Yavuz Alogan
“Vatanseverlik” bir tutum değil, bir duygudur. İnsan yaşadığı ülkeye, konuştuğu dile, içinde yaşadığı topluma bağlanır, ülkesinin tarihine ilgi duyar. Ruhunuzun derinlerinde bu masum duyguyu taşıdığınızı bilirsiniz, hayatın akışı içinde onu hissedersiniz. Fakat sürekli “vatan, millet!” diye bağırıp çağırma ihtiyacı duymazsınız.
Mesela “dürüstlük,” vatanseverlikten farklı olarak, bir duygu değil bir tutumdur. Yalan söylemeyen, insanları aldatmayan, rüşvet yemeyen insana “dürüst” deriz. Dürüstlük mertebesi tarihte bazı kişilere unvan olarak verilmiştir. Mesela ünlü Fransız ihtilalcisine “Incorruptible Robespierre” denilmiştir. Buradaki gâvurca sözcük, dürüst, baştan çıkarılamaz, ahlakı bozulmaz, rüşvet kabul etmez anlamına gelir.
“Vatanseverlik” kendi başına siyasî bir terim de değildir. Bir duygu üzerine siyaset inşa edilemez ya da bir duygu bir siyasî özneyi ya da hareketi bir diğerinden farklılaştırmak için kullanılamaz. Siyasette ideolojik ve programatik görüşler, gizli ya da açık niyetler, hedefler belirleyicidir. Mesela birisi kalkıp “Benim partim vatansever, diğer bütün partiler çeşitli derecelerde vatansızdır; benim gibi düşünmeyen herkes vatan hainidir” derse, sıradan vatandaş “La bu ne diyo la?” diye söylenir.
Fakat bazı durumlarda “vatanseverlik” duygusu bir tutuma dönüşür. İnsan ulusal kimliğinin, yurttaş olarak sahip olduğu hakların, hayat tarzının ve daha önemlisi içinde yaşadığı ülkenin nüfus yapısından toprak bütünlüğüne kadar her şeyinin tehlikeye maruz kaldığını görmeye başlar ve bir tutum almak zorunda olduğunu hisseder. İşte o zaman vatanseverlik duygusu bir tutuma dönüşür. Burada, zorlayıcı bir durum, tarihî bir mecburiyet vardır. Yani hayatın akışı içinde bir duyguyu bir tutuma dönüştürmeyi gerektiren bir arıza olmuştur. Yoksa normal günlük hayatın içinde hiç kimse durduk yere kendisinin ya da başkasının vatansever olup olmadığını sorgulamaz; kendisini büyük vatansever görüp vatan haini aramaya, giderek avlamaya çıkmaz.
“Mecburiyet” dedim de aklıma geldi. Geçen gece “tarihî mecburiyet” diye bir şey kafama takıldı, uykum kaçtı. Tarihî bir mecburiyet olarak kalktım ve kesif tütün dumanlarına gömülerek düşünmeye başladım.
Mesela Alman halkı 1920’lerin sonunda ve 1930’ların başında Hitler’i desteklemeye mecbur muydu? Yoksa Hitler, Versailles Antlaşması’nın (1919) dayattığı vahim koşulları (toprak kaybı, ağır savaş tazminatları, ordunun neredeyse polis gücüne indirgenmesi) kullanarak Alman halkını kendisine mecbur mu etti?
İdeolojik altyapı 19. yüzyılda olgunlaşmıştı. Otokratik devlet yönetiminde ırksal ütopyaları temel alan uyumlu bir halk topluluğu (Volksgemeinschaft) kurma özlemi, Hitler’in etnomerkezci (völkisch) milliyetçiliği devlet sosyalizmi anlayışıyla birleştirmesini sağladı. Birincisi (milliyetçilik) zaten vardı; ikincisi (etnik milliyetçilik temelinde devlet sosyalizmi) ise Nazilerin, ortak bir mücadele cephesi kuramayacak kadar ayrışan ve kendi içinde bölünen Komünist ve Sosyal Demokrat hareketlerin tabanını ele geçirmelerini sağladı. Alman Reis’i (Führer) ve faşist cehennem makinesi böylece ortaya çıktı.
Peki Führer vatansever miydi? Elbette. Peki Versailles Antlaşması’nın çeşitli ülkelere dağıttığı, itilip kakılan Alman nüfusunu birleştirme arzusu, bunun için Sudetenland (Çekoslovakya) ve Ruhr bölgesini (Fransa’nın denetiminde) ele geçirme, hatta ırksal birliği sağlamak için Avusturya’yı ilhak etme niyetleri meşru muydu? Alman halkı için tamamen, diğer Avrupa devletleri için kısmen meşruydu. Bu yüzden Alman panzer birlikleri Polonya sınırını geçene kadar (1 Eylül 1939) kimse sesini çıkarmadı.
Benzetme yaptığım sanılmasın. Bizdeki durum kıyaslanamayacak kadar yüzeysel. Milliyetçilik elbette var. Milliyetçiliğin etnik versiyonları da var. Fakat fikrî temeli olan uyumlu bir toplum özlemi yok. Bizde baskın olarak, daha çok 1930’lu yıllara dönmek ya da ucundan da olsa Osmanlı İmparatorluğu özlemini tatmin etmek gibi müphem (belirsiz, karmaşık) arzular var. Bir bütünü oluşturan, örgenleşmiş (bütünün işlemesini sağlayan organik ama kendi başına özerk) kurumlar yok. Devlet dediğimiz yapı, her türlü kamu denetiminden kurtulmuş bir siyasî iktidar sayesinde, paraları toplayıp yandaşlara pompalayan bir emme basma tulumba gibi çalışıyor. Bu yüzden herkes tulumbaya yakın durmaya çalışıyor. Tulumbayı korumak için gerekli olan güvenliği sağlama kaygısı bütün diğer kaygıların en tepesine yerleştirilmiş. Siyasî toplumun çok büyük bir bölümü geniş kitlelerden ayrılarak, sadece pastadan büyükçe bir dilim koparmak için siyaset yapıyor.
Ve en önemlisi, bizde millet ve ümmet kavramları iç içe geçmeye başladı. Milliyetçi kendisini giderek ümmetçi, ümmetçi ise milliyetçi olarak görüyor ve bu tuhaf sentez sayesinde vatanseverlik duygusu masumiyetinden sıyrılarak mevcut siyasî iktidarın en önemli dayanak noktası hâline geliyor. Reisimiz bu sentezlenmiş vatanseverlik duygusunu başarılı biçimde kullanabilirse, bütün toplumu kendisine ve kendisinden sonra gelecek benzerlerine mecbur bırakabilir. Alternatifsiz kaldığı koşullarda başarısızlığa uğrar ve kendi gerçekliğini kabul etmekte gecikirse, ki gecikmekte olduğu görülüyor, araladığı fakat mecburen sonuna kadar açamadığı ortaçağ kapısından fırlayacak cehennem zebanileri bütün toplumu istila eder ve telafi edilemeyecek kadar kaotik bir durum oluşur.
Bu yüzden halkımızın, özellikle seçkinlerin, büyük kentlerde yaşayan aydınlanmış insanların akıllarını başlarına toplayarak kendi vatanseverlik duygularını ve tarihî mecburiyetlerini gözden geçirmeleri ve siyasî iktidarın hegemonik ideolojisinden kendilerini ayırmanın yolunu bulmaları gerekir. Fazla geç olmadan. Veryansıntv, 13. 12. 2019