AKP’NİN ÇILGIN PROJESİ
Yavuz Alogan
Seçim kampanyalarında siyasal partiler beyannameleri ve propaganda söylemleriyle oy istedikleri insanları çocuk yerine koyarlar. Seçim döneminde düzen partilerinin liderleri bol keseden atan aile reisi, meydanlara doluşup onları alkışlayan insanlar ise henüz ergenliğe ulaşmamış çocuk rolündedir.
Türkiye’de ilk seçimlerin 1877 yılında yapıldığı, uzun kesintilere rağmen halkın oy verme tecrübesine sahip olduğu dikkate alındığında, seçimlerin bir müsamere, tuluat, karagöz-hacivat ve hamaset gösterisi olma özelliğini açıklamak daha da zorlaşır. Burada, isyan geleneği olmayan, devletten ve hükümetten bağını koparıp kendi öz-örgütlerini oluşturma deneyimi edinmemiş, askeri diktatörlükler ve sıkıyönetimlerle sindirilmiş bir halkın seçim dönemlerinde kolayca kandırılabilmesi, çocuklaşması üzerine uzun çözümlemeler yapmaya gerek yok. Ancak siyasetçinin pervasız palavralarının, halkın o palavralara göre oy verebilecek bir bilinç ve algı düzeyine sahip olmasıyla ilişkili olduğunu belirtmek gerekir.
Seçim kampanyaları muazzam paraları gerektirir. Satın alınmış basın yayın organları ince bir propagandayla kendi iktisadi çıkarına en uygun siyasi partiyi desteklerler; davul zurna sesleri göğe yükselir, bayraklar dalgalanıp bildiriler konfeti gibi yağar; liderler çok farklı bir ışık altında, ortada kurtarılacak bir şey olmasa da birer kurtarıcı gibi parlatılırlar. Seçim kampanyaları, eşitsiz, adaletsiz, yanıltıcı ve gerçeklerin çarpıtıldığı bir itişme alanında sürdürülür.
Bugünün dünyasında o alana, etnik ve dinsel bir zemine dayanmadan, çözümlemelerle, fikirlerle, broşür ve bildirilerle, aidat paralarıyla giriyor ve insanların izanına ve vicdanına hitap etmeyi düşünüyorsanız, hiçbir şey yapamazsınız; sizden önce birileri kapıları çalmış, yeni doğana altın takmış, sünnet ve düğün törenlerine nezaret etmiş, bir torba mercimek, bir buzdolabı falan bırakmış ya da bir iki etnik ve dinsel işaret ve simgeyle çoktan işi bitirmiş olabilir. Baraja yaklaşmanız, derdinizi anlatmanız, insanların idrak alanında bir etki yaratmanız mümkün olmaz. Ancak mevcut yasalar ve kurallar içinde size ayrılan küçük ve dikkatle denetlenen bir bahçe içinde oynamanıza izin verilir. Ciddi siyasi analizler yapmanıza, ittifaklar kurup stratejiler belirlemenize, “seçimlerde tavrımız” başlıklı bildirgeler çıkarmanıza karışmazlar. Bir yolunu bulup birkaç değerli insanı ittifaklar ve cepheler içinde meclise sokmaya kalkışırsanız, bu kez karşınıza YSK dikilir, sizi veto etmeye, yasaklamaya, kitlenin önüne çıkıp derdinizi anlatmanızı engellemeye çalışırlar. Toplantı tutanaklarını eksik gönderdiğinizi, ananızın kızlık soyadını yanlış yazdığınızı söyleyip; kadınlardan askerlik belgesi talep eder, seçilmek şöyle dursun hiçbir hakka sahip olmadığınızı iddia ederler.
Kendinizi onların arabasına bağlayarak belki biraz görünür olabilirsiniz. Bu durumda afişlerinizi belediye kamyonlarıyla götürüp asarlar; bildirilerinizi ve bayraklarınızı bedava basarlar. Fakat bu da geçicidir. Bu yolla sadece bir üst bahçeye terfi etmiş olursunuz. Kullanım değeriniz konjonktürün imkânları ve zamanla sınırlıdır. “Yetmez ama evet” olayında olduğu gibi, rezil olduğunuzla kalırsınız. Kendiniz hiçbir şeye yetmezsiniz, sadece “evet” demiş olursunuz.
Faşist Eğilimler ve Toplumun Parçalanması
AKP’nin seçim beyannamesinden türettiği söylem kulağa bir fuar ya da panayır ilânı gibi gelmektedir: yeni şehirler, devasa köprüler ve tüneller, ışık ve ses gösterileri, “ileri demokrasi”, çılgın projeler vb. Son dönemecine giren Kürt sorununda “sivil itaatsizlik kampanyası” bütün Ortadoğu’yu kaplayan bir isyan ve savaş dalgasıyla birleşirken önde giden 2200 Kürt eylemcinin, 34 general, 164 subay ve çok sayıda gazetecinin cezaevlerinde yargılanmayı beklediği; uluslararası finans kuruluşlarının (sizi stratejik kullanım değerinizden ötürü şu ana kadar suyun yüzeyinde tutmayı başardık, lâkin) “ekonominiz fazla ısındı, biraz soğutmazsanız zora girersiniz,” diye uyarıda bulunduğu; her sivil toplum kuruluşunun kendine göre bir anayasa taslağı hazırladığı, ancak yeni bir anayasanın ne hazırlanma yöntemi ne de içeriğiyle ilgili gerçekçi ve uygulanabilir bir mutabakatın oluştuğu bir ortamda yazılan beyanname, mevcut bütün sorunları görmezden gelerek, Cumhuriyet’in 100. yılında, yani 2023 yılında “Yıldız”gibi parlayan bir Türkiye hedefiyle, cehennemin kapısında cennetin yıldızlarını vaat ediyor.
İnsan bazen bir şey yazdığında, yazdıklarını tanımlama ihtiyacı duyar ve metnin amacına ilişkin en gerçekçi yorumu peşinen önlemeye çalışır. Nitekim Başbakan da beyannamesini sunarken, Kasımpaşa tarzında bir tanımlama yapma ihtiyacı duyuyor: “Bu beyanname, ‘dostlar alışverişte görsün’ niyetiyle, ya da vitrin düzenlemek, laf kalabalığı yapmak, orta sahada top çevirmek gayesiyle hazırlanmış bir beyanname değildir.” Aslında, tam da öyle bir beyannamedir. AKP’nin beyannamesi stadyumun temelleri çatırdarken orta sahada top çevirmekte, bu arada Başbakan “çılgın proje”den vb. söz etmektedir.
AKP’nin çılgın projesi aslında devletin bütün kurumlarını ele geçirerek toplumu tam bir hegemonya altına almaktan ibarettir. “Çılgın proje” ihtiyacı üzerinde de özellikle durmak gerekir. Bir kere “demokrasi” adını hak eden rejimlerde, seçimle gelip gitme taahhüdünde bulunan iktidarların yirmi yıllık bir perspektif içinde “çılgın proje” tasarlamak gibi bir hakları ve yetkileri olamaz. “Çılgın proje”ler ancak faşist rejimlerde ya da hegemonik güçler tarafından tasarlanabilir. Beyannamede yer alan, “BÜYÜK ekonomi,” “GÜÇLÜ toplum,” “MARKA şehirler,” “LİDER ülke” gibi ifadeler de faşist rejimlere özgüdür. Burada küreselleşmenin değerleri hegemonya arzularına karışmakta ve AKP tarzı küreselleşmeci-milli görüşçü-muhafazakâr-liberal ve alt-emperyalist tuhaf bir karışım, gerçek bir “ucube” ortaya çıkmaktadır.
Bu karışımda modern (devrimci olmasından vazgeçtik) sendikalara yer yoktur. AKP, devleti bir şirket (Erbakan “garson devlet” derdi) emekçi kitleleri ise fakir-fukara-garip-guraba olarak görmekte; “sosyal devlet”i cemaat vakıflarında cisimleşen bir hayır-hasene müessesesine; onurlu, hak sahibi yurttaşı “müşteri”ye, sıradan bir hizmet alıcısına indirgemekte; günde ortalama beş kadının ailesi, kocası ya da sevgilisi tarafından katledildiği ülkede, kadın erkek eşitliğine inanmamakta; kendi burjuvazisini, kendi sendikalarını, kendi kültür kurumlarını ve kendi alternatif-rövanşist cemaatler toplumunu yaratmaktadır. Çılgın proje asıl budur.
Toplum AKP döneminde birbirinden keskin çizgilerle ayrılan üç parçaya bölünmüştür: demokratik özerklik isteyen Kürt toplumu; AKP’nin her konuda ne istediğini gayet iyi bilen cemaatler toplumu; ve ne istediğini pek bilemeyen (ya da Kemalist asr-ı saadete dönüşten, proletaryanın devrimci demokratik diktatörlüğüne kadar geniş bir yelpazede pek çok şey isteyen ya da sadece “hayat tarzıma karışmayın” diyen) bir diğer toplum.
AKP’nin devleti ele geçirirken yarattığı ayrışma iç savaş cephelerini kesin çizgilerle belirlemiştir ve çatışma kaçınılmazdır. Tarihte görülen bütün iç savaşların tartışılmaz önşartı, ülkedeki silahlı güçlerin kendi içlerinde bölünerek toplumdaki muhalif kutuplara doğru çekilmeleridir. Ordunun karşısına ağır silahlarla donatılmış polisi çıkarır; polisi cemaatlerle böler; askeri “göz bebeğimiz” ve “darbeci” olarak ayırırsanız, iç savaşa giden yolu döşemiş olursunuz. İlk büyük krizde bütün bu güçlerin kendi mevzilerini oluşturarak toplumdaki safları tahkim etmelerini hiçbir güç engelleyemez. Devlet, toplumu son tahlilde silah zoruyla, “zor kullanma tekeli”yle bir arada tutar. Bu tekel ortadan kalktığı zaman iç savaş kaçınılmazdır.
Korku ve Demagoji
Geçmişe; ekonomik kriz, darbe, sıkıyönetim dönemlerine gönderme yapılarak korku yaratılmadan hegemonya kurulamaz ve demagoji, bütün faşist rejimlerin en önemli silahıdır. Halkın % 60’ından fazlası ABD’ye karşıyken NATO kuvvetlerine katılıp Libya’ya filo göndermenin; Hüsnü Mübarek’e “iktidarı bırak” çağrısı yaparken, Suriye devlet başkanına MİT müsteşarıyla destek olmanın izahı, ancak “bölgesel merkez devlet” pozları ve saf anlamda demagojiyle yapılabilir. AKP dış siyaset alanında tam bir çıkmaza girmiştir. Cemal Abdülnasır’ın postuna talip olarak Arap çarşısında şöhret kazanmaya çalışırken, Ortadoğu’daki büyük krizin Türkiye’ye Kürdistan’dan girmek üzere olduğunu görmeyip, “darbeci” sıfatıyla andığı silahlı kuvvetleri NATO marifetiyle kuzey Afrika’da kara harekâtına hazırlayan bir rejimin bir noktada iflas etmesi kaçınılmazdır. Bu kadar büyük çelişkileri gözlerden saklayacak demagoji Joseph Goebbels’i bile aşar.
Kaba kuvvet kullanma hevesi faşist/hegemonik yönetimlerin bir diğer özelliğidir. Sınav soruları çalınan öğrencilerin barışçı gösterisini isterlerse 5000 imam hatip mezunu tosuncukla ezebileceklerini söyleyerek böbürlenirler. Şu “ileri demokrasi” etiketini gereksiz kılacak ölçüde hegemonya kurduklarında bunu yapacakları, içki içenleri, bale seyredenleri, sokakta el ele tutuşanları, saçı rüzgârda uçuşan ya da sokakta sigara içen kadınları Pastarlar’ıyla hizaya getirmeye çalışacakları, modern Amerikancı şeriat kanunları ve itaat kültürleriyle öteki toplumun üzerine yürüyecekleri kesindir.
Dünyanın gelmiş geçmiş bütün faşistlerinin ortak bir özelliği de büyük yapılara duydukları hayranlıktır. Onlar “marka şehirler”, devasa köprüler, tüneller, gökdelenler, finans merkezleri, yeraltında ve yer üstünde görkemli kongre merkezleri inşa ederler; Anadolu Selçuklu mimari üslubuyla inşa edilmiş haşmetli genel merkez binalarıyla övünürler. Bu tutkularından iktidarlarının son anına kadar vazgeçmezler. Sovyet topçu ateşine maruz Reicshtag binasının avlusundaki sığınağında Hitler, mimarı Albert Speer’le birlikte son ana kadar aşağı kattaki Berlin kent maketini incelemekten vazgeçmemiştir.
12 Haziran seçimlerinde AKP’nin karşısında ideoloji ve program farklılığı olan bir ana muhalefet partisi olmayacaktır. CHP, geçirdiği dönüşümün ardından AKP’nin bir benzeri olarak, ABD’dekine benzer iki (belki iki buçuk) partili bir sistemde hegemonik gücün stepneliğine aday olarak ortaya çıktı. Sağcı solcu, dindar laisist bizim için fark etmez, biz herkesi kucaklıyoruz diyen bir insan topluluğunun, neden parti biçiminde örgütlendiğini sormak gerekir. CHP’nin Kürt kamuoyuna ve dindar kesime şirin görünme çabaları oy kaybına uğramasına bile neden olabilir, çünkü gerçeği varken kimse taklidini seçmez. Dolayısıyla AKP’nin hegemonik gidişatının önünde siyasal bir engel görünmemektedir.
AKP’nin hegemonya çabası, bir yol kazasına uğramadığı koşullarda, anayasal sistemin değiştirilmesi ve güçlü bir başkanlık sisteminin kurulmasıyla tamamlanabilir. Şimdilik bu “çılgın proje”nin önünde, beklenmedik dış dinamiklerin muhtemel etkisini bir yana bırakırsak, içeriden oluşabilecek siyasal, sivil ya da askeri bir engel görünmemektedir. Ancak her çılgın projenin, çılgın muhalefetlere yol açması da kaçınılmazdır. SoL, 21. 04. 2011