Yavuz Alogan
Bolşevikler iktidarı ele geçirdiklerinde (1917) Rus jeopolitiğinin farkındaydılar. En azından, son Çar II. Nikolay’ın çevresindeki asker, akademisyen ve coğrafyacı teorisyenlerin raporlarını okumuşlar, Çar’ın sarayında buldukları emperyalist paylaşım planlarını incelemişlerdi. Bunları İzvestiya’da yayımladılar. İngiltere ve Fransa’nın Rusya’nın onayıyla Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalama planları, Sevr’in babası olan Sykes-Picot anlaşması (1916) böylece ortaya çıktı.
Brest-Litovsk Antlaşması (1918) devrim sonrasında Rusların ilk jeopolitik felaketi oldu. Baltık bölgesini, Polonya, Finlandiya, Beyaz Rusya ve Ukrayna’yı kaybettiler. 1920’de Kızıl Ordu Varşova’ya kadar ilerleyerek 1918’de kaybedilen bölgeleri geri almaya çalıştıysa da başarılı olamadı.
Böylece günümüzde NATO’nun Rusya’yı çevrelemek için oluşturduğu hat (Baltık, Polonya, Romanya, Bulgaristan, Batı Ukrayna, Dedeağaç, Larissa vs) neredeyse aynı coğrafya üzerinde kurulmuş oldu. Dönemin Fransa Başbakanı Clemenceau, 1920’de bu hatta “cordon sanitaire” (güvenlik kuşağı) dedi: Avrupa’yı komünizmden koruyan güvenlik kalkanı.
Dönemin Dışişleri Halk Komiseri Lev Troçki, yıllar sonra, 1939’da, Bolşeviklerin devrim sonrası jeopolitik yaklaşımını şu sözlerle açıklayacaktı: “Çarlık İmparatorluğu’nun bulunduğu bölgede meydana gelen proletarya devrimi, daha başından itibaren Baltık ülkelerini fethetme girişiminde bulundu … bir ara (1920) ordularını Varşova’ya kadar gönderdi” (L. Troçki, Marksizmi Savunurken, Kardelen 1992, s. 59).
Troçki “Devrimci yayılma hatları” kavramını kullanmış ve şöyle demiştir: “Devrimci yayılma hatları Çarlığın yayılma hatlarıyla aynı idi; çünkü devrim coğrafi koşulları değiştirmez” (agy).
Coğrafi koşulların gerektirdiği jeopolitik 1920’lerden günümüze kadar değişmedi. Çarlığın, Komünistlerin ve Putin Oligarşisi’nin hem yayılma, hem de savunma hatları aynı kaldı. Günümüzde Rusya ya imparatorluk olmaktan vazgeçerek savunmaya çekilecek ve giderek orta boy bir kapitalist devlete dönüşecek ya da eski savunma hatlarını savaşarak ele geçirmeye ve/ya da başka mevziler edinerek jeopolitik kaybını telafi etmeye çalışacak.
Sovyetler Birliği ideoloji ile jeopolitik arasında denge kurmaya çalıştı. 1930’ların sonuna kadar ideolojiyi jeopolitik hedeflere ulaşmak için kullandı. Daha sonra jeopolitiği ideolojik yayılma amacıyla kullandı: 1939 Molotov-Ribbendrop Antlaşması (Hitler-Stalin Paktı) sayesinde Finlandiya’yı, Polonya’nın yarısını, üç Baltık ülkesini aldı.
1941’de Almanlar’ın Barbarossa Harekâtı başladığında hepsini kaybetti, Naziler Moskova’ya kadar geldiler. Fakat Stalingrad’dan (1943) sonra Kızıl Ordu, Berlin’e kadar ilerledi ve Çarlık’ın “yayılma hatları”nın da ötesine geçerek bütün Doğu Avrupa’yı “fethetti.” Clemencau’nun “güvenlik kuşağı”nın yerini Churchill’in “Demir Perde”si aldı, Soğuk Savaş başladı.
İdeoloji ile jeopolitik birleşti ve bu birlik 46 yıl sürdü. Ruslar sosyalizmin Sovyet versiyonu sayesinde, çok geniş bir coğrafyada ideolojiyi farklı devletlerin, milletlerin, dinlerin ve etnik grupların üzerinde tutarak, askerî (Varşova Paktı,1955-1991) ve ekonomik (COMECON, 1949-1991) bir imparatorluk kurmayı başardılar. Sistem elbette mükemmel değildi (erken bir öngörü için bkz. Hélène Carrère d’Encausse, Parçalanan İmparatorluk, Sisav 1984) fakat Brejnev döneminin (”uzun kış uykusu”) sonuna kadar ayakta kaldı.
Rusya’nın ikinci büyük jeopolitik felaketi 1991’de Belovej anlaşmasıyla geldi (Putin: “20. Yüzyılın en büyük jeopolitik felaketi”). Sovyetler Birliği dağıldı. İçten içe çürüyen, yozlaşan sistem çöktü. Ardından NATO’nun stratejik genişlemesi başladı. Ronald Reagan ve Helmut Kohl, NATO sınırlarının asla değişmeyeceği konusunda Gorbaçev’e verdikleri “sözlü güvence”yi umursamadılar. Polonya 1999’da, Estonya-Letonya-Litvanya ve Bulgaristan 2004’te, Romanya 2007’de NATO’ya geçti. Rusya “ileriden savunma hatları”nın tamamını kaybetti. Sovyet jeopolitiği ideolojisiyle birlikte iflas etti.
Bu iflas bütün dünya için felaket oldu; sosyal refah devleti, toplumsal kalkınma idealleri, planlı karma ekonomi Sovyet sistemiyle birlikte çöktü ve vahşi kapitalizm dizginlerinden boşalarak bütün dünyayı ele geçirdi. II. Enternasyonal’den arta kalan sosyal demokrat partiler hızla neoliberalizmin safına geçtiler.
Rusya küçüldü ve yaralandı. Düşünün ki Varegler’in Rus kabilesinden Novgorod Knezi Kral Rurik’in torunları tarafından 880’lerde kurulan ilk Slav kenti Kiev günümüzde bağımsız bir devletin başkenti… Bursa ya da Trakya’nın ayrı bir askerî pakta girmek üzere devletleştiğini düşünelim…
Neyse uzatmayalım…
KGB albayı Putin, Çar’ın ve Komünist Partisi Yüksek Prezidyumu’nun bütün yetkilerini kendi şahsında toplayarak İmparatorluk’u gevşek bir federasyon yapısında birleştirdi; Batı yanlısı oligarkları tasfiye etti ve kusursuz bir diktatörlük kurarak Sovyet tarzı sosyalist ideolojinin yerine Ortodoks Hıristiyanlığı geçirdi ve devlet bürokrasisini İvan İlyin gibi gerici/faşist ideologların emperyal Ortodoks ideolojisiyle donattı (bu konuda bkz. Yavuz Alogan, “İvan İlyin’i Tanıyalım,” Veryansıntv arşivi 24. 01. 2020).
Ancak Ortodoks Hıristiyan devlet ideolojisinin farklı milliyetlerden, dinî ve etnik mensubiyetlerden oluşan ve küresel sermaye hareketlerinin giderek gevşettiği federasyonu bir arada tutamayacağı, dünya ekonomisinde % 2 civarında paya sahip olan bir devletin iktisadî entegrasyonu sağlayamayacağı anlaşıldı. Putin Oligarşisi, kopma ihtimali olan yerlerde askerî güç kullanmaya (2008 Güney Osetya) ya da karşı darbe düzenlemeye (Nazarbayev’e karşı Tokayev) ya da yakın müttefiklerini (Belarus) silahlandırmaya başladı. Jeopolitik düşüş sırasında Kırım’ı ele geçirip 19 km’lik Kerç köprüsüyle ana karaya bağladı; karasal bağlantısı olmayan füze üssü Kaliningrad’ı faaliyete geçirdi.
Putin gaz-petrol jeopolitiğini Atlantik ittifakını bölmek için kullanıyor, nükleer ve konvansiyonel silah kapasitesini genişletiyor, Akdeniz bölgesinde girişimlerde bulunuyor (Suriye-Libya). Kendisini çevreleyen güçleri daha geniş bir çembere almak için denizlere açılıyor, buzların eridiği kuzey kutup dairesinde askeri varlığını güçlendiriyor. Aleksander Dugin’in kullandığı terimle “bölgesel devletler”i (Türkiye, İran, Suriye) bağlı tutmaya ya da bağlamaya çalışıyor, Çin’le ekonomik anlaşmalar, ortak askerî tatbikatlar yapıyor. Koşulları imkân vermese de “süper güç” gibi davranıyor.
Henüz sona ermeyen Donbass krizinde nükleer ve konvansiyonel gücünü bir tehdit aracı olarak kullandı ve taktik düzeyde şimdilik başarılı oldu.
Nükleer savaşı göze alsa da almasa da Rusya’nın Çarlık ve Sovyet imparatorluğunun “yayılma hatları”na ulaşması ve eski “ileriden savunma mevzileri”ni yeniden ele geçirmesi ya da stratejik boşluğu başka yönlerde farklı coğrafyalarla telafi etmesi bugünün dünya şartlarında neredeyse imkânsızdır. Stratejik savunma durumunda ancak taktik taarruzlar yapabilir. Süper güç olma şansını 1991’de stratejik olarak kaybetti. Ortodoks Hıristiyanlık dışında ideolojik bir birleştiriciye, nükleer silahlar dışında bir tehdit imkânına, petrol ve gaz gelirleri dışında ekonomik bir kaynağa sahip değil.
Orta uzun vadede Rusya’nın Çin’in “dolaylı tutum” stratejisinin (savaşmadan ekonomik yayılmacılıkla kazanma) bir parçası olması ya da Almanya’nın kadim Ostpolitik’inin (doğu politikası) bir uzantısına dönüşerek orta boy bir demokratik kapitalist ülke olarak yeniden yapılanması beklenmelidir. Kültürlü ve deneyimli Rus halkının Putin oligarşisini Ortodoks Çar ya da Stalin’in politbürosu gibi uzun süre sırtında taşıması için hiçbir sebep yoktur.
Yeryüzünün bütün enlemlerinde ve boylamlarında aynı kapitalist üretim ilişkileri hâkimdir ve esas sorun bu hâkimiyetin yarattığı aşırı gelir eşitsizliği ve hayat standartlarında görülen muazzam farklılıktır. Hızlı nüfus artışı, ekolojik dengenin bozulması, nükleer ve konvansiyonel silahlanma çılgınlığı sona ermedikçe dünyanın geleceği yoktur.
Çok kutuplu, hatta pek çok kutuplu bir dünya, tek ya da iki kutuplu bir dünyadan daha iyi ve daha güvenlidir.
Günümüzde insanlığın ulaştığı tek bir uygarlık seviyesi vardır. Bu nedenle, yükselen Avrasya uygarlığı, Batı medeniyeti, Hıristiyan ve İslam medeniyetleri gibi alternatifler üzerinden siyaset üretmeye kalkışmak, Samuel Huntington’ın 1996’da Medeniyetler Çatışması teziyle yaktığı cehennem ateşine kütük taşımaktan başka bir işe yaramaz. Medeniyetler yaklaşımı üçüncü emperyalist paylaşım savaşını maskelemektedir.