Yavuz Alogan
Geçen sabah, Ankara’nın doğmakta olan muhteşem sonbahar güneşine doğru pedal basarken, Romalı filozof ve siyaset adamı Marcus Cicero’ya atfedilen şu cümle aklıma geldi: “Güneşin altında söylenmemiş söz yoktur.”
Fakat güneşin altında söylenmiş ve unutulmuş ne çok söz var! Geleceği haber veren, uyarıda bulunan sözler. Eylemden önce, eylemden sonra söylenen sözler. Dönekliğe kılıf olsun diye ölçülüp biçilmiş hokkabaz sözleri. Demagojik, propagandif, ajitatif, spekülatif sözler… Üretim ilişkilerindeki dönüşüm maddî hayatı değiştirdikten sonra, sanki hiçbir şey olmamış gibi eski kafayla papağan gibi tekrarlanan boş sözler! Hiç biri yeni olmayan, hepsi benzer durumlarda aynı güneşin altında daha önce de söylenmiş sözler.
Günümüzde İlhan Arsel’in Şeriat ve Kadın adlı kitabında (İstanbul 1991) söylediği sözleri, yaptığı uyarıları hatırlayan var mı? Kitabın ilk baskısı 1987’de yapılmış. Dokuz baskı yapmış. Demek ki çok okunmuş. Günümüzde İstanbul Sözleşmesi’yle canlanan Siyasî İslâm ve kadın hakları tartışmalarına İlhan Arsel otuz üç sene önce son noktayı koymuş. Kutsal Kitabı bütün kanunların üzerinde tutarak anayasa gibi gören siyasî İslâm’ın topluma dayattığı kuralları aydınlatan, gelecek (yani bugün) için önemli uyarılarda bulunan bu Aydınlanma kitabını babayiğit bir yayıncının yeniden basması gerekir.
Emperyalizm bize İstanbul Sözleşmesi’yle eşcinselliği, lezbiyenliği dayatıyor, aile yapımızı mahvı perişan etmeye çalışıyordu. Ülkemizde gey ve lezbiyen olma potansiyeli muazzam olduğu için bu sözleşmeye karşı halkımızın korunması gerekiyordu. Koruyuculuk görevi elbette Saray’a düşüyordu. Bu sözleşme yüzünden bina ve zina çoğalıp aile yapımız çözülmeye, İmam Hatip öğrencileri arasında bile deizm yayılmaya, çocuklar Cuma namazından kaytarmaya, bazı kızlarımız türbanlarını çıkararak saçlarını rüzgârda savurmaya, yurttaşlarımızın yarıdan fazlası siyasî İslam’ı zihninde tecavüz, cinayet, nepotizm (akraba kayırmacılığı), klientalizm (müşteri gibi görülen yurttaşın oyunu satın almak) ve yolsuzlukla birleştirmeye başlamıştı. Bu vahim gelişmeler karşısında, her şeye gücü yeten, en doğrusunu bilen, cenâb-ı kadir-i mutlak’ın yeryüzündeki gölgesi olan Saray bizi terbiye etmeye karar verdi ve elbette işe İstanbul Sözleşmesi’yle başladı.
Şimdi bazı arkadaşlar saf saf soruyorlar: 2011’de kabul ettiğiniz sözleşmeyi şimdi niye reddediyorsunuz, ne değişti? Verdiğiniz demokrasi ve kadın hakları sözü şimdi nerede? Nerede, nerede, yıkanıyor derede! Merak ediyorum, yerli İhvan’ın strateji ve taktiklerini gerçekten anlamıyorlar mı, yoksa anlamazlıktan mı geliyorlar?
İlhan Arsel, kitabının girişinde şöyle diyor: “Bu kitap Şeriât’ın KADIN hakkındaki değer ölçülerinin eleştirisiyle ilgilidir. Bunları incelerken okuyucu muhtemelen şaşıracak, gözlerine inanamayacak ve yazarın abarttığını ya da uydurduğunu sanacaktır. Böyle bir kanıya mahal bırakmamak üzere şunu belirtmekte yarar vardır ki kitapta yer alan hükümler Şeriât’ın temel kaynaklarından alınma olup, Devlet kuruluşları ve din adamları tarafından Şeriât eğitimi olarak halkımıza uhrevî ve dünyevi gıda şeklinde sunulmaktadır.” Bunu 1980’lerin ilk yarısında yazıyor.
İlhan Arsel, Kur’an’dan hadisler, Muhammed’in hayatından ve halifelerin uygulamalarından örneklerle İslâm’ın kadına bakışını inceliyor. Muhammed’in kadınlara uyguladığı adalet ve eşitliğin sadece hediye dağıtımı ya da karılarıyla sıra esasına göre cinsî münasebette bulunmak ve savaşa çıkacağı zamanlar kur’a çekerek onlardan birini yanına almak şeklinde olduğunu anlatıyor (s. 314). Yeryüzünde hiçbir toplumun Şeriât toplumunda olduğu kadar kadını ilkel ve çirkin giysilere zorlamadığını, “çuvala tıkarcasına” çarşafa sarmadığını, “umacı kılığı”nda dolaştırmadığını, “mezara sokarcasına” eve kapatmadığını ve erkekle temastan kaçırmadığını söylüyor. İslamiyeti kabul etmeden önce Türk kadınlarının, hatta Cahiliyye döneminde Arap kadınlarının bile daha özgür ve yönetimde etkili olduklarını anlatıyor (s. 19-40)
Arsel, kitabında Medeni Kanun’un kabulü (1926) ve Atatürk Devrimleri’yle birlikte Türkiye’nin Arap ülkelerinin kaderinden kurtulduğunu belirttikten sonra, “dinsel bağnazlıktan kendisini kurtarmış bir ülkede bile bugün Şeriatçılığın şahlanması nedeniyle, bu türden çağdışılıklara dönüş başlamıştır” (s. 255) diyerek uyarıda bulunuyor. 1980’lerde yazılan bu satırları okurken, Arsel’in 12 Eylül generallerinin açtığı ılımlı İslâm yolundan Türkiye’nin bugünlere geleceğini öngörmüş olduğunu anlıyoruz.
Kitabın sonunda İlhan Arsel kadınların “aklen ve dinen aşağı oldukları”nı, “fitne ve fesat âmili oldukları”nı, “uğursuzluk taşıdıkları”nı, nikâhın “bir nevi kölelik ve esaret olarak” kabul edilmesi gerektiğini söyleyen hadislere, ayrıca Efendimiz’in bir hadisinde buyurduğu “Kadınlar arasında sâliha (iyi ahlak sahibi dindar) kadın yüz tane siyah karga arasında bir alaca karga gibidir” sözüne, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yayınlarından alıntı yaparak yer veriyor. Size meczup gibi görünen bir kısım tarikat erbabının sosyal medyada eğlenmek için paylaşılan sözlerinin doktrinde yeri olduğunu öğreniyoruz.
1961 Anayasası’nı hazırlayan komisyonda da yer alan İlhan Arsel hakkında, bu kitaptan sonra “ölüm fetvaları” verildi. Türkiye’de kalsaydı, Muammer Aksoy (Ocak 1990), Turan Dursun (Eylül 1990), Bahriye Üçok (Ekim 1990), Uğur Mumcu (Ocak 1993), Ahmet Taner Kışlalı (Ekim 1999) ve Necip Hablemitoğlu (Aralık 2002) gibi öldürülürdü.
İmran Öktem’in cenazesine saldıranların (1969), laisizmi savunanları öldürenlerin, ölüm fetvacılarının, Şeriât ve hilafet isteyenlerin, AKP’nin iktidardan iniş süreci içinde ve sonrasında neler yapabileceklerine, şu on dokuz yıl içinde kazandıkları mevzileri ve maddi imkânları nasıl savunacaklarına dair fikri olan var mı? Her şey normal mi? Burası bir hukuk devleti olduğu için seçimle gelen seçimle gidecek, öyle mi?
Doksanlı yıllarda başlayan cinayetler laikliği ve Cumhuriyet’in Kuruluş İlkelerini en kararlı tutumla savunan yurtsever akademisyenleri ve gazetecileri hedef aldı. Ilımlı İslâm’ın yolunu gladyo cinayetleriyle açtılar. Son yirmi yıl içinde bir kuşak değişimi oldu. Geçmiş dönemlerin akademi ve medya dünyasından geriye, sessiz kalmayı tercih edenler ile ilkesizler kaldı. Bir zamanlar hararetle savundukları ilkeleri feda ederek kendi siyasî ihtiraslarını Saray’ın hedefleriyle tevhid eden kökü dışarıda oportünistlerin tutumunu kendi taraftarları bile anlayamadı. Şimdi telaşla debeleniyorlar, madde’yi bu kez çiğ bir ışık altında yeniden anlamak için tartışıyorlar, böylece tabandaki erozyonu durdurmayı umuyorlar. Madde acaba nasıl değişti, bunu keşfetmeye çalışıyorlar. İcat edilmiş bazı fikirler sadece boş kafaları doldurmak içindir, dolu kafalara asla nüfuz etmez.
Günümüzde laikliği kuvvetle savunan tek bir siyasî parti, akademik çevre ve merkez medya unsuru kalmadı. Laiklik Türkiye’nin çimentosu, Cumhuriyet’in ana sütunlarından biri, yurttaşlık kavramının temeliydi. Yurttaşları bu temelde böldüler. Sonunda kesinlikle kaybedecekler fakat Laiklik ilkesinin Devlet katında sessiz sedasız çürütülerek yok edilmesinin bedelini bugünün ve geleceğin genç kuşakları ödeyecek.
Cumhuriyet Aydınlanması, kadın hakları, Laiklik ve Şeriât konularında, güneşin altında söylenmemiş tek bir söz yok. Aslında bu saatten sonra Söz’ün faydası da yok. Ya kaderinize razı olacaksınız ya da onu değiştirmenin bir yolunu bulacaksınız. Veryansıntv, 21. 08. 2020