Yavuz Alogan
Bir elinde elektronik kelepçe, öteki elinde cep telefonu gibi bir şeyle poz vermiş. Gülümsüyor. Sanayi ve Teknoloji Bakanı Varank sevimli bir adam. Benzetmek gibi olmasın ama görünüşü biraz Zekeriya Öz’ü andırıyor. Büyük teknoloji hamlesini anlatıyor, imalatı başarıyla tamamlanmış bir ürünü tanıtıyor. Kelepçeyi mahkûma takıyorsunuz, cep telefonuna benzeyen o şeyle takip ediyorsunuz. Daha ne olsun?
Elektronik kelepçenin yerli ve millî üretim hamlesinde önemli bir yer tuttuğunu, değerli bir örnek olduğunu söylüyor, Sayın Bakan. “Millî kelepçe Eylül’e hazır,” diye seviniyor. Aynı zamanda kelepçenin bir ihraç ürünü olduğunu belirtiyor: “Yurt dışından bu ürüne dönük talepler var.”
Nasıl olmasın? Bütün dünya ayakta. Neoliberalizme başkaldırarak sosyal refah talep eden, yolsuzluklara hırsızlıklara isyan eden milyonlarca insan ABD’den Polonya’ya, Fransa’dan Belarusya’ya, oradan Lübnan’a kadar ayakta. Dünya halkları seslerini duyurabilecekleri demokratik kanalları birer birer kaybettikçe, dikey iletişim imkânları azaldıkça mecburen sokaklara çıkıp bağırıyorlar; kitlesel protestolar ve şiddet dünya çapında yayılıyor, genişliyor, toplumların dokusuna nüfuz ediyor.
Dünya prekaryası (güvencesiz, esnek çalışan, gelecekten umudu kesmiş kitle) her ülkenin özgül koşullarında kendi devrimci programını arayacak, 21. yüzyıla bu arayış damgasını vuracak. Günümüze kadar hayal bile edilemeyen muazzam gelir eşitsizliği, her türlü suç örgütünün kendine göre yasa icat ederek yerleşik hukuk normlarını zorlamasına da yol açacak. Dolayısıyla asayiş görülmemiş derecede önem kazanacak.
Elbette cezaevi talebi de yükselecek. Fakat ne kadar cezaevi inşa edebilirsiniz? Gerçi devletimiz elinden geleni yapıyor ama yine de ihtiyacın gerisinde kalıyor. Toplam mahkûm kapasitesini yarım milyon kişiye çıkaracaklarmış. 2018’de 500 bin metrekare büyüklüğünde 11 cezaevi açan Adalet Bakanlığı, 2021’e kadar yurdun her yerinde 48 yeni cezaevi açacakmış. Yani birkaç yıla kalmadan “Cezaevleriyle ördük anayurdu dört baştan” gibi bir durum olacak.
Barış Pehlivan kardeşimizin 9 No’lu Silivri Kapalı Cezaevi’nden bildirdiğine göre, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın (“kültür” ve “turizm”) yıllık bütçesi 4 milyar 168 milyon lirayken, sadece 2019’da cezaevlerine ayrılan bütçe 6 milyar 993 milyon 138 bin liraya ulaşmış (Oda tv, 12. 08. 20).
Bu yüzden Bakan Varank övünmekte haklı. Millî ve yerli elektronik kelepçe büyük ferahlık sağlayacak; hem yurt içi talebi karşılayacak, hem de önemli bir ihraç malı olacak. Kelepçeyi takacaklar, evden çıkıp bakkala giderken yolu biraz uzattığınızda alarm zilleri çalmaya başlayacak, hemen koşup sizi enseleyecekler. Mükemmel bir buluş!
Aslında millî ve yerli maske de üretilmeli. Nitekim Japonlar sekiz dilde çeviri yapan, aynı zamanda sosyal mesafeyi koruyan bir maske üretmişler. Fiyatı da sadece 40 dolarmış! Yani maskeyi takarak evinizde oturup sekiz dilde haber izleyebiliyorsunuz. Sokakta ya da iş yerinde sosyal mesafeyi aştığınız anda maske feryat etmeye başlıyor, ışıklar yanıp sönüyor, hemen uzaklaşıyorsunuz. TÜBİTAK laboratuvarları, iki kavanoza konulan aynı peynirin birine sövüp diğerini övdüğünüz zaman sövdüğünüz peynirin hızla bozulduğunu, diğerinin ise taptaze kaldığını (peynirin pedagojisi!); Kur’an dinletilen fasulyenin dinletilmeyen fasulyeye kıyasla daha hızlı büyüdüğünü ispatlayan deneylerin; papaz eriğini imam eriğine çeviren makinenin; elektro çekilirken hastaya giydirilecek “mahremiyet önlüğü” gibi icatların yanı sıra, bu elektronik maske işine de el atmalı.
Aslında salgın hastalıkların daha da yayılması hâlinde elektronik kelepçe-elektronik maske kombinasyonu da çok verimli sonuçlar doğuracaktır. Kelepçe şahsın eviyle iş yeri arasındaki mesafeye göre ayarlanabilir, böylece insanların sağa sola takılmaları, bir araya gelmeleri, dolayısıyla fikirlerin ve virüslerin yayılması önlenmiş olur. Bu arada Japon maskesi de takacakları için iş yerinde sosyal mesafe korunmuş olur. Ayrıca maske size yabancı dil öğretebilir. Cumhurbaşkanımızın konuşmaları ülkenin bütün televizyonlarıyla aynı anda maskenin hoparlöründen yurttaşlara ulaştırılır. Böylece bilişim ve teknoloji devriminin icaplarına uygun müthiş bir enformasyon, güvenlik ve sağlık atılımı aynı anda gerçekleşmiş olur.
Maske dedim de aklıma geldi. Bu Kovit-19’un esrarını çözemeyeceğimi anladım. Virüs hakkında okumayı bıraktım. Başlangıç fikrime döndüm ve orada kalmaya karar verdim. Doğaya ihanet ettik. Bunun bedelini ödeyeceğiz. En fazla üç dört milyarı kaldırabilecek bir gezegende nüfusumuz sekiz milyara dayandı. Bir zamanlar iktisadî büyümenin ve toplumsal kalkınmanın önemli bir maddesi olan nüfus planlamasını, her türlü planlama anlayışıyla birlikte terk ettik. Kaynakları ihtirasla, bilinçsizce tükettik, geriye kalan kıt kaynaklar için deli gibi silahlanarak birbirimizi boğazlamaya başladık. Hayvanların hayat alanına tecavüz ettik, atmosferi bozduk, diğer türlerin yaşamasına imkân vermeyen bir ortam yarattık. Tabiat insan türünü azaltmak, hatta sırtından atmak için harekete geçti. Doğa, antikapitalisttir. Kendi dengesini buluncaya kadar insanları virüslerle, bakterilerle, mikroplarla eksiltmeye ve terbiye etmeye devam edecektir. Ne aşı, ne de başka bir şey, hiçbir şey yapamayacaksınız. Her bir insan tabiat ananın acımasız pençesini hissedecektir.
Geçenlerde televizyon izlerken ilginç bir ürün reklamına rastladım: anti-Molotof sprey. Bu acaba bildiğimiz Molotov mu, diye düşündüm. Stalin’in Dışişleri Komiseri Vyaceslav Skriyabin Molotov’dan başkası olamaz. Volga bölgesinin Kukarka (daha sonra Kirov) şehrinden. Öğrenciliği sırasında harçlığını çıkarmak için meyhanelerde keman çalarken bir odun deposunda, o sırada askerî öğrenci kıyafetiyle tebdil gezen Yosif Visariyonoviç’le (Stalin) tanışıyor ve hayatı değişiyor. Huruşov tarafından 1953’te tasfiye edilene kadar Stalin’in yanından ayrılmamıştır.
Neyse, konuyu dağıtmayalım… “Bu anti-Molotof sprey ne iştir?” diye düşünürken, kısa bir araştırma yaptım ve ürünün “Molotov Kokteyli”ne karşı kullanılmak üzere icat edildiği sonucuna vardım. Zira tanıtım yazısında şöyle deniyor: “A, B ve C sınıfı yangınların başlangıcında çok daha hızlı, güvenli ve daha etkin bir şekilde müdahale amacı ile geliştirilmiş üstün nitelikte bir üründür. Kullanıcının tek yapması gereken, ürünü alıp aleve 50-60 cm mesafeden püskürtmektir.”
Aslında çok parlak bir ticarî buluş. Bence devlet bu ürün için ihale açmalı. Her emniyet görevlisinin kemerine bundan bir tane taksalar üretici firma zengin olur. Ayrıca ihraç ürünü olarak da çok değerli, döviz sağlar. Dünyanın bütün ülkelerinin bütün emniyet şubeleri bu ürünü envanterlerinde sarf malzemesi olarak görmek isteyebilir. Yukarıda da belirttiğim gibi, bu tip ürünlere 21. yüzyılda muazzam talep olacak.
Aslında Molotov Kokteyli’nin de uzun bir tarihi vardır. Yanlış hatırlamıyorsam ilk kez İspanyol İç Savaşı’nda (1936-39) Francisco Franco’nun faşist milisi tarafından Sovyet zırhlı araçlarına karşı kullanıldı. Yine 1939’da meşhur Kış Savaşı sırasında Finlandiya askerleri ülkelerini işgal eden Kızıl Ordu tanklarını Molotov Kokteyli’yle imha ettiler. Gene 1939’da Polonyalı direnişçiler aynı silahı, bu kez “petrol bombası” adıyla Varşova’da Nazilerin panzer birliklerine karşı kullandılar. Molotov Kokteyli daha sonra, özellikle 1968’de başlayan öğrenci hareketleriyle birlikte kitlesel direnişlerin en önemli savunma silahı hâline geldi. Nerede parlak alevleri göğe yükselen bir halk direnişi olduysa Molotov Kokteyli orada ortaya çıkmıştır. Yakarsa bu dünyayı garipler yakar!
Tabiî bu sprey ancak en ilkel Molotov kokteylleri için çözüm olabilir. Kokteylin pek çok çeşidi kullanılmıştır. Bir şişenin içine benzin doldurup ağzından içeri bükülmüş bir gazete kâğıdı tıkarak ilkel bir Molotov Kokteyli yapabilirsiniz. (Sakın yapmayın, çünkü 2013 Haziran Ayaklanması’ndan sonra ateşli silah sayıldı, kullananlara 8 ila 12 yıl hapis cezası öngörüldü.) Fakat ince şeritler hâlinde kesilmiş çadır bezi, tutkal, cıva, katran, gazyağı, benzin, parafin, sülfirik asit, lamba fitili ve balmumu gibi malzemelerle yapılan daha gelişmiş, çok etkili tarihsel modeller de vardır. Özetle, gelişmiş bir Molotov Kokteyli’ni öyle 50-60 cm mesafeden kolayca söndüremezsiniz. Bizden söylemesi.
İdeolojik boşluklarıyla, yeni kitle hareketleriyle, değişik baskı ve hegemonya mücadeleleriyle, yaygın kitle iletişim araçlarıyla, görselin yazılı olanı bozguna uğratmasıyla, kültür karmaşası ve salgın hastalıklarıyla çok ilginç bir yeni yüzyılda yaşadığımızı kim inkâr edebilir? Toplumsal sınıfların hiç biri yüz yıl öncesindeki eşdeğerlerine benzemiyor; 19. ve 20. yüzyıllarda, özellikle 1920’lerden 1980’lere kadar hüküm süren teorilerin hiç biri bugünün dünyasını tam olarak açıklamıyor. İnsanın özünde var olduğu düşünülen cevherin açığa çıkmasını ve her türlü barbarlığı alt etmesini bekliyoruz. Veryansıntv, 14. 08. 2020