim edilebilir. Devlet liyakatli seçkinler tarafından yönetilmelidir. Veryansın, 20. 02. 2022