ŞEHVET HİSLERİ

Yavuz Alogan

Hayatıma giren kalemtıraşları düşünüyorum gözlerim kapalı. Renk renk, çeşit çeşit kalemtıraş. Bazıları belleğimde ilk günkü gibi canlılığını koruyor. Mesela Ulus’taki Ziraat Bankası’nın minyatürü olan kalemtıraş. Sonra üzerinde dünya haritası olan, kesilen talaşı haznesinde toplayan küre şeklinde bir başka kalemtıraş.  Sayfaları açık bir kitap şeklinde, ahşap kalemtıraş. Masanın kenarına mengeneyle tutturulan, kolunu çevirdiğiniz zaman sabitlenen kalemi tıraş eden, üzerinde DMO (Devlet Malzeme Ofisi) yazan yeşil renkli baba kalemtıraş.

Askerlik günlerimde fanila ile dâhili üniforma arasında bir pilli radyo, bazen bir elma, pipo çantası, kitap, kalem ve elbette bir kalemtıraş taşırdım.

Hayatım boyunca ne zaman bir kitabı açtıysam sağ elimde satırların altını çizmek için bir kırmızı kurşun kalem, sehpanın üzerinde ise mutlaka bir kalemtıraş olmuştur. Şimdi de öyle.  Fakat son günlerde ne zaman Alman malı metal kalemtıraşımı kullansam, aklım Yobaz’ın sözlerine takılıyor.

Kalemtıraşa bakıyorum, bakıyorum fakat içimde en ufak bir “şehvet hissi” uyanmıyor.  Yani nesneden böyle bir “his” edinmek benim için kesinlikle imkânsız. Bunu yapabilen insanların çok farklı bir beyin yapısına, değişik bir zihinsel işleyiş mekanizmasına sahip olduklarını sanıyorum.  Elbette bu mekanizma eğitimin ürünü. Yoksa Rousseau’nun dediği gibi, “Her insan özgür doğar.”

Eğitim, bilindiği gibi, belirlenmiş bir hedef gözetilerek bireyin davranışlarında istenen yönde değişiklik yaratma sürecidir. Nüfusun geniş bir kesimini hedef alan gericiliğin bu süreci başarıyla yürüttüğünü inkâr edemeyiz. Bunun çatışmalı belirtilerini önümüzdeki yıllarda çok acı tecrübelerle göreceğiz. 

Kalemtıraş meselesine dönecek olursak, ideolojik şartlanma libidinal yönelimi saptırıyor herhalde.  “Normal dışı cinsel davranışlar” başlığı altında bu konu eminim incelenmiştir, literatürü taramak lazım.  Yoksa “cinsel meta fetişizmi” mi?  Mesela battaniye, kalem, yastık gibi cisimlerin ya da kahve, ketçap, mayonez gibi bazı yiyecek maddelerinin insan zihninde cinsel metalara dönüşerek “şehvet hisleri” uyandırması? Mesela…

Meselenin esasına baktığımda, diğer dünya dinlerinin hiç birinde bu kadar ilkel bir sosyal denetim mekanizması göremiyorum.  İnsanı “şehvet hisleri”yle korkutarak denetim altına almak nasıl bir baskı çeşididir? İslam dininin IŞİD versiyonuna özgü bu sapıklık türü pek çok iletişim kanalından halkımıza, özellikle en yoksul ve eğitim görme fırsatı bulamamış kesimlere aktarılıyor.    

“Şehvet hissi” uyandırmasın diye kalemtıraşı elinden alınan, temas kurduğu her nesneyle, her eylemiyle “şehvet imtihanı”na tabi tutulan bir çocuğun normal bir insan olarak yetişmesi mümkün mü? Diyanet İşleri Başkanlığı ve MEB işbirliği ile okul öncesi 4-6 yaş arası çocuklara camilerdeki “sıbyan mektepleri”nde cami hocaları tarafından ne öğretiliyor? Kindar ve dindar nesil yetiştirme çabasının çok başarılı olduğunu görmeyen var mı?

Başıbozuk din adamlarının fetvaları çok sayıda tv kanalıyla, yüz binlerce videoyla her gün her saat ülke nüfusunun neredeyse yarısına yayılıyor.  Bunları denetleyecek bir kurum yok. Diyanet’in bazı iyi niyetli girişimleri oldu fakat bu kurum sırtını siyasî iktidara yasladığı sürece tarikat ve cemaat softalarının yaydıkları hurafelerle ancak rekabet edebilir.

Aslında bu bir halk eğitimi modeli. Üniversitelerin halk eğitimi bölümleri çoktan kapatıldı, onların yerine Hayat Boyu Öğrenme ve Yetişkin Eğitimi gibi fiyakalı bir AB kavramıyla toplumun kılcal damarlarına kadar uzanan farklı bir kitlesel eğitim yöntemi getirildi.  1932’de kurulan Halk Evleri, ardından gelen Yatılı Bölge Okulları ve Öğretmen Okulları silinip gitti, bu kurumların yerini tarikat ve cemaat vakıflarının okulları ve gayrı resmî eğitim kurumları aldı.

Hayır, merak etmeyin, Pazarören Köy Enstitüsü’nde dünyaya gelmiş biri olarak, Köy Enstitüsü romantizmi yapacak değilim.  Giderek topluca ağlaşma ayinlerine dönüşen bu romantizmin asabımı bozmakta olduğunu saklayacak da değilim. Memlekette köy ve köylü kalmamış, gırtlağına kadar borca batmış çiftçi hacizden kaçırmak için traktörünü ormana saklıyor, biz hâlâ ne güzel mandolin çalarlardı, marangozluk bilirlerdi, klasik edebiyat okurlardı diye ağlaşıyoruz. Yeni şeyler söylemek lazım.

İkinci Kurtuluş Savaşı’ndan sonra Millî Eğitim Bakanlığı’nı İskilipli Atıflara karşı İstiklâl Mahkemesi yetkileriyle donatılmış Jakoben bir Talim Terbiye Kurulu’na devretmek gerekecek.

Talim Terbiye dedim de aklıma geldi. Babam kurul toplantılarına hazırlanmak için sabahlara kadar çalışır, evin içi daktilo sesiyle çınlardı.  Kurul sona erince, alınan kararlar gerekçeleriyle birlikte, bütün verileri kapsayan 600-700 sayfalık kitaplar hâlinde yayımlanırdı.  Kitapların üzerindeki amblemi hatırlıyorum: ortasında meşale olan açık bir kitap. Altında Mf.V (Maarif Vekâleti), daha sonra MEB harfleri.

Talim Terbiye Kurulu, öğretmen olarak hayata atılmış, ömür boyu eğitim bürokrasisinin çeşitli basamaklarında görev yapmış kıdemli eğitimcilerden oluşurdu. Hepsi Devrim Kanunları’na bağlı yurtsever insanlardı. Çoğunu tanıma fırsatım oldu.  Millî eğitimin menfaatlerini kendi siyasî eğilimlerinin üzerinde tutarlardı.   Eğitimle ilgili her şeyden sorumluydular; eğitim ve öğretim plan ve programlarını, ders kitaplarını hazırlar; araştırma, geliştirme ve uygulama kararlarını oluşturur, Millî Eğitim Şûrası’na sekretarya görevi yaparlardı.

2016 yılında bir kararnameyle Talim Terbiye Kurulu’na başkan ya da üye olmak için en az on yıl süreyle öğretmenlik ya da okul müdürlüğü yapmış olma zorunluluğu kaldırıldı. Günümüzde kurulun önemi kalmadı. Üyeleri kimdir, bilemem. Muhtemelen iki YÖK profesörü, bir müteahhit, bir matbaacı, işletme mastırı yapmış imam hatipler … Yazıktır!…

“Şûra” dedim de aklıma geldi.   Geçmişte, TÖS ve TÖB-DER gibi öğretmen kuruluşları Milli Eğitim alanında alınan bütün kararlar ve uygulamalar üzerinde söz sahibiydi. Bunlar alternatif Millî Eğitim Şuraları yaparlar ve kararlarını kitap olarak yayımlarlardı.

Bakın, benim sert Kemalist ve antikomünist babam bu solcu meslek örgütlerinin raporlarını, yeşil renkli kollu kalemtıraşıyla sivrilttiği yarısı mavi yarısı kırmızı iki renkli kalemiyle satırların altını çizerek okurdu.

Neyse, konuyu dağıttım yine…

Asya uzmanı Ezra Vogel, Çin’de evlerin yüzde 90’ından fazlasında televizyon olduğunu; cep telefonu, bilgisayar ve internet kullanımının yayılmasıyla birlikte  geçmişte sadece okullarda ve devlet dairelerinde kullanılan Mandarince’nin, farklı bölgelerin kültürüyle birlikte bütün Çin’e hızla yayıldığını ve bu gelişmenin “Deng döneminde gerçek anlamda ulusal bir kültürün gelişmesi ve yabancı kültürlere dair farkındalığın artması[nı sağladığını], Çin’in tek bir ulus olarak tanımlanabilmesine yardımcı” olduğunu söylüyor (Deng Şiaoping ve  Çin’in Dönüşümü, Modus Kitap 2017, s. 704-705).

Şu kadere bakınız ki aynı teknolojik iletişim araçları bizde ağırlıklı olarak ulus-devlet’in çözülmesi ve milletin ümmetleşmesi için kullanılıyor.

Herkese iyi pazarlar, akıl fikir ve zihin açıklığı diliyorum. Veryansın, 14.02.2021