YILDIZIN SÖNDÜĞÜ ANLAR

Yavuz Alogan

         Aydınlık gazetesinden kendi isteğimle ayrıldıktan sonra bendeki Reis saplantısının azalacağını düşünmüştüm. Saplantı yazıları yavaş yavaş azalacak, yerini memleketin güncel sorunlarıyla ilgili yazılara bırakacaktı. Fakat öyle olmadı. Tam aksine, saplantı sürekli artış gösterdi. Elimde olsa Stefan Zweig’ı mezarından çıkarıp ona Reis’in biyografik romanını yazdırırdım. Kendisi romana nasıl bir isim verirdi bilemem fakat ben “Yıldızın Söndüğü Anlar” ismini önerirdim.

         Çok ilginç bir siyasî karakter söz konusu. Kolay değil, ardında 200 yıllık demokrasi ve hürriyet mücadelesi olan doksan yıllık sert dokulu laik Cumhuriyet’i, bütün idarî ve iktisadî kurum ve kurallarıyla tasfiye ederek siyasî İslam’ın hâkim olduğu bir ümmet toplumu olmanın eşiğine getirip bıraktı.

Politik sezgileri, manevra kabiliyeti inanılmaz. Sürekli zıplayan, nüfuz alanını genişletmeye, servetini çoğaltmaya, laik toplumla hesaplaşmaya çalışan onca tarikatı, cemaati on parmağının altında on pire gibi tutup yöneterek ve semirterek bugünlere getirdi. Milleti ümmete, yurttaşı müşteriye dönüştürmek için azimle çalıştı. Memleketin bütün iktisadi varlıklarını, hatta topraklarını bile sattı; hastayı bile hastanelerin talep ettiği oranda kârlı bir ticari meta olarak tanımladı. Kimse sesini çıkarmadı. 

İktidara yükseldiği, “demokrasi”yi savunduğu dönemde bütün liberalleri, Kemalist ulus-devlet anlayışıyla hesaplaşmaya hevesli demokrasi budalası işbirlikçi unsurları peşinden sürükledi. Açılım sürecinde Türk milliyetçiliğini ayaklarının altına alarak 36 etnik gruba ifade ve örgütlenme özgürlüğü vaat etti.

         Milletin derinlerden homurdanmaya başladığını gördüğü anda âni bir manevrayla, birlikte yola çıktığı insanlar da dahil olmak üzere peşinden gelenleri silkeledi. Bu kez en sert milliyetçi partiyle ittifak kurarak iktidara tutundu. Fakat büyük kazanımlar elde etmişti.  Siyasî İslam’ı bütün siyasî partiler nezdinde dokunulmaz hâle getirmişti. Siyasî topluma “laiklik” kavramını unutturmayı başarmıştı. Bütün emekçi sınıfları fakir-fukara-garip-guraba’ya dönüştürmüştü.

  “Aydınlanma Sempozyumu” düzenleyen bilimsel sosyalist bile “cumaları kazaya bırakırım, bayram namazlarını asla kaçırmam; neticede hepimiz Müslüman Türk milletinin fertleriyiz” gibi konuşmaya başladı. Saray’a gidip hükümdarın danışmanlarıyla poz vermekten çekinmedi.  Geçmişte kendi yayın organlarında Salman Rüşdî’nin Şeytan Ayetleri’ni laiklik ve basın özgürlüğü adına yayımlayanlar, bu kez Yedi İklimin Sultanı Efendimiz’in güzelliklerini ve devlet adamlığını övmeye, hatta “Onun da kafasına işkembe geçirmişlerdi” gibisine derin analojiler yapmaya, Reis’in vereceği görevlere hazır olduklarını alenen ilan etmeye başladılar.   Bu bir ideolojik hegemonya değilse, nedir?

Reis’in müthiş bir manevrayla Türk Ordusu’nu nasıl tasfiyeden geçirdiğini, askeriyenin kozmik evraklarını müstevlinin casus örgütüne nasıl teslim ettiğini, son ana kadar kendi iktidarını pekiştirmek için kullandığı fakat sabırla bekleyerek tam iktidara doğru hamle ettiği anda o namussuz ajan örgütünü, elbette uzlaşma kapılarını aralık bırakarak nasıl tasfiye ettiğini ve bu süreçten Türk Ordusu’nun başkomutanı olarak nasıl çıktığını anlatmaya gerek yok.

Muazzam bir politik sezgi, üstün bir manevra yeteneği olmadan böyle şeyler yapılabilir mi?    Bir eli Chatham House’da öteki eli El Nusra’nın içinde; jeopolitiği kullanarak aynı anda hem ABD, hem Rusya, hem de AB’yle dans etmek, dostluk ve işbirliğini tehditlerle harmanlayarak, icabında tavizler verip icabında Kasımpaşa raconuyla posta koyarak manevra yapabilmek az şey midir?

Karizmatik, açık sözlü, güçlü hatip; davasını ve hedeflerini asla gizlemeyen bir lider. Daha geçenlerde, “Bir Müslüman dinini hayatın şartlarına göre değil, hayatını inancının esaslarına göre uyarlamakla mükelleftir,” dedi ve ekledi: “… İslam bize göre değil, biz İslam’a göre hareket edeceğiz. Nefsimize ağır gelse de hayatımızın merkezine dönemin koşullarını değil, dinimizin hükümlerini yerleştireceğiz.”

Anayasasında hâlâ “laiklik” ilkesi yazılı bir ülkenin Cumhurbaşkanı bunu söylüyor ve siyasî toplumun içinden, üniversitelerden, sendikalardan tek bir ses yükselmiyor; tek bir toplu protestonun ihtimali bile kalmamış. İktidarın ucundan azıcık da bize ver, biz de vatan savaşına katılalım, ayrıca iş bağlarız, hariçten sermaye celp ederiz, görev isteriz diyenlerden kuvvetli bir laiklik savunusunu zaten beklemiyoruz. Fakat İlke ve İnkılâpları olan, Devrim Kanunları’yla kurulmuş bir ülkede, 17 yıl gibi kısa bir sürede böylesine hegemonik bir   ortam yaratabilmek, kooptasyon (dahil etme, saflara kazanma) becerisi göstermek bir lider için büyük bir başarı değilse nedir?

Şimdi diyeceksiniz ki “Madem öyle, yıldız niye sönüyor?”

Büyük davaları olan siyasî iktidarlar geri dönüşü olmayan bir noktaya geldiklerinde iktidarda kalmaya mahkûm olurlar. Bu mahkûmiyeti sürdürmenin iki şartı vardır: iktidardan beslenen sınıflara kaynak ayırmaya devam etmek ve değişim isteyen kitlelerde mutlu gelecek beklentisi yaratmak. Bu iki şart ancak Kuzey Kore ya da İran gibi kapalı rejimlerde ve bir yere kadar sağlanabilir. İnsanların zorlanarak da olsa her türlü bilgiye ulaşabildikleri, “demokrasi” görüntüsünü sürdürmek zorunda olan yarı açık rejimlerde avanta dağıtma imkânlarını kısıtlayan iktisadi kriz ve kitlelerde gelecek beklentisinin kaybolması sarayları yıkar, saltanatlara son verir. Halk homurdanır, oy vermez. Zengin sınıf başka partilerin etrafında toplanmaya çalışır. Böylece yıldız sönmeye başlar.

Ara çözümler, küçük reformlar, halkı rahatlatma çabaları çare olmaz.  Alexis de Tocqueville’in (1805-1859) Fransız Devrimi’ni incelerken söylediği şu söz evrenseldir: “Kötü bir hükümet için en tehlikeli an genellikle reform yapmaya başladığı andır.”

AKP sahici bir reform yapamaz.  Görünüşü kurtarmak için debelense de iktisadi krizin yükünü yoksullaşan halkın sırtına bindirmek, IMF’yle el altından iş yapmak, halkı uyutarak fedakârlığa razı etmek için şoven patlamalar yaratmak, mevcut tehlikeleri abartmak, büyük komplo teorileri oluşturmak, hatta savaş çıkarmak zorunda kalır.

İktidarda kalma girişiminde yandaşlara büyük görevler düşer. İktisadi krizin sorumluluğunu 17 yıldır  ekonomiyi küresel vahşi kapitalizme teslim eden, dünyanın en görgüsüz yeni zenginler sınıfını yaratan siyasî iktidara yüklemek, bu iktidar yandaşlarının çıkarlarıyla çelişir. Krizin yükü halkın sırtına bindirilecek; halk tasarruf yapacak, bir çift öküzünün ve çorabının bir tekini bağışlayarak IMF programlarını andıran kemer sıkma politikalarıyla Saray’a yardımcı olacaktır.  Almanya’da çalışırken ne kadar fedakâr, disiplinli ve çalışkan olduğunu kanıtlayan işçi sınıfı yabancıların kuracağı fabrikalarda ucuz işgücü olarak istihdam edilerek değer üretecek, böylece kriz aşılacaktır. İktidarın günahlarını sineye çekeceğiz, krizin yükünü sırtımıza alıp Saray’ın yanında duracağız.  Öyle mi? Sayın Reis’in geniş bir mutabakat sağlamasını, siyasî toplumun göreve hazır unsurlarına başvurarak, “Arkadaşlar, ben yönetemiyorum, el atın da şu gemiyi hep birlikte yüzdürelim” demesini bekleyeceğiz.

Bu türden yandaşlığın en büyük tehlikesi, ulusalcı-kamucu bir hareketin yolunu tıkayarak insanlarda gereksiz beklentiler, sahte devrim hayalleri yaratması ve dolaylı olarak İmamoğlu ya da Babacan gibi işbirlikçi unsurların   yolunu açmasıdır.

Türkiye o kadar basit bir ülke değil. Halkı aptal yerine koyanlar her hamlede kendi mezarlarını kazarlar.

Peki ne olabilir?  Reis’in yıldızı sönerken, İmamoğlu ve Babacan gibi ipleri müstevlinin elinde olan pinokyo karakterler iktidarı devralırlar ve neoliberal iktisat politikalarını sürdürerek yeni bir dışa bağımlı baskı rejimi kurarlar ki bu durumda değişen bir şey olmaz.  Ya da siyasî toplum kendi içinden bir Kurucu İrade çıkarır, özelleştirilen her şeyi kamulaştırarak “laik, sosyal hukuk devleti”nin temellerini yeni bir anayasayla inşa eder.  Bugünün dünya ve ülke koşullarında ikincisine “demokratik devrim” diyoruz. Meşruti monarşiyi andıran şimdiki rejimi istemiyoruz. Veryansıntv, 06. 12. 2019