BİR KÂBUS OLARAK AMERİKAN RÜYASI

Yavuz Alogan

         Costa-Gavras’ın 1982 yapımı Missing (Kayıp) filminde simgesel anlamı derin bir sahne vardır.  Yağmurlu başkentin ıssız ana caddesinde havaya ateş eden askerlerin doluştuğu bir cemsenin kovaladığı beyaz bir at, yelesini rüzgâra vermiş dört nala koşarak gece karanlığında gözden kaybolur. Yankee emperyalizmi yirminci yüzyılın tamamında, dünyanın her yerinde özgürlükleri tam da o sahnedeki gibi arkasından ateş ederek kovalamıştır.

         Filmde olaylar ismi verilmeyen bir Latin Amerika ülkesinde geçer.  Amerikancı darbenin seyri   Şili (1973) ya da Arjantin’i (1976) hatırlatır. Amerikan orta sınıfından bir baba darbenin kargaşasında kaybolan solcu oğlunu bulmak için ülkeye gelir. Yüzlerce kurşunlanmış cesedin yığıldığı morg salonları dâhil oğlunu arar. Sonunda Ford Vakfı’nın ekonomi başkanı babanın kulağına oğlunun stadyumda kurşuna dizildiğini fısıldar.

         Dehşete kapılan adam Amerikan Büyükelçiliği’ne koşar. Büyükelçi’yle arasında geçen konuşma, Amerikan rüyasının ve hayat tarzının kökenine ilişkin ders niteliğindedir. 

“Ne biçim bir dünya burası?” diyen babaya Büyükelçi acımasız sözlerle gerçeği anlatır.  “Amerikan hayat tarzını koruma kaygısı taşıyoruz, Bay Herman,” der. “Burada üç binin üzerinde Amerikan şirketi iş yapıyor.  Bu talihsiz olayla ilginiz olmasaydı, şu anda evinizde huzur içinde oturuyor olacaktınız. İkisine birden sahip olamazsınız.”

Bunca tantana, katliam ve cinayet Amerikan tüketim toplumunun huzuru ve bekası içindir. Amerikan orta sınıfının tombul bireyi mayonez ve sosisten yoksun kalmasın, lüks arabasının deposunda her zaman benzin bulunsun diye üçüncü dünyanın kaynakları yağmalanmış, mazlum halklar darbelere, işgallere, katliamlara maruz kalmıştır. Kendi halkına demokrasi ve huzur, dünya halklarına ölüm ve zulüm! Amerikan rüyası budur. Obez, cahil, iyimser, tüketmeden duramayan ortalama Coni’nin var oluş tarzıdır Amerikan rüyası.

Şimdi bu rüyanın yerleşik Yankee düzeni için kâbusa dönüştüğünü, sarsılmaz Amerikan Establishment’ının  kendi içinde bölünüp çatladığını, John Steinbeck’in “Bitmeyen Kavga”da anlattığı çatışmanın çok farklı boyutlarda yeniden başladığını görüyoruz. Amerikalı işsiz, vitrin camını kırdığı mağazada sergilenen asla sahip olamayacağı lüks arabayı baltayla parçalıyorsa, marketler yağmalanıyor, barikatlar kuruluyor ve bazı polisler göstericilere selam duruyorsa yeni bir dönem başlamış demektir.  

Marketleri yağmalamak, ATM’leri parçalamak elbette ayıp şeyler. Fakat toplumun en dibindekiler fikirlerini bazen bu şekilde ifade ederler. Simgesi eşek olan Demokrat Parti ile simgesi fil olan Cumhuriyetçi Parti’nin, akıl almaz paraların harcandığı bir Show Business (eğlence dünyası) havasında seçim kampanyaları yürüterek, başka hiçbir partiye ve muhalif örgüte fırsat vermeden dönüşümlü olarak iktidara geldikleri bu ülkede, sürekli tepilmek ve ezilmek istemeyen yoksul ve örgütsüz Amerikalılar, siyahlar ve Hispanikler  kendi sınıflarının doğal  programını zaman zaman  şiddet uygulayarak savunmuşlardır.

Aslında öfke insanın baskılanmış bilinç durumunu yansıtır. Kitlesel şiddetin olduğu yerde insanların topluca yaşadıkları, başka yöntemlerle dile getirme imkânı bulamadıkları büyük sorunlar vardır.   Her kitle hareketi aynı zamanda bir eğitim sürecidir; insanların belleğinde derin izler bırakır ve bir sonraki kitle hareketini besler. 

Howard Zinn, ABD Halklarının Tarihi (İmge 2005) adlı muhteşem kitabında şöyle der: “Amerikan kültürü altmışlı yıllardaki hareketlerden asla unutamayacağı bir biçimde etkilenmişti. Kendini zaman zaman sinemada, televizyonda, müzik dünyasında belli eden şaşmaz, inatçı, yeni bir bilinçlilik hâli toplum yaşamının bir parçası olmuştu. Bu bilinçlilik (…) zenginler ile yoksullar arasında büyüyen çatlağın ‘demokrasi’ sözcüğünü yalanladığını söyleyen bir farkında olma durumuydu” (s. 698).   

Genelev, eğlence dünyası, otel ve gökdelen inşaatı âleminden gelen Trump’ın başkanlığı, kapitalizmin küresel kriziyle birleşince, Howard Zinn’in sözünü ettiği farkındalık patlama boyutlarına ulaştı.

Amerikan kapitalizminin köklerini, zenginlik ile adaletsizliğin birbirini nasıl beslediğini anlamak ve beş kız kardeşin (Exxon, Mobil, Socal, Gulf ve Texaco) hikâyesini öğrenmek için Amerikalı Marksist John Dos Passos’un romanlarını, özellikle “Amerikan Üçlemesi”ni (42. Paralel, 1919 ve Büyük Para) okumalıyız. Toplumsal dönüşümü ve yabancılaşmayı anlamak istiyorsak, William Faulkner’ı (özellikle, Ağustos Işığı),  Norman Mailer’ı (özellikle, Barbarlık Kıyısı) ve  J. D Salinger’in Çavdar Tarlasında Çocuklar’ını okumamız; F. Ford Coppola, Sergio Leone ve Martin Scorsesse filmlerini “aksiyonlu macera” olarak değil, toplumsal yapı analizi olarak izlememiz  gerekir.      

Amerikan kapitalizmi vakti nakde çevirerek üretim sürecini saniyelere bölmeyi başarmış, makineyi işçinin iradesinden kurtararak işçiyi makinenin bir parçasına indirgeyen üretim yöntemlerini, Taylorizm ve Fordizm’i icat etmiştir. 1900’lerde kapitalizmin yaydığı zenginlik umudu, köksüz, tarihsiz Amerikalı’nın düşünce dünyasını oluşturmuştur.  

Amerikan sosyolojisi, en gelişmiş haliyle Chicago Okulu’nun veri işleme/yorumlama tekniğine dayanır. Bu okul, Avrupa’da Marx, Durkheim, Weber ve Simmel’in klasik sosyoloji geleneğini çarpıtarak uygulamalı sosyoloji, pragmatizm, sembolik etkileşimcilik, faydacılık, “genelleştirilmiş öteki” gibi saçmalıklar üretmiştir. Orada sınıf mücadelesi, toplumsal çatışma, devlet teorisi, devrim ihtimâli, kapitalizm eleştirisi gibi şeylere yer yoktur; sosyal bilimler, kapitalizmin hizmetine girmiştir.      Aylak Sınıfın Teorisi gibi kitaplar yazarak müteşebbis Amerikalı’nın  zihin dünyasını ve özel şirketlerin yapısını hallaç pamuğu gibi atan Thorstein Veblen gibi  sahici bir sosyolog bütün üniversitelerden kovulmuş, bir münzevi olarak ölmüştür.  

Tüketim kültürüne uygun üretim ve hizmet sistemleri icat etmek Amerikan rüyasının temelini oluşturur. Uyanık Amerikalı iki kuru ekmeğin arasına salçalı ve mayonezli bir köfte sıkıştırıp, yanına bir Coca-Cola koyarak bütün dünyayı McDonalds’laştırmayı başarmıştır. Kahvenin içine her türlü zımbırtıyı katan Starbucks kafeleri, gelişmiş gelişmemiş her ülkenin sokaklarını doldurmuştur. Dünyanın neresine giderseniz gidin, Big Mac yiyebilir, plastik bardakta alengirli bir kahve içebilirsiniz.  Amerikalı satılabilecek her şeyi tüketim amaçlı kültürüyle birlikte bütün dünyaya yaymıştır. 

  Amerikan Conisi her şeyi başka ülkelerden araklamış, başkasının icadını geliştirerek ilerlemiştir. Onu uzayın derinliklerine taşıyan icatlar, Nazilerin V-2 (Vergeltungwaffe) roket teknolojisinden bozmaydı mesela. Alabama’da roket sistemleri geliştiren Redstone Arsenal’i kuran, Nazi Almanyası’nda SS subayı olarak görev yapmış Wernher von Braun’dan başkası değildi.

Evet atom bombasını yaptılar, Nagazaki ve Hiroşima’da başarıyla test ettiler.  Fakat bombayla ilgili bütün teorik bilgileri, Otto Hahn gibi kimyacıların, Werner Heisenberg gibi Hitler’e atom bombası yapmaya çalışan teorik fizikçilerin çalışmalarından hareketle geliştirdiler.

Önceleri Özel Büro adıyla anılan CIA’yı kurdular, II.  Dünya Savaşı’ndan hemen sonra Kuzey İtalya’daki komünist ve anarşist hareketler üzerinde başarıyla denediler. Sonraki yıllarda bu aygıtı kullanarak dünyanın anasını ağlattılar, her ülkeye bu örgütün işbirlikçi bir şubesini yerleştirdiler. Büyük işler yaptılar.  Fakat bunu Hitler’in Dış Doğu Orduları Komutanı General Reinhard Gehlen’in  istihbarat arşivini ve  dünya çapında faaliyet gösteren istihbarat örgütünü devralarak yaptılar.  CIA’nın temelinde “Gehlen Örgütü” yer alır.  CIA, savaşın son evrelerinde Almanya’da harekete geçen Hitler’in direniş ve intikam örgütü Werewolf’un yetenekli katillerini devşirerek onları Avrupa’da ve dünyanın her yerinde komünistlere ve her türlü muhalife karşı kullandı.

Çağdaş Amerikan militarizminin temellerinde Adolf Hitler ve ekibinin imzası vardır.  Siyah Amerikalıları öldüren, evlerini yakan Ku Klux-klan teşkilatı Nazi Almanyası çökerken ortaya çıkan Werewolf örgütünün erken bir örneğinden başka nedir?  Şu son gösterilerde halka ok atan, silah teşhir eden beyaz Amerikalı, bu uğursuz ırkçı örgütün uzantısıdır.

ABD’de Başkan petro-kimya ve silah tröstlerinin konu mankenidir. Çizgi dışına çıkan başkanı kovboy usulüyle “indirirler.” Amerikan halkının “Dürüst Abe” dediği Abraham Lincoln köleliği kaldırdığı için tiyatro seyrederken vuruldu. İrlanda kökenli Katolik  J. F. Kennedy  Protestan-Yahudi düşüncesine ters düştüğü, Truman’ın Asya politikalarına karşı çıktığı için öldürüldü. Nixon, Vietnam Savaşı’na karşı çıkan göstericilere teslim olduğu, savaşı bitirmeye karar verdiği için Watergate tertibiyle görevden alındı. Mükemmel aile babası rolündeki Kennedy’nin Marilyn Monroe’yu defalarca öptüğünü  çok geç bir tarihte öğrenen Amerikan halkına, işsizlik ve enflasyon oranını düşüren, daha ılımlı bir dış politika izlemeye çalışan Bill Clinton’ın Monica Levinsky’le ilişkisi en ince ayrıntılarına kadar anlatıldı.  Başkan seçildiğinde Martin Luther King pozları takınan Barack Obama, Illinois Eyalet Senatosu’na seçildiğinde, o sırada Başkan olan “Baba” Bush ona “Fazla öne çıkmasan iyi edersin, yoksa seni indirirler,” demişti. O da öne çıkmadı; kendisini Wall Street ile Pentagon’a teslim etti.  

Neyse, konuyu dağıtmayalım… Özetle Amerikan Devleti günümüzde para ve silah demektir. Bu ikisi birleşerek emperyalizm dediğimiz şeyi oluşturur. Amiral Alfred Mahan, “ABD’nin savunması bütün dünya denizlerinden başlar” dediğinde takvimler 1890 yılını gösteriyordu.  Gerçi ABD parayı kapitalist küreselleşmenin bayrağını ele geçiren Çin’e kaptırdı ama silahları hâlâ duruyor. Yeryüzünde hiçbir imparatorluk silah gücünü kaybetmeden, askerî olarak yenilmeden ve kendi içinde parçalanmadan dağılmamıştır. Tarihte bütün imparatorluklar en uzak uç bölgelerde hâkimiyeti kaybederek, çeperden merkeze doğru çökmüşlerdir.  ABD tartışmasız ekonomik üstünlüğünü kaybetmiş fakat henüz çöküş sürecine girmemiştir. Kapitalist emperyalizm sürecekse yeni bir emperyal gücün ortaya çıkması gerekir.  Bu yüzden ABD emperyalizmini yendik, çöktüler, battılar diye sevinç gösterisi yapmak, sevindirik olanların basitliğinden, sığlığından başka hiçbir şeyi göstermez. Süreç yeni başlıyor.

ABD’nin şimdiki krizi, eyalet polisinin Floyd’u kameraların önünde boğmasıyla başladı. Fakat temelde yatan sebep yapısal iktisadi krizdir.  Trump yönetimi bu krizin üstesinden gelemez. Ne yapacak? Ulusal sınırları aşan, elle tutulamayan sermayeyi burjuvazisiyle birlikte toplayıp Kuzey Amerika’ya mı getirecek? Bugünün dünyasında Roosevelt’in New Deal’ı gibi bir tür Keynesçi (kamu ağırlıklı) iktisat politikası oluşturarak, Tayland ve  Güney Kore’den Çin ve Hindistan’a kadar emek maliyeti düşük alanlara saçılmış Amerikan sanayisini toplayıp ülkeye getirerek, Pittsburgh’tan Detroit’e uzanan, bir zamanlar ağır sanayinin yerleştiği fakat günümüzde metruk hâle geldiği için “Pas Kuşağı” (Rust Belt) olarak adlandırılan bölgeye mi yerleştirecek? Bunların hiçbirini yapamayacak. O zaman militarize olacak, silah kullanmaya, bölgesel savaşlar çıkarmaya devam edecek.

Neyse, konuyu çok dağıttım… Toparlamak için şunu sormak gerekir: “Peki şimdi ne olacak?” 

Minneapolis’te başlayan halk ayaklanmasının birinci dalgası muhtemelen bastırılacak. İsyan eden kitleler içten içe örgütlenmeye ve ikinci büyük dalga için güç toplamaya çalışacaklar. Beklenmedik bir gelişme olmazsa, mesela görevden alınmazsa, Trump Kasım’da seçimleri kazanacak.

Fakat hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Trump, Lafayette Parkı’ndaki göstericileri polisine dövdürüp yolu açtırdıktan sonra Saray’ından çıkıp Saint John Kilisesi’nin önünde bir Ortaçağ Engizisyon papazı gibi elinde İncil’le poz verdiği anda ABD başka bir şeye dönüştü.  Başkan, mevcut bütün federal, sivil ve askerî kaynakları, ayırım gözetmeden “terörist” dediği göstericilere karşı seferber ettiğini ilan etti. Elinde ABD bayrağı ya da Amerikan Anayasası yoktu. Sadece İncil vardı… Bu çok önemli bir mesajdır. Yani diyor ki bu ülkeyi beyaz tenli Evangelist Hıristiyanlar yönetir, bütün diğer ırklar ve inanç grupları azınlıktır ve biz ne dersek o olur!

 Amerikan halkının birleşimi hakkında iki görüş vardır. Birincisi, ABD’yi WASP’ın, yani Avrupa kökenli protestan orta sınıf Amerikalıların yönettiğini savunur. İkincisine göre ise Amerika bir “melting pot,” yani eritme potasıdır; ayrı gayrı yoktur, Amerikalılar kaynaşmış bir kitle oluştururlar. (Post-modern dönemde eritme potası “salata çanağı”na dönüştü, farklılıklarımızla birlikteyiz anlamında).

Trump’la birlikte birinci görüş ağırlık kazandı ve örgütlü bir güç olarak ortaya çıktı. Mülkümüzü koruyoruz diye elinde belinde silahla dolaşan hödük orta sınıf Amerikalılar kendilerini bu örgütlü gücün vurucu unsurları olmaya aday görüyorlar. Ateş etmeye cesaret edecekler mi? Anayasal kurumlar Trump’ın elindeki İncil’i alıp yerine Anayasa’yı koyabilecekler mi?  Yoksul beyazlar, siyahlar, Hispanikler, göçmenler, Müslümanlar, Budistler ve diğer gruplar ne yapacaklar?  Hâlâ varlığını sürdüren sistem karşıtı Amerikan entelektüel sınıfı ne yapacak?  Bunları bilmiyoruz. Fakat Amerikan rüyasının bir kâbus olarak açığa çıktığı görülmekte, hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı anlaşılmaktadır. Veryansın, 05.06.2020