“PARTİSİZ OLMAZ”

Yavuz Alogan

         Bu lafı ilk duyduğumda aşağı yukarı  14 yaşındaydım. Gerçi o zaman bir parti vardı, ancak beğenilmiyor, “parlamentarist”  diye küçümseniyordu. Parti, varılacak bir hedef olarak hep ilerideydi: geleceğin sınıf partisi, öncü kadro, çelik çekirdek.

İnsanlar genç, fedâkâr ve cesurdu; kitaplardan öğrendiklerini uygulamak istiyorlardı. Parti, cephe, ordu, kırlar, şehirler, kantinler ve okullar, her şey onlarındı. O kuşak gençliğinin tek eksiği, alçaklığı ve dönekliği tanımamış olması; kendisini korumayı becerememesiydi. Belki de, bütün büyük devrimcileri koruyan Tarih Meleği’nin yanlarında olduğuna inanıyorlardı. Çevrelerini kuşatan ölüm ve siyaset tuzaklarına aldırmadan, sırtlarında parkaları, rüzgârda uçuşan atkıları ve çamurlu postallarıyla ölüme yürüdüler. Mahir Çayan ve Deniz Gezmiş, artık iki insanın değil,  68 kuşağının adıdır.

Tahkimat ve netice

         70’li yılların ikinci yarısında kaos vardı. O sırada  “Aha da işte proletaryanın öz partisi” diyenler çıktı. Küçük, etkisiz ve savunmasız partiler kuruldu. Bunlar kendilerini kaosun dışına çektiler, “bilimsel” bir kozanın içinde çevrede olup bitenlere laf yetiştirmeye başladılar. Aslında  kaosun içinde  ölüm kalım mücadelesi veren gerçek devrimciler parti hedefini kaybetmemişlerdi; ancak iç savaş lokomotifinin kazanları harıl harıl çalışırken, oturup da program yazmak, ilkeler belirlemek pek mümkün değildi.  Hareket halinde olanlar düşünemiyorlar, düşünenler hareket edemiyorlardı. Askeri düsturdur: tahkimatta yapılan hata muharebenin neticesini tayin eder.

1 Mayıs 1977’ye gelindiğinde muharebenin neticesi belli olmuştu.

         Darbe ve kriz anlarında önderlik belirleyici olur. Sosyalist solun 12 Eylül’e gösterdiği tepki ya da iddialarına oranla sergilediği tepkisizlik, onun bugünkü durumunu açıklar. Tarihte bazı dönüm noktaları vardır; önder adaylarına çok büyük sorumluluklar yükler. “Şuradan  kurtulayım da bir yazı yazayım” falan denilemeyecek anlardır bunlar. Halkıyla bütünleştiğiniz semti bir gece içinde ürkmüş kuş sürüleri gibi terk etmişseniz ve arkadan gelen askerler semti kuşatıp oranın halkına her türlü zulmü reva görmüşse, on beş sene sonra gidip aynı semtin halkından oy isteyemezsiniz; vermezler, çocuklarını kuran kursuna gönderir, iki okka kömüre fit olur, sizin de yüzünüze gülerler.  Bu ülkede sendikacılar idamla yargılanacakları sıkıyönetim  mahkemelerine teslim olmak için askeri kışlaların önünde kuyruğa girmişlerse, işçilerden         “faşizme karşı mücadele” beklemek yersiz olur. Sosyalist aydınlar, “bu acaba Faşizm mi, yoksa Bonapartizm mi, yoksa Sezarizm mi, yoksa askeri diktatörlük mü?” falan diye tartışırken, koca bir devir gelip geçmiştir.

Ölümü göze alan cesaret, aydın narsizminden çok daha üstündür; kalıcı etkiler bırakır. Hayata dönük ve çok daha kültürlü olan 68 kuşağı önderlerinin verdikleri ders budur; 78 kuşağı ise kendi içinden önder bir kadro çıkaramamıştır.

Akıl tutulması

         Geldik mi 80’lerin sonuna… Tabii, “partisiz olmaz.” Dönemin sosyalist failleri elbette iyi niyetliydiler. Ancak iki önemli etkeni hesap edemediler: 12 Eylül’de darbecilere mücadelesiz teslimiyetin halk kitleleri üzerinde yarattığı derin yabancılaşma ve Özal döneminin dışarıdaki devrimciler üzerinde yarattığı yozlaştırıcı etki. Sosyalist sistemin çöküşü sadece bu etkenleri biraz daha ağırlaştırmıştır.

1980’lerin sonunda geçmişin özgür ve mücadeleci devrimciliğinden muazzam bir kopuş hissedildi. Tuhaf partiler kuruldu. İnsanlar takım elbise giyip köşe yazarlarını,  burjuva partilerinin yöneticilerini ziyaret ediyor, kendi içlerine “aydın” dedikleri enteresan karakterleri dahil etmeye çalışıyor, resmen şefkat ve ilgi bekliyorlardı. Mesela bir partinin, bir toplantıya katılacakların listesini hazırlarken insanları “şahsiyetler” ve “şahsiyet olmayanlar” şeklinde ikiye ayırdığına bizzat şahit oldum.

         Derken sosyalist solun  o en büyük partisi, Nuhun Gemisi gibi, geçmişin her fraksiyonundan birkaç çifti içine alarak kuruldu.  Geminin bordasında “Titanik” yazdığını küpeşteden sarkarak  görebilen birkaç meraklı kişi ne diyebilirdi ki; gemi hareket halindeydi. Geminin bayrağı mavi-yeşildi ve bir uluslararası  turizm şirketinin ambleminden alınmıştı.

         Çoğunluk yaşlıydı. Saçlar ağarmış, zihinler perişan, pantolon kemerinden fırlamış göbekler ileriye yönelmiş. Bu kez isimleri Ulaş, Mahir, Deniz, Cihan olan gençler de vardı. Fakat dilleri tutulmuş gibiydi. Edepliydiler. Boynu bükük gruplar halinde  amcalarının ve teyzelerinin konuşmalarını dinliyor,  parti koridorlarında toplaşarak bir şeylerin olmasını bekliyorlardı.  Ama bir şey olmadı. Daha ilk aylarda, merdivenlerde öpüştükleri için genç bir çiftin disiplin kuruluna verildiğini hatırlıyorum. Alt kadrolara inildikçe tuhaf bir manzara ortaya çıkıyordu. Mesela, karısını çaydanlık dolusu kaynar suyla haşladığı için disiplin kuruluna verilmiş bir işçi, tavrını “Engels’in tarihte zorun rolü” teorisiyle açıklamıştı. O anda kafadan koptuğumu hissettim.  Kafalarda geçmiş dönemlerle kıyaslanamayacak bir bulanıklık, bir akıl tutulması vardı. Mantık kalmamış, devrimci ruh bedenleri terk etmişti.

Yıkıcı değil yapıcı

         Artık “sosyalizm”  yıkıcı değil yapıcıydı; sisteme bir köşeciğinden tutunmak, parlamentoya girmek, Almanya gibi olmayan bir ülkede Alman yeşilleri  gibi olmak, “emeğin Avrupası” falan diyerek Avrupa Birliği perspektifini savunmak gerekiyordu; Kopenhag kriterleri, “demokrasi”, insan hakları, bir anlayış, bir hoşgörü, hassasiyetleri dikkate alma halleri; geçmişten ders çıkarma adına yaşananları unutturma çabaları; şuna sıcak, buna soğuk bakma vaziyetleri; basın açıklamaları; şenlikler; mitinglerden sonra meydanı süpürüp temiz bırakma hassasiyetleri. Sevsinler!  Evet, her şey bir şenlik havasındaydı. Pazarlıklar, anahtar listeler, çarşaf listeler, yastık kılıfları, karar defterleri, Tavukçu, Asmalı Mescit, Mülkiyeliler Birliği sohbetleri, bir küsmeler bir barışmalar. Bir önceki partide tartışılan reformculuk/devrimcilik terimleri adeta yasaklanmıştı. “Muhafazakâr devrimcilik”  dedikleri şeyi kınıyorlar, tarihsel analojileri ilkel buluyorlar, yeni ve sistem içi bir “sosyalizm”  arıyorlardı (Halil Berktay’ın Taraf gazetesindeki, her biri ayrı bir vicdan azabını yansıtan  yazılarının havası!).

Çankaya İlçe Örgütü’ne başkan adayı olarak “atanan” şahıs (mühendisti kendisi) üyelere özgeçmişini sunarken, daha önce hangi holdinglerde çalıştığını bir bir sayıp dökmüştü de partililer derin bir sessizlik içinde dinlemişler, utanç içinde bakışlarını kaçırmışlardı. Ben o partide, mücadele bekleyen, ölü ruhlarda hâlâ mucizevi bir güç vehmeden  gençlerin, orta yaşlı fedakâr devrimci kadroların hüzün dolu bakışlarını asla unutamam. Ölü bir atı kırbaçlıyorsanız, onun kişnemesini, dörtnala koşmasını bekleyemezsiniz.

Filikalar

         Üstelik bu Titanik buz dağına falan da çarpmadı. Yüklendiği manevi ağırlığın baskısı altında yavaş yavaş su alarak battı. Güvertede durumu anlamayan pek çok kişi de vardı bu arada. Filikalar suya indirildi, yeni particikler, dergi çevreleri; toplumdan izole olmuş, kemikleşmiş bir fikriyatın etrafında kümeleşmiş grupçuklar tam bir atalete doğru kürek çekerek uzaklaştılar.

Uzaklaştılar da bir yere mi vardılar? Hayır. Sadece  fosilleşerek yeni bir büyük geminin gelip kendilerini toplamasını beklediler. “Fikirlerini ifade” edecekler; belki de bir  “çatı partisi” kuracaklar, hep birlikte altına sığınacaklar. Aslında bir lağım partisi kursalar daha iyi ederler; içlerindekini dökerler, sistemin dikkatle döşediği kanalizasyon sistemine işlev kazandırırlar. Bu sistem onların fikirlerini  yasal kanallar içinde toplayıp yer altına sızdırarak yok eder.

Hareket ve kuvvet

         Gene bu dergide yazmıştım: siyasette başarının yerini hiçbir şey tutamaz. Binlerce kitap okuyup, en doğru tahlilleri yapsanız, ne fayda? En mükemmel programı, en yetkili kurulları kurmuş olsanız, ne lazım gelir?  Siyaset kuvvetler dengesidir ve kuvvetle yapılır. Haklı ve uzak olanın değil, güçlü ve halkın içinde olanın, sesi en çok çıkanın lafı dinlenir. Çok mu ilkel? Öyle, fakat içinde yaşadığımız yüzyılın gerçekliği budur maalesef. İnsanlık sosyalizmden uzaklaştıkça barbarlığa yaklaşmıştır. Kuralları biz belirlemiyoruz.

Yirmi  yıldır süren birleşik-sosyalist-yapıcı-hoşgörülü-açık parti girişimleri, tek bir fikriyatı hayata geçirememiş, hayat kendi kayıtsızlığını bu girişimlere geçirmiştir. Bunun sosyolojik ve tarihsel nedenleri tartışılabilir; PKK’nın da  gayet olumsuz  etkileri olmuştur mesela. Fakat ne denirse densin, netice değişmez.  Sosyalist solun parlamentarist birleşik/çoğulcu/yapıcı/uslu parti kurma  çabaları hiçbir netice vermemiştir. Sosyalist solun en büyük partisinin kendi genel başkanını başka bir partinin oylarıyla TBMM’ye göndermesi,  üzerinde düşünülmesi gereken bir ironidir.

Ne yapmalı?

Peki partisiz mi olunacak? Elbette hayır. Bugünün dünyasında parti mücadelenin olduğu yerde kurulur; ne kadar mücadele varsa o kadar parti olur. Verilmekte olan mücadele ne kadar örgütlenmeyi gerektiriyorsa o kadar örgütlenilir. Mücadelenin olmadığı yerde ne parti ne de örgüt olur; olsa olsa bir fikrin etrafında toplanmış, “programatik metinleri” ve “yetkili kurulları”yla vakit öldüren, sırtında yumurta küfesi olmadığı için sürekli bölünen, kendi çevrelerine kalın duvarlar ören minik ve esrarengiz localar oluşur; bıkanlar gider, heveskârlar gelir; minimalist değirmen böylece olduğu yerde semazen misali döner durur. Böyle bir faaliyet için parti kurmaya gerek yoktur; falanca  fikriyatı ya da “…izm”i yaşatma ve tanıtma derneği gibi bir şey yeterlidir ve daha sağlıklıdır.

         Parti, sarp bir yamacı tırmanınca ulaşılacak bir fetiş,  yaklaşıldıkça uzaklaşan, gayet mükemmel  ve gizemli bir şey de değildir. Parti denilen organik yapıyı oluşturacak insan topluluğunun her şeyden önce kitlelerle bağ kurabileceği aygıt ve imkânlara sahip olduğunu kanıtlamış olması, bir “hareket”in içinden  çıkmış olması gerekir. Canlı, sürekli çoğalan, mücadele içindeki insanları seferber eden bir “hareket”i parti formatına sokmaya çalışmanın,  daralmaya, kısıtlanmaya, bazı mücadele yöntem ve biçimlerini terk etmeye, üstelik rehavete, bürokrasiye ve bir dizi uzlaşmaya yol açtığını gösteren pek çok tarihsel örnek vardır.  

         Tarihin sarkacı, bütün dünyada,  parlamentarist açık partilerden   geniş kitlelerin devrimci mücadelesine doğru yön değiştirmektedir. 21. yüzyılda milyonların sokaklarda olacağını gösteren belirtiler çoğalmaktadır. Geniş kitle hareketleri örgütlemenin teknolojik imkânları tarihte neredeyse ilk kez sınırsız boyutlara ulaşmıştır.

Bugünün dünyasında yaşayan devrimci, dünün dünyasının formüllerine saplanıp kalarak hiçbir şey yapamaz; kendi kafasıyla düşünmek zorundadır. Muazzam kırılmalar, sosyolojik, iktisadi ve teknolojik değişimler  yaşanmıştır. Bu da  haliyle somut durumun somut ve özgün tahlilini gerektirir. Gerçekçi olup imkânsızı istemek, köstebek gibi tüneller kazıp içine girmekten iyidir.

         Elinizde üç yumurtayla bir dilim peynir varsa, mükemmel bir hünkârbeğendi yapamazsınız, ama iyi bir omlet yapabilirsiniz. 

         Açlık sınırında yaşayan 14 milyon insan; kırsal kesimde hızla çözülen üretim ilişkilerinin taşeronlaştırdığı örgütsüz, dağılmış, ezilmiş bir işçi sınıfı; iç  savaşın eşiğindeyken  emperyalizmin dış savaşa sürdüğü bir ülke; bölünmüş bir devlet aygıtı; şeriat tehlikesi; iflas etmiş, oyların parayla  satın alındığı bir parlamento sistemi; sağı solu birbirine karışmış bir siyasal yapı; hayatın her alanında negatif insan seleksiyonu;  siyasal partilerden umudunu kesmiş, geleceği olmayan yüz binlerce genç insan. 21. asrın başında, malzemenin koşullandığı ve belirlendiği  ortam budur. 

Tarih bilincine sahip devrimci, bu ülkenin tarihi ve coğrafyası içinde, en azından 68’in haksızlığa karşı isyan ateşini, o dönemin devrimci ruhunu ve sloganlarını canlı tutabilmelidir. 1980 sonrasının “sosyalist” şenliklerinden ve saçmalıklarından  kendimizi özgür hissetmeliyiz. Biraz da öfkeli olmalıyız, en çok da kendimize.  RED, 22.02.08