ZEVAL BULMAK

Yavuz Alogan

         İnsan devlet teorisine kafayı takınca sürekli Devlet’i düşünüyor. Devlet nedir? Nasıl ele geçirildi, nasıl dönüştürüldü? Yeni bir Toplum Sözleşmesi nasıl yapılacak? Anonim Şirket’ten mutlak iktidar aracına, ardından ülkeyi yağmalayan bir mafya teşkilatına dönüşen Devlet, kurucu ilkeler temelinde yeniden nasıl kurulacak ya da kurulabilecek mi?

         Bir sosyalistin, işçi sınıfının örgütlenmesi, emperyalizme karşı mücadele, geçmişte kalan reel sosyalizmin günümüze ışık tutan sorunlarının analizi, küresel neoliberal piyasa ekonomisinin maceraları gibi şeylerle uğraşacak yerde, Devlet artık ne laik, ne demokratik, ne sosyal ne de hukukî diye hayıflanması; Kurucu Meclis, Anayasa, Toplum Sözleşmesi gibi alengirli ve son tahlilde “düzen içi” sorunlarla uğraşması bence de biraz tuhaf kaçıyor.

         Fakat şu var ki savaş nerede cereyan ediyorsa mevziyi orada  inşa etmek gerekir.  Savaş burada veriliyorsa, tahkimatı yüz kilometre ötede ya da geride kuramazsınız. İsterseniz kurabilirsiniz elbette; “Mademki ben sosyalistim, işte böyle düşünüyorum, kendimi şöyle ifade ediyorum, orada değil burada duruyorum” gibi şeyler söyleyebilir, böylece savaş alanının bir köşesinde piknik yapabilirsiniz.

Böyle söyleyenler aşırı dozda demokrasiyle sarhoş olup, ülkenin dağılmasında, siyasetin etnik ve dinî hatlar boyunca dikey ve yatay olarak bölünmesinde demokratik-tik bir anlam bulanlardır. Devlet’in yerini alan Anonim Şirket’in yönetim kurulunda çoğunluğu ele geçirmek için debelenen muhalefet partilerinin demokratik-tik bir anayasa yapabileceğine inanırlar. ABD ve AB’nin kucağında ötüşerek “işçi sınıfı”nı örgütlemeye, mevcut siyasî toplumun içinde muteber bir yer edinmeye çalışırlar.

Bir de kendi şahsi ve örgütsel menfaatlerini “tarihin pususuna yatmak” gibi fiyakalı sözlerin ardına gizleyenler var.  Tarihin, yatmakta oldukları pusunun çok ötesinden geçip gitmekte olduğunu gördüklerinde, düşman belledikleri kuvvete iltihak ederek muhtaç oldukları güç ve kudreti devşirmeye çalışmışlardır. Şahsi menfaatlerini Anonim Şirket’in emelleriyle tevhit etmişler, şirketi Cumhuriyetçilere farklı göstermek için yırtınmışlardır.  Bunlar iltihak ettikleri kuvvetler de dâhil olmak üzere hiç kimseyi hiçbir konuda ikna edemeyeceklerdir. Programları çürümüştür.

Neyse… Aslında başka şey yazacaktım ama yazı buraya kadar kendi kendisini yazdı.  

Tekrar Devlet meselesine dönecek olursak, çözülmesi gereken iki büyük sorun var.

Birincisi, iç ve dış politikada çok geniş manevra imkânına sahip dar bir kadronun eline geçen Devlet’in, tarihin hiçbir döneminde görülmemiş ölçüde mafyalaşmış olmasıdır. Bu kadro Türkiye’yi azamî programı doğrultusunda geri dönüşü mümkün olmayan bir yola sokmaya çalışmaktadır ve bu yönde epeyce yol almıştır.  Bu kadronun iktidarı seçimlerle vermeyeceği kesin olarak anlaşılmıştır.

İkincisi, geçmişin düzen içi partilerine hiç benzemeyen mevcut siyasî partilerin, sağlam kadroları olmayan, halkla, hatta kendi üyeleriyle bile organik ilişki kuramayan dernek benzeri yapılara dönüşmüş olmasıdır. Halk kitlelerinin içindeki derinlikleri (ideolojik etkileri) şaşılacak kadar sığ, örgütsel yapıları kendiliğinden dağılacak kadar gevşektir. Bu partilerin   seçimlerle iktidarı ele geçirmeyi başarmaları hâlinde ülkeyi yönetebilecekleri şüphelidir.

Bu iki sorunun özü, esası şudur: Devlet, halkı kederde tasada ve kıvançta birleştirecek yerde, onu laikçiler ve dindarlar olarak sınıflandırmış, milleti etnik farklılıkları olan bir ümmet olarak tanımlamıştır. Bu sınıflandırma, bütün nüanslarıyla birlikte siyasî partiler tarafından veri kabul edilmiş ve siyaset dili etnisite ve mezhep farklılıkları üzerinden şekillenmiştir. Bu durum Türkiye için potansiyel bir felakettir.

Halkımız yüzyıllarca şu sözü söylemiştir: “Allah devlete millete zeval vermesin.”

“Zeval vermek,” yok etmek, çökertmek anlamına gelir.

“Zeval bulmak” ise yozlaşarak, bozularak yok olmak, çökmek demektir. Belki “sönümlenmek” de denebilir.

Devlet zeval bulunca dirlik düzenlik kalmaz, ayrılık gayrılık ve iç kavga olur. Bu gerçek, halkın derin bilincine yüzlerce yıllık tecrübelerle silinmez biçimde kazınmıştır.

İşte bu yüzden yeni bir Toplum Sözleşmesi, Anayasa ve siyasî partiler kanunu gerekir. Laik, demokratik ve sosyal hukuk devleti Kuruluş İlkeleri temelinde yeniden inşa edilmelidir.

Doğubeyazıt, Şanlıurfa, Yüksekova ve Muğla’da ellerinde elektrik faturalarıyla sokağa çıkan, merkez medyanın görmezden geldiği binlerce insan ve Samsun’da Atatürk Anıtı’nın çevresinde toplanan ahali ne istiyor?

Ben söyleyeyim.

Sosyal refah devleti, planlı ekonomi, kilit sektörlerden başlayarak özelleştirilen bütün varlıkların kamulaştırılması, kapatılan bütün Cumhuriyet kurumlarının iadesi, ifade ve örgütlenme hürriyeti; kısaca eşitlik-özgürlük-kardeşlik!.. Anonim Şirket’in müşterisi, Saray’ın kulu tebaası değil, Devlet’in anayasal haklara sahip yurttaşı olmak…

Bu isteği bu şekilde dile getirmezler elbette. Ancak bu istek anlaşılır bir program diliyle önlerine konulursa takip ederler. Konulmazsa, farklı hedeflere doğru ayrışırlar ve kendi aralarında çatışmaya başlarlar. İşte o zaman Devlet ve millet zeval bulur. Siyasî toplum da son yirmi yıldır yaptığı gibi aval aval bakar, seyreder.

Kendisinin ve ailesinin geleceğini göremeyen, karanlıkta ve soğukta aç kalan, mutsuz olan insan tarihin her döneminde isyan etmiştir.  Bunu hiç kimse önleyemez, bir kez başladığında durduramaz.  Krallar, çarlar, askerî ya da sivil diktatörler halkın artan öfkesi karşısında her ne yaparlarsa yapsınlar tutunamazlar.

Neyse uzatmayalım…

Bu soğuk pazar gününde okurun asabını bozmak istemezdim. Herkese akıl fikir, her türlü zihinsel konformizmden uzak derin kaygılar diliyorum. Veryansın, 06. 02. 2022