ŞAFAK SÖKERKEN

Yavuz Alogan

         Eski Çin’de idam mahkûmlarının son gecelerini hep birlikte neşe içinde geçirmelerine izin verilirmiş. Mahkûmlar, cellat da aralarında olmak üzere, hep birlikte sabaha kadar şarkılar söyler, en sevdikleri yemekleri yer ve pirinç rakısı kadehlerini peş peşe yuvarlayıp mutlu olurlarmış. Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte cellat, ansızın hareketlenip palasını çeker ve hafiften çakırkeyif mahkûmların kellesini, tırpanla başak biçer gibi alıverirmiş.

         Yine böyle bir infaz ayininde mahkûmlar, sabahın ilk ışıklarına kadar pek güzel eğlenmişler, şarkılar söyleyerek yiyip içmişler. Derken güneşin ilk ışıkları dağların arasından görünmüş. Fakat hiçbir şey olmamış. Mahkûmlardan biri, cellada sormuş: “İnfaz neden gecikti?” Cellat, “Gecikmedi ki,” demiş. “Fakat kellelerimiz yerli yerinde duruyor,” diye diretmiş mahkûm. “Size öyle geliyor,” demiş cellat, palasına bulaşan kanı göstermiş mahkûma. Dehşete kapılan mahkûm, “Nasıl yani?” diye mırıldanmış. “Ben çok hızlıyımdır,” demiş cellat. “Ayağa kalktığın anda kellen kucağına düşecek.”

         Kıssadan hisse: Kelleniz çoktan gitmiş olabilir, ancak siz bunu henüz fark etmemiş olabilirsiniz. Organ kayıplarında da aynı şey olabilir. Mesela tren bacağınızın üzerinden geçmiş, ama siz hâlâ koştuğunuzu sanıyorsunuz. Ya da kopmuş kolunuz sürekli kaşınıyor. Uydurmuş gibi olmayayım ama, buna galiba “tepki gecikmesi,” gibi bir şey deniyordu. Bir şey olmuş, ama siz olan şeyi henüz idrak edemediğiniz için olmamış gibi davranıyorsunuz. Kellenizin hâlâ yerinde olduğunu sanıyorsunuz, gerçeği anlamanız için ayağa kalkmanız gerekiyor.

“Böyle salaklar …”

                   Bütün bunlar, “irticayla mücadele belgesi”yle ilgili haberleri gazetelerde okurken aklıma geldi. Kurmay Albay, bir “irticayla mücadele belgesi” hazırlıyor. Belge, “AKP’yi ve Fetullah Gülen Hareketini Bitirme” planlarını içeriyor. Bütün medyanın ve okur yazar halkımızın, askeri ve sivil savcıların, AKP ve bütün  muhalefet partilerinin olanca hukukçu ve kurmaylarının, bu arada elbette yabancı  ülkelerin istihbarat örgütlerinin de, çözmeye çalıştıkları vahim problem şu: Belge sahte mi, yoksa gerçek mi?

Genel Kurmay Plan ve Prensipler Dairesi’ne verilen bir emirle, Genel Kurmay’ın kozmik-elektromanyetik-psikodinamik korumalı alt kat odalarında (“netekim” Kenan Evren de 12 Eylül Darbesi’ni gazeteciler bina ışıklarının yandığını görmesinler diye bu odalarda hazırlamıştı) yetkili personelce mi hazırlandı, yoksa Albay korkunç bir cuntanın  liderlerinden mi emir aldı, yoksa F-tipi polis köşeye sıkışan ve gardını yüksek tutmaktan yorulmuş TSK’ya bir darbe daha indirmek için böyle bir belge tanzim ederek basına mı sızdırdı?

         Herkes bu sorulara yanıt aramakta, kulaklar  tank paletlerinin geceyi tırmalayan o tanıdık seslerini beklemekte, eller tetikte ve bu kez “ricat” etmeyeceğini haykıran Başbakan’ın başı bir demokrasi haresiyle şenlenmekte (burada durup, tankın üzerinde demokrasi ilân eden Boris Yeltsin’i hatırlayalım!), senaryolar ve olasılık planları havalarda uçuşmakta.

Tabii biz de bütün bunlardan geri kalacak değiliz. Bizim de bir senaryomuz var. Şöyle: hayatı boyunca bu türden raporlar, lahikalar, andıçlar yazmış ve okumuş olan Albay, sıcak bir gece uykusu kaçınca, çizgili pijaması üzerinde olduğu halde evinin balkonunda karpuz yiyip serinlemeye çalışırken, “eski güzel günler olsaydı,  TSK şu AKP ve Fetullah hareketini nasıl bitirirdi,” düşüncesinin cazibesine dayanamayıp  laptop bilgisayarını kucağına alır ve bir mücadele planı yazar. Planın hard diskte terk edilmesine razı olmayan Albay, evindeki yazıcıdan bir çıktı alır, bir refleks olarak belgenin altına ismini yazar, imzalar ve görüşlerini  bazıları avukat olan arkadaşlarına  “bilgi için” yollar. Bir polis belgeyi bulur, fotokopisini çeker ve İstanbul’un romantik köşelerinden birinde, diyelim ki Akıntıburnu’ndaki deniz fenerinin dibinde, Attila İlhan’ın deyişiyle “müphem” ve sisli bir gece yarısı, Taraf gazetesinin muhabirine elden teslim eder.

Geçmişteki benzerlerine, gece yarısı muhtıralarına, andıçlamalara kıyasla çok basit bir olay bu aslında. Ancak  devletin iki kanadı arasında bir hesaplaşma varsa, çok basit olayların bile büyük sonuçları olabilir. İştahlar kabarır en azından; düşman kal’asına karşı muazzam top atışları başlar.

Mesela, Taraf gazetesinin romancı müsveddesi başyazarı, “Albayı Verin!” başlıklı bir yazı yazdı.  Sanki kendisi bir başıbozuk paşası; topçu bataryasının üzerine çıkmış, karşı mevzideki mağluplara haykırıyor: “Albay, siperden çık, eller havada yaklaş! Asker, tüfek çat! Rahatta bekle!” Arkasına Fetullah Hoca Efendi Hazretleri’nin Amerikancı başıbozuk sivil toplum ordusunu ve sermaye gücünü almış, bağırıyor adam. Yani dünyanın herhangi bir silahlı kuvveti, bu kadar baskı karşısında darbe yapacağı yoksa bile niyetini bozabilir. Şöyle diyebilir: “Bunca ağzı kıllı adamın önünde, tilkinin bağlayıp, çakalın çözdüğü hayvana aslan mı denir? Ben böyle demokrasinin ta içine!!!” Neyse ki dünya dengeleri diye bir şey var. Amerika onları dengeli biçimde kollarından yakalamış. Polisin kum torbası olmuşlar. Ruhlarını teskin etmek için Huntington ve Max Weber okuyorlar.

Aslında bu rapor konusunda en doğru yorumu, gene bir asker, emekli Amiral Attila Kıyat yaptı: “Darbe, zeki ve cesur insanların işidir,” dedi Amiral, “böyle salaklar darbe yapamazlar.”

Velev ki…

         Velev ki, bu raporu TSK hazırlamış olsun… Öncelikle şunu saptamak gerekir. Devlet denilen örgütlenme biçiminin silahlı kuvvetleri vardır. Bu güç barış zamanında devamlı harp oyunları yapar ve ülkenin dış ve iç siyasetinden tamamen bağımsız olarak, savaş ve çatışma, iç ve dış güvenlik senaryoları üretir. “Düşman bize şuradan saldırırsa, biz şurada mevzileniriz”, ya da “komünistler ayaklanırsa, önce sendikacıları tutuklarız,” “hükümet, iç ayaklanmaları bastıramazsa, şöyle müdahale ederiz,” gibi…

Mesela Pentagon’un,  iktisadi kriz nedeniyle ABD içinde bir iç çatışma ya da ayaklanma halinde askeri birliklerin iç güvenliği nasıl sağlayacağı, bunun için gerekli kuvvetleri nasıl oluşturacağı konusunda planlar yaptığı, yakın zamanda dünya basınında ve burada da (Akşam/Serdar Akinan)  haber olarak yer aldı. Benzer planları Hollanda, Yunanistan, Güney Kore, Endonezya, Küba orduları da yapar. Bu, askeriyenin tabiatından gelen bir olaydır ve komünist topluma kadar, devletler var oldukça silahlı kuvvetler, çekirge istilasından, iç ayaklanma ve depreme kadar çeşitli olaylar karşısında “oyun planları” hazırlar.

Üç kez darbe yapmış bir TSK’nın arşivi muhtemelen bu türden sayısız senaryo, plan ve raporlarla doludur. Arada elbette fark var. Yukarıdaki örneklerde silahlı kuvvetler devletin yürütme gücüyle antagonist bir ilişki içinde değiller en azından. Dolayısıyla, mesela Küba ordusunun Kastro’yu ya da ABD ordusunun Obama’yı ya da Yunan Ordusu’nun Karamalis’i “bitirme planı” hazırlaması düşünülemez.

Fakat burada düşünülebilir. Neden? Çünkü bu ülkeyi, Fransız Devrimi’nden esinlenen 6 tane Osmanlı Paşası, “müstevlinin siyasi emellerine alet olan” Padişah’a isyan ederek kurmuş ve Anadolu coğrafyasında yaşayan halkı, bir ulus-devlet olarak, yukarıdan aşağıya doğru ideolojik bir oluşum içinde kurgulamıştır. Bu ideolojinin sancağı, devlet bürokrasisinin, esas olarak da TSK’nın elindedir. Balkan Faciası’ndan bu yana “bölünme”, 31 Mart vakasından bu yana “irtica” ve Soğuk Savaş döneminde “komünizm,” bu sancaktarın geleneksel korkularını oluşturmuştur. Dolayısıyla bu “tehditler”e karşı daima plan ve senaryo hazırlar, “gösteri ve tatbikat” yapar.

Fakat bu ordu, aynı zamanda bir NATO ordusudur. Eski Genel Kurmay Başkanı ve Cumhurbaşkanı merhum Cevdet Sunay, bir vesileyle, “Askerin don lastiğini bile Amerika veriyor,” demiştir. Gene sağcı bir siyaset adamı olan, eski Meclis Başkanı ve 12 Eylül öncesinin Cumhurbaşkanı Vekili  merhum İhsan Sabri Bey, gene bir vesileyle, “CIA bizi kucağına almış, altımızı oyuyor,” mealinde sözler sarf etmiştir. Bütün bunlar,  rahmetli İsmet Paşa’nın, “Ayı ile yatağa girmek çok tehlikelidir efendiler, ani bir dönüşle sizi bitirebilir,” mealindeki sözlerini, sonraki politikacıların pek dikkate almadıklarını göstermenin yanı sıra, Amerika’nın açık desteği olmadan, TSK’nın kendisini tehdit eden odaklarla mücadele edemeyeceğini de ortaya koymaktadır.  

Şekspiryen trajedi

Nitekim ABD, Komünizm’le (yani bir dönemin sola açık bütün aydınları, gençleri, işçi hareketleriyle) ve bölücülükle mücadelesinde TSK’ya tam destek vermiştir. Fakat  Soğuk Savaş’ın ardından, bölücülük konusunda su koyuvermiş; üstelik 1990’lardan itibaren “şeriat”a  da açıktan destek vermeye başlamış, hatta O’nu hapisanelerde ziyaret edip, Oval Ofis’de ağırlayıp, bizzat iktidar koltuğuna oturtmuştur.

Şekspiryen bir trajedi söz konusu burada. Tanrıların sözüyle sol kolunuzu kesip atıyorsunuz. Fakat bu kez Tanrılar sağ elinize bir hançer vererek, şah damarınızı kesmenizi istiyorlar sizden. To be, or not to be! Olmak ya da olmamak!

Dolayısıyla, gece yarısı muhtıraları, altan alta devirme  ve bitirme planları, böylesine kaotik bir geçiş döneminde gayet normaldir. Devletin yasama ve yürütme güçlerine hâkim olan  siyasal (İslamcı) ideoloji, devletin kuruluş felsefesi (ulus-devlet) ve onu ayakta tutan ideolojiyle (Kemalizm) çelişmekte ve çatışmaktadır. Bu durumda, devletin silahlı güçlerinin ve yargı güçlerinin direnmesi son derecede doğaldır. Bunların gizli ya da açık, yazılı ya da sözlü, çeşitli “bitirme” planları hazırlamaları, eşyanın tabiatı gereğidir.

Eşyanın tabiatı, “demokrasi”nin ilkeleri arasında yer almaz, ancak bu ilkelerden çok daha güçlü ve etkindir.  Taraflardan biri diğerine hükmedinceye, onu  tamamen imha edinceye kadar bu çatışma sürecek ya da çatışan  taraflar zamanla birbirine benzemeye başlayacaklar ve ideolojisi melezleşmiş (mesela İslamcı Kemalizm ya da Atatürkçü İslamcılık ya da II. Cumhuriyet gibi)  yeni bir kapitalist devlete doğru  sarmaş dolaş, kâh boğuşarak kâh sevişerek ilerleyecekler.

Kelle Kucakta

Kavganın şu anki seyrine baktığımızda, TSK’nın savunma, hatta ricat halinde olduğunu, AKP+liberallerin ise sürekli mevzi kazandıklarını görüyoruz. Birincisinin istihbarat yapısının çökertildiği, içinin oyulduğu, kendi içinde bölündüğü, dolayısıyla “ideolojik insicam”ını kaybettiği görülüyor. En büyük darbeyi, varlığını ismen sürdürmekte olan MGK’nın teşkilat yapısının “sivilleştirme” adı altında lağvedilmesiyle aldı. Bu ağır bir darbe oldu. Ardından 28 Şubat’ın rövanşı geldi ve Ergenekon  davası süreciyle birlikte saflarda bir dağılma görüldü. Dikkat edelim, TSK irticaya karşı, ya da diyelim ki, AKP+liberallerin ideolojik ve idari hegemonya atılımlarına karşı, ne zamana ayağa kalktıysa, kellesini kucağında buldu. Ayağa kalkmaya çalışıyor, çünkü   infazın gerçekleştiğini bütün kadrolarıyla henüz fark edebilmiş değil. ABD muhtemelen ikide bir aba altından kanlı palayı gösteriyor onlara, ama tam olarak idrak edemiyorlar. “Nasıl yani?” diye soruyorlar.  “Ben çok hızlıyımdır,” diyor cellat, ama kabul etmek istemiyorlar.

Fakat yukarısı durumun farkında. Bir Genel Kurmay Başkanı, ilk kez, “Darbecileri içimizde ba-rın-dır-ma-yız!” dedi. Max Weber’den inci gibi alıntılar dizerek, dini yapıların meşruiyetini kabul ettiklerini, Peygamber Ocağı olduklarını, dine karşı olmadıklarını söyledi; “şeriat” sözcüğünü telaffuz etmedi; “tehdit konsepti”nin değiştiğini ima etti.  Sadece,  “Fetullahçıları bizden uzak tutun,  Anayasa’yla bağdaşmıyor (ayıptır!)” diyebildi. Fetullah hemen cevap verdi: “Biz her yere gireriz, asker de oluruz, hâkim, savcı, vali, kaymakam da oluruz; hepimiz elhamdülillah Müslümanız.” TSK her zamanki gibi darbeci ve faşist, fakat Hocaefendi Hazretleri  nur yüzlü bir mağdur demokrattır artık.

“Her yere gireriz, sahaya ineriz, ananızı severiz,” tavrı karşısında, TSK atacağı her adımda, hükümetle ve AKP+liberallerle karşı karşıya gelecek, darbeci olarak damgalanacak, AB ile falan çelişecek ve her defasında kellesini kucağında bulacak.  Irak’tan çekeceği “büyük malzeme” için (bahaneye bakar mısınız!) Türkiye’den üs isteyen ABD, TSK’nın sıkıştırılmasına bütün gücüyle katkıda bulunacak. AKP’nin “hakikat anı”nın geldiğini,  yolunun üzerindeki silahlı barikatı aşmak için son birkaç hamlenin yeteceğini düşünüyor olması muhtemeldir. Başbakan’ın, “ricat etmeyeceğiz,” gibi bir ifadeyi ilk kez kullanması, son hamlenin yaklaştığını ima ediyor.

  TSK, mümkün olduğu kadar geri adım atacak ya da “hukuk devleti içinde” demeye devam edecek. AKP+liberaller ise takibe devam edecekler; Ergenekon davasını, zavallı Albay’ın  “darbeci cunta” planlarıyla tahkim ederek ve ABD’ye dilediği her şeyi vererek, hegemonya mücadelesinde yeni mevziler kazanmaya çalışacaklar. Bütün bunları, düvel-i muazzama’nın, yani dünya güçlerinin arkalarında olduğu düşüncesiyle yapacaklar.  

TSK, kendi kadrolarına dönüp, “Arkadaşlar, devir değişti artık, bizler  devletin memurlarıyız, hükümetin emrindeyiz; Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü neyse, biz de oyuz artık” diyemez. “Şafak söktü, ama kellelerimiz hâlâ yerinde,” diyebilir ancak. Öte yanda, kendi hiyerarşisini zıpkın gibi ayakta tutabilmek için, arada bir hamle yapmak, kırmızıdan pembeye dönmüş olsa bile çizgilerini korumak, motorları çalışır vaziyette tutmak zorunda. Fakat her hamlede kellesini kucağında bulacak. Zor iş.

Özetlemek gerekirse, kelle koltukta değil, kucakta duruyor. Eğlence ve şölen sona erdi, şafak söküyor. Bundan böyle her ayağa kalkan kellesini kucağında bulacak. Süreç yeni güçler ortaya çıkana kadar devam edecek. Bu doğan yeni günün, gericiliğe, emperyalizme ve kapitalizme karşı yeni bir kitlesel devrimci mücadelenin başlangıcı olmasını diliyoruz. RED, 28. 06. 2009