Yavuz Alogan
Siyasi parti denilen örgütlenme biçiminin, özellikle kurumsal erozyonun süreklilik gösterdiği Türkiye gibi ülkelerde, nasıl bir sınıfsal ve toplumsal işlev gördüğünü anlamak kolay değildir. Bununla birlikte, siyasi partiler rejiminin, en genelde toplumu farklı siyasi kesimlere bölünmüş olarak bir arada ve aynı üretim ve yönetim sistemine bağlı tutmak gibi bir işlev gördüğü söylenebilir.
Siyasi Parti Olmanın Koşulları
Belirli sınıfsal ya da mesleki kesimler, söz gelimi gelişmekte olan taşra burjuvazisi ya da büyük kentlerde faaliyet gösteren orta halli müteahhitler, kendi maddi çıkarlarının peşinde belirli bir eşiği aşarak, büyük burjuvazinin ya da zengin müteahhitlerin müstahkem mevkilerini ele geçirmek, daha fazla gelişmek, devlet kaynaklarının akışını kendilerine doğru çevirmek ve bunun için gerekli yasaları çıkaracak parlamento çoğunluğuna sahip olmak için bir siyasi parti halinde örgütlenebilirler.
Ancak siyasi parti olabilmek için bazı koşulları yerine getirmeleri gerekir. Her şeyden önce, maddi kaynakların ulaşılabilir ve yeterli olması gerekir. Kaynaklar, siyasi partilerin yurt sathında örgütlenebilmeleri, seçim propagandası yapabilmeleri, kadrolarını besleyebilmeleri, nüfuzlu şahsiyetleri satın alabilmeleri, kendi medyalarını ya da kendilerine uydu olarak hizmet edecek medya güçlerini oluşturabilmeleri için ortak bir havuzda toplanabilmelidir. İkinci olarak, kitlelerin kulağına hoş gelecek, onlarda umut ve heyecan uyandıracak ya da onları büyük bir tehlike karşısında olduklarına ikna edecek, demagojik ve propaganda amaçlı bir söylem dağarcığına sahip olmak gerekir.
Bu iki imkân, yani para ve demagoji, siyasi parti olmanın iki temel şartıdır. Bundan sonra, başarılı olmanın, yani seçim kazanmanın, yasama ve yürütme organlarına hâkim olabilmenin diğer koşulları gelir: mevcut siyasi iktidarın yıpranmakta olması, kolayca istismar edilebilecek büyük hatalar yapması; uluslararası konjonktürden kaynaklanan yeni dış siyaset gereklerinin karşılanacağına dair çeşitli güvencelerin verildiği ilişkilerin kurulması, yani dış güçlerin desteği; medyanın aydınlattığı siyasi alanın içine sağlam biçimde yerleşerek her fırsatta kendini gösterme yeteneği; mükemmel demagoji yapabilen hatipleri taktik düzeyde başarılı biçimde kullanmayı gerektiren bir düşünce ve davranış esnekliği. Bu koşullara daha pek çok madde eklemek mümkündür.
“Neden Olmasın?” Duygusu
Mevcut kapitalist toplumlarda ve elbette Türkiye’de de, parlamenter sistemler kendilerini, dolayısıyla temsilcisi oldukları hâkim sınıf kesimlerini, başka deyişle mevcut üretim ilişkilerini, yasalarla korumuşlardır. Aslında, itiraf etmek gerekir ki, bunlar geniş ve esnek yasalardır. Mesela Türkiye’de, 30 kadar rüştünü ispat etmiş sabıkasız yurttaş, gerekli evrakları içeren dosyalarını hazırlayıp, Anayasa’nın sınırları dahilinde makul bir parti programıyla İçişleri Bakanlığı’na başvurup bir siyasi parti kurabilir ve kimse parti kurucularının mesleklerini, sınıfsal mensubiyetlerini, hatta niyetlerini sorgulamaz.
Bu bakımdan Türkiye’nin bazı Avrupa ülkelerinden bile ileri olduğu rahatlıkla söylenebilir. Parti programındaki bazı masum, belirsiz, kaçamak ifadelerin altı propaganda alanında daha keskin bir söylemle doldurularak; ırkçı, faşist, şeriatçı ya da proletarya diktatörlüğü kurmayı ya da memleketi bölüp parçalamayı amaçlayan bir parti kurulabilir. Bir anda, bir isme, bir genel merkeze, parti teşkilatına, bir ambleme sahip olmak ve seçmen pusulalarının biraz daha uzamasını sağlamak mümkündür. Eski devrimciler, komünistler, faşistler, alenen şeriat düzeni isteyen bir takım unsurlar, asabı bozuk emekli subaylar, eşcinseller, travestiler, çevreciler, hayvan hakları savunucuları, kısaca herkes siyasi bir parti kurabilir. Devlet’in farklı düşünce gruplarını Siyasi Partiler Yasası’na göre örgütlenmeye teşvik ettiğini söylersek, durumu abartmış olmayız.
Ancak böyle bir parti kurmanın bedeli seçimlerde sürekli bir hezimetle ödenir. Çünkü kurulu düzen, bütün yasalarıyla, görünen ve görünmeyen bütün baskı mekanizmalarıyla, bu partilerin yukarıda sıraladığımız imkânlara ve başarı koşullarına yaklaşmalarını engeller. En önemlisi, medyanın aydınlattığı alanın dışında kaldıkları için, söz konusu partiler, geniş kitlelerin görüş alanına giremezler. Üstelik, kendilerine ayrılan anayasal sınırlar içinde faaliyet gösterirken, devletin sıkı denetim ve takibi altında tutulurlar. Devlet bunları sürekli gözetler, sınar, belirli eleklerden geçirir. Parti içindeki gruplar ve kişiler hakkında dava açar. Hatta Cumhuriyet Başsavcısı’nın bu türden partilerin genel başkan yardımcılarına doğrudan telefon edip tehdit ettiği bile görülmüştür.
Fakat aynı Devlet, bütün sınavlardan geçerek belirli bir eşiği aşan partilere para yardımı yapar. İstikbal vaat eden, dış güçlerin desteğini almış ya da alabileceğini kanıtlamış, burjuvazinin istediği yürütme ve yasama faaliyetini yerine getirmeye hazır, demagojisi fazla tahripkâr olmayan partiler, bir eşiği aştıklarında hazine yardımlarını kendi kaynak havuzlarına ekleyerek iktidara doğru yürüyebilirler. Oysa marjinal, hatta tehlikeli ve sakıncalı görülen partiler, eşikte bekletilerek, kapatma davalarıyla, çeşitli soruşturmalarla; karar defterleri, üyelik formları vb. ilgili bakanlıkça didiklenerek, bekletilirler. “Demokrasi” dedikleri rejim bu şekilde gelişir, güvenli biçimde serpilir ve yurttaşları kucaklar.
Dolayısıyla, yerleşik siyasi düzenin kendisi için potansiyel bir tehlike olarak gördüğü küçük partiler sürekli diken üstünde yaşarlar ve başlangıçtaki (eğer varsa) radikal söylemlerini zaman içinde terk ederek, düzen içi partilere benzemeye, daha doğru bir ifadeyle, kendilerinin de düzen içi bir parti olduklarını fark etmeye başlarlar. Doğal müttefiklerinden ve sokaklardan koparlar, kendi işleriyle uğraşan bürokratik ve atıl mekanizmalar haline gelirler. Bu süreç, ister istemez parti içi radikal grupların ve kişilerin ayrılarak, siyasi alandan uzaklaşmaları ya da aynı kaderi paylaşacak başka partiler kurmalarıyla sonuçlanır. Böylece yerleşik düzen, kendisi için potansiyel tehlike oluşturabilecek düşünce akımlarını, önce yasal çerçeve içine alıp etkisizleştirmiş, sonra da onları yavaş yavaş sindirerek yok etmiş olur. Üstelik bunları, çok karşıt görüşlere sahip partiler olarak, aynı kurallara bağımlı kılar, bir hizada tutar ve anlamsızlaştırır. Söz gelimi, faşist ve komünist partiler, devlete ve birbirlerine eşit mesafede dururlar; kitleler onlara baktıklarında, farklı şeyler söylemelerine rağmen hepsini aynı hizada ve aynı yasalara bağlı itiraz grupları olarak algılarlar. Eğer belirli ideolojik önkabulleri ya da geçmişten gelen mensubiyetleri yoksa, kaderlerini bu gruplara bağlamaktan kaçınırlar.
Bu arada Devlet, bütün ideolojik aygıtları ve kurumlarıyla, ana akım medya organlarının desteğiyle, marjinal partilerde bir tür “neden olmasın?” duygusu yaratmayı da ihmal etmez. Bu partiler, çalışırlar ve milletin teveccühünü kazanırlarsa pekâlâ barajları aşabilecek, parlamentoya girebilecek, hatta iktidar olabileceklermiş gibi bir izlenim yaratılır. Partilere eşit imkânlara sahipmişler gibi davranılır. Ana akım medya organları, düzenin genel mantığı açısından eksantrik görünen bu partileri, kendi aydınlattığı alanın dışında tutsa da, arada bir onlara yer vererek, onlarla ilgili haberler, röportajlar yaparak, bir tür sahte umut ve yanılsama yaratmayı asla ihmal etmez. Bu partiler oltaya takıldığının farkında olmayan balık gibidirler; karınlarını doyurabileceklerini umarlar ve yüzmekte olduklarını sanırlar.
İstisnalar
Elbette bu durumun istisnaları da vardır. Mesela, Necmettin Erbakan’ın temsil ettiği Milli Görüş akımı, yerleşik düzenin siyasi ölçülerine göre marjinal bir hareket olmasına rağmen, Soğuk Savaş döneminde Devlet ile devrimci akımlar arasındaki çelişkiden yararlanarak ve geleneksel taban örgütlenmelerinden muazzam paralar toplayarak, kendi medyasını oluşturmuş, iktidara kadar yükselmiş ve tıkandığı noktada kendi içinden çıkan bir kesim (AKP) bu geleneğin bütün imkânlarına dış güçlerin desteğini de ekleyerek siyasi iktidarı kısmen ele geçirebilmiştir. Benzer bir istisna TİP için de söylenebilir. 1960 İhtilali’nin yarattığı koşullarda, Demokrat Parti’nin oy potansiyelinin biraz daha parçalanması için sosyalist bir partinin TBMM’ye girmesine izin veren seçim koşullarına (millî bakiye) dokunulmamış ve “Türkiye’de Kürtler de vardır,” diyene ve Amerikan emperyalizmine karşı uzlaşmaz bir tavır alana kadar, Türkiyeli sosyalistlerin bu ilk kitlesel partisine tahammül edilmiştir. TİP’in kuruluş ve başarı döneminin, sendikal hakların tanındığı, işçi mücadelelerinin yükseldiği bir döneme denk geldiği de unutulmamalıdır. Benzer şeyler, marjinal bir noktadan başlayan, fakat gerek dış konjonktürün etkileriyle, gerekse askeri bir hareketin kitle tabanına oturması nedeniyle, toplam gücünden çok daha büyük bir etki yaratan bugünkü DTP için de söylenebilir.
Kitaptan Bakarak Leninist Parti İnşa etmek
Karl Marx, yaşadığı dönemde, siyaset sahnesinde yer alan burjuva partileriyle ilgilenmemiş, Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i başlıklı kitabında, siyasi partileri, hâkim sınıfın proletaryaya karşı kullandığı ve kendi çıkarlarını güçlendirirken proletaryada bir “katılım yanılsaması” yaratan propaganda araçları olarak görmüştür. Marx, Proudhon ve Bakunin gibi devrimciler, o dönemde kurdukları siyasi yapılara, Birlik, Liga, Dernek gibi isimler vermişler, “siyaset” ve “parti” sözcüklerinden uzak durmuşlardır.
II. Enternasyonal döneminin sosyal demokrat partilerini bir yana bırakırsak, “parti” meselesi, sosyalistlerin gündemine büyük bir etken ve sorun olarak, Lenin’le birlikte girmiştir. Lenin’in partisi, Duma’da yer aldığı ya da Sovyetler’in bir parçası olduğu dönemlerde bile, kendisini hiçbir dışsal kuralla bağlı hissetmeyen, teorik öncüllerini stratejik konseptine göre birkaç ay içinde (Nisan’dan Temmuz’a kadar) değiştirebilecek esneklikte, esas olarak ihtilalci bir partiydi. Ancak onu Blanqui tarzında darbecilikten ayıran en önemli özellik, kitle hareketleriyle sürekli bağ kurabilmesi, işçi hareketleriyle ve devrimci atılımlarla güçlenebilmesi ve sınıfın içinden gelen organik aydınları ve parti entelektüellerini militanlaştırarak, onları demokratik merkeziyetçi örgüt yapısına sıkıca bağlayabilmesiydi. Lenin’in partisi, pratik faydacı yanları olan, bazen askeri bazen sivil (ya da hem askeri hem sivil) olabilen, hakikat anı geldiğinde arkasında topladığı bütün güçlerle mevcut iktidarın en zayıf noktasına en ağır darbeleri indirerek, iktidara ve sosyalizme doğru kaplan sıçrayışı yapabilen bir partiydi. En önemlisi, pek çok kez dağılan ya da yok olmanın eşiğine gelen, fakat yeniden toparlanabilen, işçi sınıfının genç öncüleriyle yenilenebilen, “somut durumun somut analizi”ni esas alan ve hayallerle değil, gerçekler zemininde siyaset yapan bir partiydi.
Leninist parti, Sovyet Rusya’da sosyalizmin ilk uygulama döneminde de bu özelliklerini değiştirmedi. Rus Devrimi için fazla ütopik kaçan, fakat evrensel düzeyde tam eşitlikçi, hümanist görüşleri savunan anarşist coğrafyacı Peter Alekseyeviç Kropotkin’in, devrimin ilk döneminde sürekli Lenin’i ziyaret ettiği ve o sırada iç savaş ve “savaş komünizmi”nin sorunlarıyla boğuşan Lenin’in sonunda kapıya dayanan Kropotkin’i, “evde yok,” dedirterek geri çevirdiği ve çok sevdiği bu filozof 1921 yılında öldüğünde, büyük bir törenle onun Novadeviçyi mezarlığına defnedilmesini sağladığı bilinir.
Jakoben bir geleneğin temsilcisi olmakla övünen Bolşevikler, üstlendikleri tarihsel sorumluluğu yerine getirirken, kişisel duygularının davranışlarına hâkim olmasına asla izin vermemişlerdir. Onlar, Rusya’nın iktisadi ve toplumsal koşullarını Bolşevik Partisi’nin sıkı disiplini altında sosyalizme yaklaştırmak istiyorlardı ve gelişmiş “bir ya da daha fazla” batılı ülkede devrim olmadığı taktirde, sosyalizmi asla kuramayacaklarını bilecek kadar da gerçekçiydiler.
Leninist Parti Anlayışı, zaman içinde, ulaşılmaz ya da ulaşılması için pek çok kitâbî koşulun yerine getirilmesi gereken bir fetiş gibi anlaşıldı. Ülkemizde de bunun örnekleri görülmüştür. Uzun yıllar boyunca parti inşa eden gruplar vardır. Bunlar, kitaptan bakarak Leninist parti inşa etme sürecini sürekli biçimde geliştirirler; partiyi inşa ettikçe kendi aralarında bölünüp, daha doğru, daha ilkeli, daha Leninist ya da Bolşevik Leninist ya da Leninist Bolşevik ayrı ayrı partileri inşa etme sürecini başlatırlar. Parti, yaklaşıldıkça uzaklaşan, kuruldukça dağılan, tarihsel konjonktürle bir türlü aynı raya giremeyen, fakat gireceğinden asla umut kesilmeyen fazla sofistike bir yapı olarak anlaşılır.
Aslında “tarihin pususuna yatma” anlayışı da Leninist Parti çevresinde geliştirilen görüşlerden esinlenmiştir. Bazı gruplar, partinin inşa sürecini tamamlamış ve tarihin pususuna yatmışlardır. Orada, tarihin pususunda, görüşlerini açıklamış, başka deyişle proletaryanın önüne bir program koymuş durumdadırlar; bu program temelinde, başka parti ve devrimci gruplarla polemik yaparak, tarihsel konjonktürün, kurdukları pusuya yaklaşmasını beklerler. Çok derli toplu görüşlere, ilkelere, yetkili kurullarında kabul edilmiş dokümanlara ve belirlenmiş programatik yaklaşımlara sahip oldukları için, kendi kateşizmlerinin genel şablonuna uymayan güncel olaylar ve görüşlerle, sıradan politik mevzularla ilgilenmezler. Kendi görüşlerinin başkaları tarafından pratik amaçlarla ve küçük değişikliklerle uygulanması halinde tepki gösterirler.
Sosyalist Partiler
1986’dan itibaren sosyalistler kitle partisi kurmaya çalışmışlar, ancak kurdukları partiler ne bir kitleye yaslanabilmiş, ne kadro oluşturabilmiş, ne seçimlerde anlamlı bir oy düzeyine ulaşabilmiş, ne başı, sonu ve sonuçları belli olan örgütlü bir kampanya yürütebilmiş ne de siyasal sonuçlar doğurabilecek bir yayın faaliyeti sürdürebilmiştir. Bu durum, parti yöneticilerinin, partilerin içindeki görünür ve görünmez liderlerin hatalarıyla, somut koşulları kavrama yetenekleriyle ya da bencil tutumlarıyla değil, bu liderlerin ve çevrelerinin mevcut siyasi partiler rejiminin içinde yer alma çabalarının doğal bir sonucu olarak anlaşılabilir.
Sosyalistler, merkeze kaymak isteyen taşra burjuvazisi ya da büyük şehirlerdeki orta halli müteahhitler gibi partileşemezler. Onlar ancak radikal kitle hareketlerini, işçi mücadelelerini, en azından bir aydın/öğrenci hareketini temel alarak gelişebilirler. Zaten sosyalist denilen partiler, ancak mücadele partisi olarak var olabilirler, kitlesel bir mücadelenin örgütlü ifadesi olarak anlam kazanabilirler. Kitlesel mücadelelerin, aşağıdan, tabandan zorlayan bir örgütlenme talebinin olmadığı yerde, bireylerin ya da izole grupların, kendilerini birbirine karşı ifade etmek maksadıyla, seçimlerde oy almayı, parlamentoya girmeyi hedefleyen siyasi partiler kurmaları, mevcut kapitalist sisteme bir emniyet vanası oluşturmanın yanı sıra, boşuna kaynak israfından başka bir anlam taşımaz. Sosyalist solun kurduğu çeşitli partilerin son yirmi yıl içinde sergiledikleri yetersizlikler, bu durumu açıkça ortaya koymuştur.
Hiçbir sosyalist grup, mevcut sosyalist partilerden tamamen farklı bir yapıyla, değişik bir programla partileşip başarılı olma (yani parlamentoya girme ya da seçimlerde hatırı sayılır miktarda oy toplama) umudu taşıyamaz. Bu alanda yapılması gereken her şey yapılmış, söylenebilecek her şey söylenmiş, hazırlanabilecek bütün programlar hazırlanmış, kurulabilecek bütün partiler kurulmuştur. Sosyalizm adına, bugüne kadar sosyalist parti kuranlardan daha donanımlı, daha bilgili ve daha geniş kaynaklara sahip birilerinin çıkıp, siyasi partiler rejiminin kurallarına ve koşullarına uygun bir faaliyetle kitlesellik kazanacak, seçim barajlarını aşıp parlamentoya girecek, yepyeni ve bambaşka bir sosyalist parti kurmaları neredeyse imkânsızdır.
Mevcut koşullarda sosyalist partiler kurmanın bir zararı olmadığı, en azından sosyalistlerin de kendilerini ifade etme hakkına sahip oldukları, bu partilerle çok dar kesimli, asgari düzeyde sosyalizm propagandası yapılabileceği, ayrıca “hazırda bekleme”nin geleceğin kitle hareketlerini siyasal hedeflere yöneltmek için bir imkân oluşturabileceği söylenebilir. Ancak bu türden minimalist tutumların son yirmi yıl içinde vardığı noktayı dikkate almak gerekir.
Bir kere, ortaya çıkan zararlar büyüktür. Mevcut sosyalist partiler, bürokratik yapılarıyla gençliği sosyalist fikirlere yabancılaştırmışlar, sendika bürokratları dışında işçi kitleleriyle, hatta kamu emekçileriyle bile, organik bağlar kuramamışlardır. Bu partilerle sosyalizm propagandası yapılamamış, kapitalizm ve devlet sorgulanamamış, bir emek cephesi örgütlenememiştir. Yıllarca “hazırda bekleyen” partilerin, kendi bürokratik yapılarını aşarak geleceğin kitle hareketlerine önderlik etme şansları da yoktur. Her hareket kendi önderlerini, kendi örgütünü yaratır. Dipten gelen kitle hareketlerinin, ayakta zor duran, zaman zaman telefon ve elektrik faturalarını ödemekten başka bir şey düşünemez hale gelen, üyeleri sürekli değişen bir takım partilerin kapılarını çalacaklarını düşünmek fazla iyimser bir tutum olur.
Kriz ve kitleler
Büyük iktisadi krizlerin, kitleler yoksullaştıkça ve ezildikçe onları gündelik hayat kavgası içinde siyasal örgütlenmelerden uzaklaştırmak gibi bir paradoks yarattığı bilinmektedir. Nitekim bütün büyük devrimci atılımlar, kapitalizmin kendi kriz koşullarının üstesinden gelerek yeni bir ivme kazandığı, işsizliğin azaldığı ve çalışanların emeğine ihtiyacın daha fazla kâr etmek için arttığı, bütün toplumun hayat standardında yükselmelerin yaşandığı dönemlerde görülmüştür. Bu dönemler aynı zamanda kültürel ihtiyaçların da arttığı dönemlerdir. İnsanların kendi hayat standartlarına ilişkin maddi ve manevi yeni ihtiyaçlar duymaları, siyasi talepler oluşturmaları, ancak asgari geçim koşullarının biraz ötesine geçmeleri halinde mümkündür.
İktisadi krizlerin, buna bağlı işsizlik tehlikesinin olmadığı nispi refah dönemlerinde, siyasi talepler çevresinde örgütlenen kitlelerin mücadelesi, yeni bir kriz döneminin başlarında büyük bir ivme kazanabilir ve hâkim sınıflarla, Devlet’in baskı aygıtlarıyla nihai bir hesaplaşma gerçekleşebilir. Ancak bu koşullar yoksa, yani kitlelerin örgütlü olmadıkları bir dönemin üzerine ağır bir iktisadi kriz çökmüşse, krizin vurduğu insanların kendilerine ait devrimci/bağımsız sendikaları ve kendi çıkarlarını savunmak için örgütlendikleri siyasi örgütleri yoksa, tam bir yıkım ve anomi yaşanır; işten atılan işçiler fabrika kapılarında işten atılmayan arkadaşlarıyla helalleşip ağlaşırlar, çocuklarını okuldan alırlar, aileleriyle birlikte hiç olmayacak işlerden para kazanmaya çalışırlar, toplumsal içe patlamalar, cinayetler, suç oranları artar (ailesini kurşuna dizen babalar, sıçrama yapan namus cinayetleri, çılgınca girişilen soygun teşebbüsleri vb.). Bu dağılma hali ve orta sınıfların yoksullaşması, faşist hareketler ve her türlü gerici akım için büyük fırsatlar yaratır. Birincisi, mutlaka bir suçlu bulur (Yahudiler ya da Kürtler gibi); ikincisi ise, insanları günah ve kefaret duygularıyla davranmaya, “Allah’ın adaleti”nin hâkim olacağı bir dünya kurma hedefine yöneltir.
Böyle dönemlerde yüzünü seçimlere ve parlamentoya çevirerek, ezilen kitlelerin yaşadıkları trajediye sırtını dönen sosyalist partilerin yapabilecekleri fazla bir şey yoktur. Çeşitli denge hesaplarıyla parlamentoya bir ya da daha fazla milletvekili soksalar bile, bu yazı boyunca anlatmaya çalıştığımız gibi, bunun mevcut rejime demokratik bir veçhe kazandırmak dışında kimseye faydası olmaz. Hatta, mevcut sosyalist partilerin kitlelerle doğrudan bağları olmadığı için, Marx’ın dediği gibi ezilenlerde değil, sadece sosyalistlerde bir “katılım” duygusu yaratır. Bu duygu da, bütün milletvekillerinin verebileceği türden, birkaç önergeyle, orada burada, Avrupa Parlamentosu’nda vb. boy göstererek tatmin edilir.
Sonuç
Bütün bunlardan bir sonuç çıkarmak gerekirse, bugünün koşullarında sahiden sosyalist olma, sahici bir sosyalist hareket yaratma çabasının çok büyük zorluklar ve engellerle karşı karşıya olduğunu itiraf etmek zorunludur. Kat edilen yollar bir döngüyü yansıtmakta ve bu döngü çeşitli yanılsamalar yaratarak, bizatihi faaliyetlerin bir engel oluşturmasına yol açmaktadır. Kurulu düzen, bu işler için küçük, düzenli, arada bir ışıldaklarla aydınlatılan karanlık bir bahçe ayırmış ve etrafını dikenli tellerle çevirerek, “demokrasi adına burada çoğalın ve kendinizi ifade edin,” demiştir. Siyasi partiler rejimi içinde örgütlenen sosyalistlerin, istisnai bazı tarihsel örnekler gibi, çeşitli maddi ve konjonktürel imkânlardan yararlanarak bu dikenli tellerin ötesine taşma ya da bir kaplan sıçrayışıyla öteki tarafa geçme imkânlarının bulunmadığı son yirmi yılın deneyimleriyle ve defalarca kanıtlanmıştır.
Burada önemli olan (herhalde!), “örgütlenme” meselesini fazla abartmamak, bürokratik ve yordamlı (prosedürel) uygulamaları olduğundan fazla önemsememek; “parti” meselesini bir fetiş haline getirmemek; kitaptan bakarak Leninist parti kurmaya çalışmamaktır. Ne kadar hareket varsa, o kadar örgüt olur. İktisadi ve toplumsal konjonktür kitle hareketlerini ne kadar yükseltirse, bu hareketlerin yükseldikleri düzeyde bağımsız biçimde örgütlenmelerine ve daha yüksek bir hareket düzeyine ulaşmalarına yardımcı olacak örgütlenme biçimleri keşfetmek ve geliştirmek, bu gelişimi sağlamak için gerekli olan dili sıradan emekçinin gündelik hayatından türetmek gerekir. Önemli olan, “kendini ifade etmek” değil, ne kadar küçük ve önemsiz görünürse görünsün kitle hareketleriyle bağ kurabilmek ve bu kitlelerin derdini onların dilinden türetilmiş bir siyaset diliyle ifade edebilmektir.
Bu sorun sosyalistlerin en zayıf noktasını oluşturmaktadır. Bir zincir en zayıf halkası kadar güçlüdür. Bu halkayı güçlendirmeden, yani ne kadar önemsiz görünürse görünsün kitle hareketleriyle bağ kurmadan hazırlanacak iddialı programlar ve gösterişli sloganlar ancak ayak bağı olur. Bugünün dünyasında elde olan hiçbir hazır reçete yoktur. RED, 21. 06. 2009