YEŞİL ŞEY

Yavuz Alogan

         Gençler belki hatırlamaz, eskiden “The Blob” diye bir film vardı. Başrolde Steve McQueen oynuyordu (artık onu da pek kimse hatırlamaz). 1958 yapımı filmde, bir Amerikan kasabasına gökten bir cisim düşüyor ve yapış yapış çoğalıp her yere yayılıyor, insan vücuduyla beslenerek gittikçe büyüyor ve her yeri kaplıyordu. Geçen Cumartesi günü Kale’den Samanpazarı’na doğru kalabalık çarşıların içinden geçip yürürken,  ansızın bu film aklıma düşüverdi.      Yeşil ve yapışkan bir madde olan “The Blob”un şehrin sokaklarına sızarak her yere bulaştığını, insanları yutarak, sindirerek daha da güçlenip büyüdüğünü hayal ettim. İçinden geçtiğim çarşılarda neredeyse tek bir başörtüsüz  kadın yoktu.

Yetmez!

         AKP’yi “demokrasi” getirecek diye övenler, şunu iyi bilmelidirler ki, bu partinin bayrağında tek bir slogan yazılıdır. O slogan şudur: “Bu kadarı yetmez!”

Cumhurbaşkanı’nın dindar olması yetmez, Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın, YÖK Başkanı’nın, giderek bütün devlet kurumu başkanlarının da dindar olması gerekir. Bu da yetmez; ilk okul müdürlerinin, gazete patronlarının, sokakta yürüyen insanların da dindar olması gerekir. Bu da yetmez; Genel Kurmay Başkanı’nın cumaları kaçırmaması, Askeri Şura toplantılarının  ayetlerle açılması; hâkimlerin ve savcıların işe  dualarla başlamaları, futbol takımlarının maça çıkmadan önce topluca dua etmeleri de gerekir. Çünkü bu bir hegemonya mücadelesidir.

Her kurulu düzenin tarihten gelen dengeleri ve kendine özgü bir ideolojisi vardır. Bu denge bir kez bozulduğunda ve “devletin temel nitelikleri”ne ters düşen rakip bir ideolojinin hegemonya kurma imkânı doğduğunda, bir mücadele başlar; ve bu mücadele, çember kapanıncaya, toplum tam bir tahakküm altına alınıncaya, toplumun bütün gözeneklerine nüfuz edilinceye kadar  durmaksızın devam eder.

Ne diyor, AKP milletvekili Reha Çamuroğlu: “Bu ülkede hiçbir arka bahçe bırakmayacağız, bütün bahçelerde meyve yiyeceğiz, lokma yiyeceğiz, türkü çığıracağız.” Çok güzel! Hegemonya mücadelesi işte budur. Bütün bahçelere girecekler, kimseye soluk alacak bir alan bırakmayacaklar; Alevi dedelerini maaşa bağlayacaklar; Alevileri bölecekler ve onları Sünni İslam’ın içinde kuşatacaklar. Bunu tatlı dille, para musluklarını açıp kapayarak, lokma yedirip türkü çığırtarak yapacaklar. Kimse kendi bahçesinde kendisi olamayacak. Ama bu da yetmez.

“İki Vizyon”

YÖK’ü ele geçirdiler ve şimdi üniversiteleri özgürleştirecekler. Bunda şaşılacak ne var? Bu bir hegemonya mücadelesidir. Yeni atanan YÖK Başkanı, 12 Eylül generallerinin 1402 sayılı kararnameyle attıkları öğretim görevlilerinin yerine getirilen ve son yirmi altı senedir taşra üniversitelerinde yeşeren İslamcı profesörleri, YÖK’ün başına getirecek, onlarla kadrolaşacaktır.  İslami tarikatlar ve cemaatler kesenin ağzını açarak, 12 Eylül generalleri sayesinde ilkokula dönüşen üniversiteleri, devasa imam hatip liseleri halinde yeniden örgütleyeceklerdir.

AKP’yi alkışlayan akademik personelin aymazlığı ve cehaleti, ancak tahsille mümkün olabilecek niteliktedir. AKP’nin seçim zaferini bir “demokrasi devrimi” gibi göstermeye çalışan tatlısu frengi akademik personele, “İslami demokrasi”nin icaplarını yerine getirmek için, derhal birer seccade, takke, birer çift takunya, tespih ve ibrik temin etmelerini tavsiye ederiz. Önümüzdeki dönemde özel ve  devlet üniversitelerinin kariyer yolu, her zamankinden daha sarp, dolambaçlı ve engebeli olacak.

Bilimsel kariyeri işbirlikçi basında göklere çıkarılan yeni YÖK Başkanı, söze şöyle başladı: “Benim iki vizyonum var”. İki vizyonu varmış!!  Bir adamın iki vizyonunun olması için, YÖK başkanı olması gerekmez, şaşı ya da şizofren olması ya da iki lafı bir araya getirememesi yeterlidir. Anlaşıldığı kadarıyla bu zatın tek bir vizyonu var: Üniversiteleri İslamileştirmek.   Kendileri, İslami yazıları ve ODTÜ’ye polis sokmasıyla tanınıyor. Polis Akademisi’nde ders veriyor. Polis Akademisi’nin Müfredat Programları’nı hazırlamış. Türkiye’de “terörist faaliyetler”in 1962 Anayasası’yla birlikte başladığını savunuyor (nasıl da anlamış!). Malezya Uluslararası İslam Üniversite’sinde hocalık yaparken, “İslam toplumlarında yaşam kalitesi”yle ilgilenmiş. “Türkiye’de Polis ve Politika İlişkisi”  konusunda çalışmış (herhalde özgürlükçü bir vizyonla!) . Terörizm ve güvenlik alanlarında da faaliyet gösteren USAK’ın (Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu) Bilim ve Uzmanlar Kurulu Başkanı.

Kariyerinde bunca “Polis”, “güvenlik” ve “İslam” lafı geçen birinin, YÖK Başkanlığı’na yakışmadığını kim iddia edebilir?  Bahri Savcı ve Bülent Tanör gibi profesörlerin, 12 Eylül generalleri tarafından “komünist” diye atıldıkları  üniversitenin başına  yakışmıyor mu? Bence yakışıyor ve normaldir, çünkü bu bir hegemonya mücadelesidir. Bütün filizleri ve çiçekleri yolup kazıkları sivrilttiler. Zamanında gidişatı görüp mücadele etmeyenler (dile kolay, 26 yıl geçti aradan!) şimdi bu kazıkların üzerine  oturmaya davet ediliyorlar. Buyursunlar!

Konfederasyon

Türk-İş’in sabık  Genel Başkanı nedense bana hep telaş içinde çırpınan bir kuşu hatırlatmıştır.  Türk-İş Kongresi sırasında yaptığı konuşma bu izlenimimi daha da güçlendirdi. İşlerin sarpa sarmakta olduğunu, uzlaşma imkânı kalmadığını anlayınca hemen kürsüye fırlayarak, “Kumlu, Cumhuriyet mitinglerine karşı çıkarak, onların karşısında bir başka platform kurulmasını önerdi” şeklinde şakımaya başladı. Bak sen şu işe! O ana kadar gayet “demokratik” bir yarış halinde devam eden Kongre, ansızın bir tuhaf oldu. Genel Başkan adayı, Cumhuriyet değerlerine karşı; dahası, Cumhuriyet değerlerini savunanların karşısında   anti-laik bir işçi platformu kurmayı önerecek kadar iktidar yanlısı. Peki  Konfederasyon’un Genel Sekreteri olan Kumlu’yla Genel Başkanı olan Salih Kılıç bunca zaman nasıl birlikte olabilmişler?  Kongre ortamında kim kime “zarf atmış”, kimin zulası patlamış, nasıl bir “uzlaşma/pazarlık” varmış da bozulmuş, belli değil. Önemli de değil. Önemli olan, AKP’nin kendi burjuvazisini yarattıktan sonra, kendi proletaryasını da yaratma konusunda önemli bir adım atmış ve Türk-İş Yönetimi’ni ele geçirmiş olmasıdır.

Peki buna şaşacak mıyız? Hayır, çünkü bu bir hegemonya mücadelesidir. Bir karşı-hegemonya adayı yoksa, hegemonik güç, çemberi tamamlamak için elinden geleni yapar, kimsenin gözünün yaşına bakmaz.  Mustafa Kumlu, Tes-İş’in Genel Başkanı’ydı. Geçen yıl Tes-İş’in Kongresi’nde konuşan  R. Tayip Erdoğan  ne demişti? Aynen şöyle demişti: “AKP’yi biz Tes-İş salonlarında kurduk.” Geleceği önceden bildiren ve niyetleri açık eden sözler! Şimdi, “Bunlar Cumhuriyet karşıtı!” diye debelenmenin ne anlamı var?

Tes-İş salonlarında kurulan AKP, Türk-İş’in başına Tes-İş Başkanı’nı getirdi. Salonda hazır bulunan “laik” sendikacılar, “Keşke daha önce örgütlenseydik,” diye mi düşündüler; yoksa, “tecavüz önlenemiyorsa tadını çıkarmak gerekir,” diye omuz mu silktiler, bilemeyiz.   O güzel insanlar o kongre salonundan ayrıldılar, son model lüks arabalarına binerek konforlu evlerine döndüler ve bir milyondan fazla işçinin kaderini ve emeğini AKP iktidarına emanet ettiler. Ne de olsa askeri diktatörlük hükümetine bile  bakan vermiş (12 Eylül’den sonra kurulan Ulusu Hükümeti’nde Çalışma Bakanı olan Türk-İş Genel Sekreteri Sadık Şide) bir sendika geleneğinden geliyorlar. Cuntacılarla bile iş tutmuşlar, AKP’den mi gocunacaklar. Sendikacılar salonu terk ederlerken, kuş her zamanki gibi çırpınarak sendikacılığı bıraktığını ilân etti.  Aklıma hep Bertolt Brecht’in “üzünçlü/gülünçlü” müzikal tiyatro oyunlarından sahneler geliyor ki, anlatması hem zor olur, hem de uzun sürer.

İşçi Çocuğu

Cumhurbaşkanı Gül, Kongre’de kendisinin de işçi çocuğu olduğunu neden söylediğini açıklarken, şöyle dedi:  “Bunu size demokrasinin, Cumhuriyet’in şimdi hangi noktada olduğunu görmeniz için söylüyorum. Artık sınıf ayrımlarının olmadığını, demokrasinin ne kadar sağlamlaştığını bilmenizi istiyorum.”  Kendisinin Cumhurbaşkanı olmasını, sınıf ayrımlarının ortadan kalkması olarak yorumluyor ve bunun demokrasiyi güçlendirdiğini söylüyor. Kast ile sınıf ayrımını bilmiyor. Sınıf ayrımlarının ortadan kalktığı kapitalist rejime faşizm dendiğini de bilmiyor. Şaşırtıcı mı? Hayır, çünkü bu bir hegemonya mücadelesidir. Sınıflar yok, ideoloji yok, hak arama mücadelesine saygı yok, sendikalar yok, hatta devlet yok, millet yok;  AKP’nin İslami bir şefkatle kuşattığı bir ümmet var. Amerika’nın  deneysel “ılımlı İslam” çiftliği…  Batı’nın vahşi İslam topluluklarına karşı kurduğu mülayim görünüşlü Pentagon barikatı… Ey işçiler, sendika sizin neyinize, yukarıda Allah, aşağıda Fakir Fukara Garip Guraba fonları var! Ne dedi Kumlu teşekkür konuşmasında: “Genel kurul kararları doğrultusunda Türk-İş ve Türk işçisi laik ve demokratik cumhuriyetin bekçisi olmaya devam edecektir.” Türk işçisi rejimin bekçisi! Sanki alay ediyor, sanki sendika başkanı değil de İçişleri Bakanı ya da 1960’lardan hortlamış, grev kırıcı bir “Komünizmle Mücadele Derneği” başkanı konuşuyor.

Sendika/Sanduka

Türkiye’de sendikalar, hiçbir zaman özelleştirmelere, karar alarak, ilke koyarak karşı çıkmadılar; kamu malının yağmalanmasına sessiz kaldılar. Latin Amerika ülkelerinde özelleştirme yapmak için fabrika kapılarını bazokalarla kırıp işçilerle savaşmaları gerekti. Oysa burada sendikalar, özelleştirme, taşeronlaştırma konusunda tek bir ilke kararı alıp mücadele etmediler. İşçileri aldattılar. Sendika değil, sanduka oldular. Eline “Özelleştirmeye, IMF’ye Hayır” pankartları tutuşturup eyleme sürdükleri zaman bile, işçinin  arkasında durmadılar; işçinin mücadele potansiyelini, içi boş, kof eylemlerde harcadılar. Kendi tabanlarını yordular ve yıldırdılar. Şimdi kendileri özelleştiriliyor. Bunda şaşılacak ne var?  Kendi işlerini yapacak yerde, CHP’ye alternatif oluşturma peşine düştüler; Avrupa fonlarına yöneldiler; “verimlilik” ve memleketin yüksek menfaatleri için işverenle işbirliği yaptılar. Sendikalı işçi sayısı her geçen gün azalırken, Karen Fogg’la  Avrupa fonlarından para edinmek için pazarlık yaptıkları, buna karşı çıkan sendikaları Avrupa Konseyi’ne şikâyet etmeye kalktıkları  yalan mı?

         Memleketin havasından mıdır, suyundan mıdır bilinmez, ancak bu ülkenin sendikalarında plebyen, proleter bir muhalefetin oluşamadığı, bir “Ezilenler Manifestosu”nun sendikaların kapısına kapısına çakılamadığı kesindir. Büyük güçtür, işçi sınıfının sendikal örgütüdür diye, bunca zamandır bu kurumların peşinden koşan, her türlü rezilliği görmezlikten gelen, işçi sınıfının  paramparça edilmesine seyirci kalan sosyalistlere yazıklar olsun!

Çeşitli yorumlar getirmek,  1960’lı yıllardan başlayarak 12 Eylül yasalarına kadar gitmek mümkündür, ancak sonuç değişmez. Zaten bu sendikacıların babayiğit olanlarını, devrimci olanlarını (Necmettin Giritlioğlu, 1970) ya da atak olup sınır çizgisini geçenlerini (Şemsi Denizer, 1990) kamyon şoförlerine ya da sarhoş lumpenlere tabancayla vurdurup öldürmüşlerdir. Öldürülmeyenlerin mücadelesi zihinlerden silinmiş,  belleklerden kazınmış; kendileri cezaevi köşelerinde ya da yoksulluk içinde unutulmaya terk edilmiştir.  1960’ların büyük grevleri;   gecekondu halkının var gücüyle desteklediği Paşabahçe grevi; Eyüp halkının kadın erkek çoluk çocuk desteklediği Kavel grevi ve direnişi; Kozlu direnişi; 15-16 Haziran eylemleri; hatta 1977’nin büyük MESS grevleri; hatta 1989’un ilkbahar işçi eylemleri, bugünün sendikacılarının rüyalarında görseler hayra yormayacakları  büyük sınıf mücadelesi olaylarıdır.

 Şu anda Türkiye’de bir işçi mücadelesi yoktur ve  mevcut sendikalar böyle bir mücadele potansiyelinin başlıca engelleyicisi durumundadırlar ve en büyük işçi konfederasyonu iktidar partisinin eline geçmiştir. Şaşırtıcı mı? Hayır, çünkü bu bir hegemonya mücadelesidir. Hegemonik güç, eşit kuvvette, örgütlü bir güçle karşılaşana kadar yoluna devam edecektir.

Neden Olmasın?

Yoksa yanılıyor muyuz? Belki de bu kadar karamsar olmaya gerek yoktur. Bir de bakmışsınız, salonun ışıkları yanıvermiş. The Blob’un bir film, bir Holywood kurgusu olduğunu anlamışsınız. Steve McQuinn onu öldürmüş, parça pinçik etmiş (bu arada filmin sonunu gerçekten hatırlamıyorum).  Artık sokaklarda yeşil yeşil çoğalarak, insanların beynini yutup sindiremiyormuş bu yüzden. Ya da AKP gerçekten demokratik bir partiymiş, memlekete demokrasi getirmek için çırpınıyormuş, ama birazcık da dindarmış. Bunda ne varmış? Yani o normal bir partiymiş de, biz paranoyak, demokrasi, özgürlük ve insan hakları düşmanı ve dahi  milliyetçi, hatta faşist ve şaşkın bir komünist olduğumuz için “uyuyan köpekler” gibi kâbus görüp böyle hezeyanlar geçiriyormuşuz. Bizler Ingmar Bergman’ın 7. Mühür  filminin son sahnesindeki gibi bir ölüm dansıyla alemi terk ederken, halkımız Nakşibendi/Gümüşhanevi  rehavetinde hidayete ererek   7. asırla 21. asır arasındaki asma köprüden geçip vaat edilmiş cennet bahçelerine ulaşacak ve ebedi huzura kavuşacakmış. Neden olmasın? RED, 13 . 12. 2007