ABDÜLHAMİT DİZİSİ ÇEVİRMİYORUZ!

Yavuz Alogan

YPG’yi tasfiye etmek, ABD’nin terör örgütüne verdiği bilmem kaç tır dolusu silahı ele geçirmek için Fırat’ın doğusunda taarruz ettik. Sınır boyunca tampon bölge kurup Toki’ye “200 metre karelik villalar” yaptırarak Suriyeli göçmenleri oraya yerleştirecektik. Amerikalıların müdahale etmesi hâlinde onları vuracağımızı ilan ettik.

İkisini de yapamadık.  Amerikalılar YPG’yi silahlarıyla birlikte güneye çektiler.  Trump, PYD’yi Suriye topraklarındaki petrol bölgesini korumakla görevlendirdiğini açıkladı. Mültecileri yerleştirecek tampon bölge oluşturamadık. “Villa” yapmak şöyle dursun, başlangıçta ilan ettiğimiz sınır hattını bile kapatamadık. Hat delik deşik oldu ve orada ABD ve Rusya itişip tepişerek devriye atmaya başladı. Sonuç: fiyasko!

Aynı şeyi İdlib’de yapmaya kalktık. M5 Karayolu’nun batısında, M4 Karayolu’nun kuzeyinde 35 km. derinliğinde bir bölge açıp   Suriyeli göçmenler için orada yerleşim yeri (bu sefer “elli metre kare”lik barınaklar!) oluşturmayı amaçladık.  Fırat’ın doğusunda olduğu gibi, zannettik ki biz posta koyunca Ruslar “Rejim” kuvvetlerini alıp, tıpkı Yankee’nin YPG’ye yaptığı gibi güneye çekecek.

Ruslar, Yankee gibi sessizce çekilecek yerde peş peşe uyarılarda bulundular. Dediler ki, siz Soçi mutabakatına uymadınız, HTŞ’yi silahsızlandırmadınız (yoksa silahlandırdınız mı?).  HTŞ ve ona bağlı şeriatçı kuvvetler Soçi Mutabakatı yapıldığı sırada İdlib’in yüzde kırkına hâkimdi, sizin Gözetleme Noktalarınız kurulduktan sonra bölgenin yüzde doksanına hâkim oldular. Bu cesareti nereden aldılar?  Askerlerinizi kuzeye çekin, Suriyeli göçmenlerinizi yerleştirmek için İdlip batısında ve kuzeyinde beş kilometrelik bir şeridi size bırakıyoruz. Suriye ordusu, bizim hava desteğimizle kendi vatanının bir parçası olan İdlib’i kurtaracaktır. Ruslar bize böyle dediler.

Bunun üzerine biz, Adana Mutabakatı- Soçi Muhtırası  diyerek ve Suriye’nin kendi toprağında “işgalci” olduğunu öne sürerek, “İdlib’i Suriye’ye bırakamayız” gibi ateşli sözler söyleyerek, oraya tugay seviyesinde bir askerî birlik sokarak ve “Millî Suriye Ordusu” dediğimiz kuvvetleri seferber ederek karşılık verdik ve “rejim”le çatışmaya başladık.

Ay sonuna kadar süre verdik. Ayın 29’una kadar “Rejim” Soçi  sınırlarına çekilmezse taarruz edeceğimizi ve karşımıza çıkan bütün kuvvetleri güneye doğru sürüp bölgeden çıkaracağımızı ilan ettik. Rusların bizden vazgeçemeyeceklerini, geri basacaklarını, hatta hava sahasını açacaklarını düşündük.

Bu arada sorunu uluslararasılaştırmaya çalıştık. Fransa, Almanya ve Rusya ile bir zirve önerdik, NATO’dan yardım istedik, Putin’le ikili görüşme talep ettik.  Rusya bu isteklerin hepsini geri çevirdi. Fransa ve Almanya önerimizi ciddiye almadı. NATO, önce S-400’leri Rusya’ya iade edin, dedi.  Fakat biz Şubat’ın 25’inde, Sayın Reis’in ve hükümet sözcüsü Ömer Çelik’in ağzından Rusya’yı tehdit etmeye devam ettik ve ayın 29’unda taarruz edeceğimizi üstüne basa basa ilan ettik.  Rusya’nın son anda geri çekileceğini ümit ettik. Blöf yaptık.

Fakat tutmadı. Rusya ağır bir hava bombardımanıyla bizi bilerek ve isteyerek hedef aldı. Resmi rakamlara göre 33, gayri resmi rakamlara göre çok daha fazla vatan evladımız orada şehit oldu.  Yüreğinize ateş düşmedi! Saraylara değil, yoksulların derme çatma kulübelerine ateş düştü!  Askerlerimizin   barındıkları binaların enkazında hâlâ şehitlerimizin olduğu söyleniyor. Şehadeti açıklama görevi Hatay Valisi’ne verildi. Bu arada sayın Reis telefon diplomasisi yapmaya devam etti. Kendisinin diplomasiyi çok sevdiğini anlıyoruz. O bir başkomutan, aynı zamanda bir diplomat…

Manzara şudur: Türkiye, Ege’den Doğu Akdeniz’e, oradan bütün Suriye ve Irak sınırlarına uzanan geniş bir düşman cepheyle karşı karşıya geldi ve İdlib’de  meşru Suriye Ordusu ve Rusya’yla  çatışmaya başladı. Saray’ın mutlaka zevahiri kurtarması, küçük de olsa bir zafer kazanması gerekiyor. Bu yüzden devam etmek istiyor.

 Bütün bunların sebebi, Saray’ın güney istikametinde Türkiye’ye bağımlı ya da özerk bir Sünni (İhvancı) bölge elde etme arzusudur. Saray bu arzuyu ABD’ye ve Rusya’ya kabul ettirmek ve bunu iki dünya gücünü birbirine karşı oynayarak, gerektiğinde zorla, sert güç kullanarak yapmak gibi bir düşünceye kapılmıştır.  Bunun bedelini askerlerimizin şehadetiyle, ekonominin iflasıyla ve utançla ödüyoruz ve ödeyeceğiz. Sanki Sultan Abdülhamit dizisi çekiyoruz! Hepinize bir rol düşüyor.

NATO sizi kurtarır mı? Elbette kurtarır. Fakat bunun bedeli ülkemizin bağımsızlığı ve toprak bütünlüğü olur. Peki biz Ruslarla savaşırsak düveli muazzama bize destek olur mu? Olmaz! Üçüncü dünya savaşını göze alırlar mı? Almazlar.  Bizim iyice pataklanmamızı, muhtaç duruma düşmemizi, hacâlet (utanç) içinde gâvura el avuç açmamızı beklerler ve taleplerini bize zorla dayatırlar.  Peki biz tek başımıza Ruslarla savaşabilir miyiz? Her ne kadar profesör olmuş bazı hödükler, “Ruslarla tarihte 16 kez savaştık, şimdi yine savaşacağız” diye zil takıp oynuyorlarsa da savaşamayız.

Şimdi… Bu ülkenin bütün insanları ahlaki bir sorunla yüz yüzedir.

İki tavır vardır. Birincisi, madem ki bize taarruz ettiler, Suriye de Rusya da bizim düşmanımızdır; her ne kadar yanlış politikalar izlediyse de Saray’ın etrafında kenetlenelim, tavrıdır.  Siyasî partilerde, milliyetçi kesimlerde böyle bir eğilim var. Onlardan ayrı olarak, medyatik eyyamcılarda ve fırsatçılarda ve siyasî iktidardan nemalanmak isteyen alçaklarda  da böyle bir tavır var.

“Kan tükürdüm kızılcık şerbeti içtim” ya da “kol kırılır yen içinde kalır” gibi sözlere çok meraklıyız biz. Hiçbir şeyi sineye çekemeyiz! Kanı bize yok yere kan tükürtenin suratına tükürürüz. Kırık kolumuzu açar herkese gösteririz.

Kabullenen, Saray’ın etrafında toplanmayı gerektiren tavır bizi bir felaketten diğerine sürükleyecektir. Bu ülkenin onuruyla, ordusuyla, askerin şeref ve haysiyetiyle, legolarıyla oynayarak deneyler yapan bir çocuk gibi oynamaya kimsenin hakkı yoktur; isterse halife, isterse padişah olsun, isterse her girdiği seçimde yüzde yüz oy almış olsun.  Abdülhamit dizisi çevirmiyoruz, figüranlığı reddediyoruz!

Kimse bizi muhalefet ediyoruz diye PKK’nin ya da FETÖ’nün değirmenine su taşımakla suçlamaya kalkmasın. Bu ülkede siyasî iktidara FETÖ ve PKK dışında muhalefet edecek kimse kalmamışsa bu ülke zaten bitmiş demektir.

İkinci tavır, şovenizm patlamasına kapılmadan, Saray’ın  demagojisine aldanmadan  hatalı politikaları halka açıklamak, halka doğru haber, doğru bilgi vermek, her durumda direnmek ve örgütlenmek;  tam bağımsız, laik ve demokratik sosyal hukuk devleti idealinden ve Mustafa Kemal’in Devrim Kanunları’ndan asla vazgeçmemektir.  Türkiye’nin tek bir sorunu vardır: Siyasî İslam ve onun Saray rejimi…

Latince Abissus abissum invocat (uçurum uçurumu çağırır) diye bir söz vardır. Telafi edemeyeceğiniz bir hatanın daha büyük hatalara yol açacağını, yanlış bir hareket başlattığınız zaman o hareketin yaratacağı anaforlara kapılıp yok olacağınızı ima eder. Uçurumun neresinde olduğumuzu gaza gelmeden, tarihin uğultusuna kulak vererek, ahlaklı ve vicdanlı yurttaşlar olarak dikkatle düşünelim, lafı dolandırmadan konuşalım. Veryansıntv, 29. 02. 2020