BAŞARISIZLIĞI ALGILAMAK

Yavuz Alogan

Öğrenme psikolojisinde “başarısızlığı algılama yeteneği” diye bir kavram tanımlanmış mıdır, bilmiyorum.  Buna benzer bir şey vardır mutlaka. Araştırmak lazım.

Başarıyı herkes algılar. Fakat başarısızlık her zaman kılık değiştirir. Başarısızlığınızı gözlerden saklamak için o kadar çok mazeret, bahane, optik yanılsama üretirsiniz ki sonunda kendi başarısızlığınızı algılama yeteneğinizi kaybedersiniz.  İnsan kendi başarısızlığını ya da   içinde bulunduğu grubun, üyesi olduğu siyasî partinin, yönettiği siyasî iktidarın başarısızlığını algılama yeteneğini kaybettiği vakit, başının derde girmesi, grubunun dağılması, partisinin yok olup gitmesi, yönetmekte olduğu ülkenin felakete sürüklenmesi kaçınılmaz olur.

         Demek ki başarısızlığı algılayacaksınız. Ortada bir başarısızlık var, bu başarısızlık benim/bizim eserimiz, bu başarısızlığın sebeplerini araştırmalı, muhtemel sonuçlarını öngörmeliyiz, diyeceksiniz… Başarısızlığın kendi öngörüsüzlüğünüzden, çapsızlığınızdan ya da  hayalciliğinizden değil de  başkalarının ihanetinden, saflarınıza sızmış komplocu hainlerden, dış düşmanlardan kaynaklandığına ya da sizin için başarısızlık diye bir şeyin olamayacağına, aslında sizin “hep muzaffer daima”  olduğunuza lakin bunu kanıtlayıp insanlara yeterince anlatamadığınıza, hem kendinizi hem de çevrenizi inandırmaya çalışırsanız, başınız dertten, saçınız bitten kurtulmaz.

         Yazıya her ne kadar “yaşam koçu” ya da “Güzin abla” tadında başladıysam da, bireyin kişilik özellikleriyle, ki bence “başarısızlığı algılama” yeteneği de bu özelliklerden biridir, tarihe yön verebildiği bir gerçektir.  Nitekim Rus Marksizmi’nin babası Georgi  Plehanov, “Tarihte Bireyin Rolü Üzerine”  (1898) başlıklı makalesinde, kişilik özellikleri sayesinde bireyin  toplumun kaderini etkileyebildiğini söylemiştir.

Ancak bu etkinin oluşabilmesi için bireyin azmi ve cesareti (kişisel özellikler) yetmez.  Neden yetmez? Çünkü bireyin toplumun kaderini belirlemek için muhtaç olduğu kudret, içinde bulunduğu toplumun örgütlenme biçimiyle, toplumsal ve siyasî güç ilişkileriyle belirlenir. Bu ilişkileri doğru değerlendiremeyen, kendilerinde yok yere liderlik vehmeden muhterisler ya alay konusu olmuşlar ya da trajedi yaratmışlardır. Doğru değerlendirenler ise toplumun kaderini olumlu yönde etkilemişlerdir.

Başarısızlığı algılama yeteneği işte bu bağlamda önem ve anlam kazanır.  

Hitler hayatı boyunca başarısızlığı algılayamamıştır mesela. Adamın böyle bir yeteneği yoktur.  Wehrmacht’ın   Nazi olmayan generallerinden Walter Warlimont,  Barbarossa Harekâtı’ndan (1941) hemen önce Hitler’e ayrıntılı bir rapor sunar. Birinci Dünya Savaşı tecrübelerinden hareketle, Almanya’nın iki buçuk cephede (Doğu, Batı ve Kuzey Afrika ile Balkanlar) savaşamayacağını, Rusya’ya saldırması hâlinde lojistik ikmal hatlarının aşırı derecede uzayacağını, askerî kuvvet dağılımının elverişsiz, kaynakların ise yetersiz olduğunu anlatır.

Hitler, başarısızlığı öngöremez. İngiltere’nin sonunda tarafsız kalacağını, Batı dünyasının komünizme karşı mücadelede kendisine örtülü destek vereceğini, Ukrayna tahılının ve Hazar petrollerinin ele geçirilmesiyle kaynakların ikmal edileceğini düşünür. Olası alternatifleri “kaçınılmaz başarı” saplantısıyla değerlendirmekte ve stratejisini buna göre oluşturmaktadır. Stalingrad’da (1942) ağır bir yenilgiye uğrar; bir gün önce Mareşal rütbesi verdiği General Paulus Kızıl Ordu’ya teslim olmuştur. Aslında Almanya savaşı o anda kaybetmiştir fakat Hitler başarısızlığı algılayamaz.  Avrupa’ya dağılmış panzer birliklerini “Kursk Çıkıntısı”nda toplayarak (1943) Sovyet ilerleyişini durdurabileceğini düşünür. Orada tarihin kaydettiği en büyük tank muharebesinde ana kuvvetlerini kaybeder.  Yine de başarısızlığı algılayamaz. Der Untergang (Çöküş) filmini bir kez daha, bu açıdan izlerseniz, “başarısızlığı algılayamama” sorununu en somut hâliyle görebilirsiniz.

          Mao Zedung örneğinde ise durum bunun tam tersidir. Devrim’den (1949) hemen sonra iç savaşın ve Japon emperyalizmine karşı mücadelenin tecrübelerini yansıtarak “kendine yeterli bir ekonomi” kurmak için Büyük İleri Atılım’ı (1958-1961), ardından Sovyetler Birliği’nin etkisinden kurtulmak ve sınıf mücadelesini sürdürmek için   Kültür Devrimi’ni (1966-1976) başlatır.  Birinci girişim başarısızlığa uğrar, muazzam bir kıtlığa, milyonlarca insanın açlıktan ölmesine yol açar; kendine yeterli bir ekonominin irade gücüyle kurulamayacağı anlaşılır. Kültür Devrimi ise parti yönetimini ve liderliği güçlendirir, “Sovyet revizyonizmi”nin etkisini yok eder fakat ülkenin teknik ve entelektüel kadrolarını biçer, partinin tecrübeli önderlerini kırsal kesimde zorunlu emeğe mahkûm eder. Deng Şiaoping tasfiye edilen önderlerden biridir.

         Mao Zedung’un, başarısızlığı tam olarak algıladığı yılı 1973 olarak saptıyoruz. Büyük İleri Atılım ve Kültür Devrimi yöntemleriyle Çin’in asla modern bir ülke olamayacağını anlamıştır. Deng’i  sürgünden alır, ekonominin ve ordunun başına geçirir. Ondan hoşlanmaz aslında, ona güvenmez. “Kulakları ağır işitmesine rağmen Deng toplantılarda benden en uzak yere oturuyor,” diye şikâyet eder. Fakat aynı zamanda “Deng bir pamuk yumağının içindeki çelik iğnedir” diyerek onu över. Çin’in Deng’in bakış açısına muhtaç olduğunu anlamıştır.

         Deng, Kültür Devrimi’nin oluşturduğu başıboş çeteleri ordudan ve ekonomiden temizler. Demiryolu şebekesini onararak bütün Çin’e kömür sevkiyatını sağlar, endüstriyi canlandırır, sürgüne gönderilen bilim adamlarını üniversitelere iade eder.  Büyük tepkilere yol açar. Parti yönetiminde yer alan, Mao’nun daha sonra “Dörtlü Çete” diyeceği muhafazakârlar “Kapitalizm yolcusu Cüce Ping”le mücadele etmeye başlarlar. Fakat Deng Şiaoping, Çin’in siyasî hayatında başbakan ve dışişleri bakanı olarak her zaman bir denge unsuru olan Çu Enlay’ın da yardımıyla, “Dört Modernleşme” fikrini yavaş yavaş oluşturmaktadır.  

Mao Zedung  hem “Dörtlü Çete”yi hem de Deng’in çevresindeki modernleşme yanlılarını  denetler, iki grubu da itip kakar fakat  onları kol boyu mesafesinde tutar, asla yok etmez.  Deng ipin ucunu kaçırıp “Kedinin rengi değil fareyi yakalaması önemlidir” dediği zaman onu bir kez daha tasfiye eder (1976) fakat ekibini dağıtmaz.  Aslında imkânsız olanı, Çin’in Kültür Devrimi değerlerinden kopmadan modernleşmesini, dünyaya açılmasını istemektedir.  Öleceğini anladığında, dengeleyici liderlik rolünü Hua Guofeng’e devreder.

Neyse, uzatmayalım… Neticede “Dörtlü Çete” tutuklanır (Ekim 1976), Kültür Devrimi tasfiye edilir ve  1978’de  Deng Şiaoping’in modernleşme programı uygulamaya konulur.  Kedi rengini değiştirerek fareleri yakalamaya başlar.  “Dörtlü Çete” Deng Şiaoping’in reform programını “Üç Zehirli Sarmaşık” olarak adlandırmıştır. Deng,  geri döndüğünde, aynı programa bu kez “Üç Güzel Kokulu Çiçek” adını verir. Çin’de sembolizm çok önemlidir.  Yazılı hukuk etkisiz olduğu, hatta hiç olmadığı için ülke, hizipler mücadelesi/dengesiyle, bilge bir Güneş İmparator’un gözetimi altında yönetilir.  

Çinli devrimciler yurtsever, çalışkan, fedakâr ve olağanüstü dayanıklı insanlardı. Çoğunluğu ele geçirdiklerinde azınlığı kurşuna dizmediler. Stalin’in hatalarından ders çıkarmışlardı.

         Günümüzde modern Çin, Komünist Partisi’nin denetlediği kapitalist   karma ekonomi sayesinde, Batı’dan öğrenerek bir dünya gücü oldu.  Başarılarını Mao’nun başarısızlığı algılama, başarısızlığın sebeplerini bulma, sorunları çözecek insanları göreve getirerek parti içinde ince politikalarla denge kurma yeteneğine borçludur. Mao Zedung, başarısızlığı algılamayıp “Dörtlü Çete”yle birlikte Kültür Devrimi’nin aşırılıklarını sürdürseydi, bugünün dünyasında Çin ne güçlü olabilir ne de bağımsızlığını koruyabilirdi.

         Kendi başarısızlığını algılamaktan aciz, kadir kıymet bilmez nankör muhterisler ne devrim yapabilirler ne de devrimci olabilirler. Veryansın,  22. 01. 2021