PLASTİK DEVLET

Yavuz Alogan

         Devlet teorisinin bu kadar zor olduğunu bilmiyordum.  Belki de geçmişte çok kolay görünüyor, “bir sınıfın diğer sınıflar üzerinde” ya da “…’nın ideolojik ve baskı aygıtlarının…” gibi ifadelerle tekerlemeyi andıran bir iki formülle açıklanabiliyordu.

         Devlet’in gerçekte nasıl bir şey olduğunu şu son yirmi yıl içinde öğrendik. Bu bakımdan Saray dönemi çok öğretici oldu.

Yasama gücünü ele geçiren çok dar bir kadronun Devlet’i öncekinden tamamen farklı bir şeye dönüştürebileceğini, kurumların atıklarını plastik madde gibi toplayıp yeniden üreterek ona istediği şekli verebileceğini gördük.

 “Olağanüstü hâl” ilan etme, kanun/kararname çıkarma yetkisini tek elde topladıktan sonra, makam mevki paylaştırarak, para ve kaynak dağıtarak devleti, XIV. Louis gibi, “Devlet benim” diyebileceğiniz bir noktaya kadar dönüştürebiliyorsunuz.

         Fakat öncelikle yapmanız gereken Devlet’in sert kabuğunu kırmak, silahlı muhafızlarını dağıtarak kozmik odalarına girmek, ardından halkın haber alma hakkının güvencesi olan medyayı sopa ve parayla hizaya getirmektir. Bu evreyi geçtikten sonra acayip derecede demokratik bir anayasa yapıyorum, “Maastricht olmazsa İstanbul kriterlerini ilan eder yolumuza devam ederiz,” İstanbul Sözleşmesi, Çözüm Süreci, hemen ardından iri olalım diri olalım falan diyerek ve böylece bütün siyasî toplumu kandırarak, solcu ya da sağcı gibi duran entelijansiyayı çeşitli manevralarla ve elbette yine parayla dağıtıp sersemleştirerek yola devam edebiliyorsunuz.

         Burada en önemli nokta mevcut Anayasa, Medeni Kanun ve Ceza Kanunu’nun işlemez hâle getirilmesidir. Devlet’i ele geçiren kadro mevcut yasaları fiilen yürürlükten kaldırırken, toplumun içinde yağ lekesi gibi genişleyen bir kesim, örgütlü grupların yönlendirmesiyle kendi hayatını mevcut anayasa ve yasalara göre değil, dinî dogmalara göre yeniden düzenleyebiliyor; böylece sosyal yapıyı ve kültürel dokuyu değiştirebiliyor.

           Eski Yargıtay Onursal Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu mevcut durumu şöyle tanımlıyor:

“Temel hak ve özgürlükler Anayasamızda gayet net, açık bir şekilde güvence altına alınmıştır. Ancak, laik, demokratik, sosyal bir hukuk devleti olduğu söylenen Türkiye bugün ne laiktir, ne demokratiktir, ne sosyal devlettir, ne de hukuk devletidir. O halde, eğer kanunlar vasıtasıyla bu temel hak ve özgürlükler uygulanamıyor ise, bir kanun devleti haline dönmemiz mümkündür, ancak Türkiye bugün, kanunların dahi uygulanmadığı bir ülke halindedir. O halde bugün çok net bir şekilde ifade edebiliriz ki Türkiye ne anayasal devlettir, ne kanun devletidir. Türkiye bugün kelimenin tam anlamıyla bir polis devletidir…” (08.02. 22)

         Burada ortaya sanırım meşruiyet sorunu çıkıyor.

Siyasî iktidar seçim kazanarak ve kanun/kararname çıkararak toplumun “maşeri şuur”unda (vicdanında) meşruluk edinemiyor. Toplumsal çoğunluğun uygun bulduğu, razı olduğu şey meşrudur. Nüfusun yarısı siyasî iktidarın yaptıklarını uygun bulmuyor ve rıza göstermiyorsa, ortada meşruiyet yoktur.

Evrensel hukuk, İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’nden (Ağustos 1789) bu yana egemenliğin esasının millete dayalı olduğunu, mutlak egemenliğin bir kişi ya da grubun elinde bulunamayacağını, devleti idare edenlerin esas olarak millete karşı sorumlu olduğunu, hiç kimsenin dinî ve sosyal inançları yüzünden kınanamayacağını, aksi hâlde halkın direnme hakkının doğacağını kabul etmiştir.  Yasaların siyasî iktidar tarafından göz göre göre ihlal edilmesi de halkın direnişine meşruluk kazandırır. 

         Mesela AKP Grup Başkanvekili’nin devlet protokolünde  Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Danıştay başkanlarının önüne geçirilmesi  kanunsuzdur ve bir skandaldır. Diyanet İşleri Başkanı’nın 40. sıradan 12. sıraya yükseltilerek genel kurmay başkanı ve kuvvet komutanlarının önüne geçirilmesi ne Anayasa’ya, ne kanuna kitaba, ne de Türkiye Cumhuriyeti’nin devlet teamüllerine uygundur. Dolayısıyla meşru değildir.

         Buna devlet ricali, hukukçular ve halk olarak karşı çıkmıyorsanız, Diyanet Başkanı’nın sarığı ve cübbesiyle (şimdilik elinde kılıcı olmadan) askerî birliği denetlemesini, tören kıtasını selamlayıp askerden tekmil almasını da doğal karşılarsınız. Bu durumda Çorum valisinin İskilipli Atıf’ın mezarı başında ihtiram duruşunda bulunmasına ya da tümen komutanının kendisini ziyarete gelen bakanlara “gelişinizi hissettik saygıdeğer efendimiz, sevinçten tüylerimiz diken diken oldu” mealinde iltifat etmesine de ses çıkarmazsınız.

         Bütün bunlar bir yana, Devlet’in plastik bir madde gibi nasıl dönüştürüldüğünü ve hem yukarıdakilerin hem de aşağıdakilerin buna nasıl razı olabildiklerini hâlâ anlayabilmiş değilim. Gücü bize yeten Devlet’in laiklik karşıtı faaliyetlerin odağına teslim edilmesi ve herkesin buna rıza göstermesi ya da rıza gösteriyormuş gibi yapması çok tuhaf.  Aslında soruna teoriden çok pratikte bir çözüm bulmak gerekir.

         Bu güzel pazar gününde herkese akıl-fikir ve Devlet’in son yirmi yıl içinde nereden nereye geldiğini ve buradan nereye gidebileceğini anlama çabası diliyorum. Veryansın, 13. 02. 2022