TURUNCU DEVRİM SÜRECİ

Yavuz Alogan

Siyasette hiçbir şey “başarı”nın yerini tutamaz. Teorik görüşlerinizin ve siyasal taktiklerinizin doğruluğuna inanmış, derin çözümlemeleri özümleyen siyasal mücadele programları yazmış, kritik dönemeçlerde  daha sonra doğrulanan uyarılarda bulunmuş, en geniş kitle içinde en dar ve en disiplinli örgütlenmeyi kendinizce gerçekleştirmiş olabilirsiniz. Fakat bütün bunlar, belirli bir zaman dilimi ya da tarihsel süre/dönem içinde hiçbir sonuç vermiyorsa, inadınızı  “başarı” gibi göstermenizin faydası yoktur. Arkanıza bakıp hatanın nerede olduğunu görmeye çalışmanız, yaptıklarınıza sarılacağınız yerde onları bir kalemde silip yeniden başlamaya hazır olmanız  gerekir.

 “Ben başarısızım, fakat inadım inat, kapım iki kanat,” demeniz; “en haklı, en doğru, en kahraman, en yakışıklı ve en mutlu benim,” diye feryat etmeniz, hiçbir  fayda sağlamaz. Tarihin engin sularında küçük bir damla olarak yol alır, müritlerinizin ilgisi şefkat ve ironiye dönüşürken, elinizde kalan dosyalarınıza, “programatik ilkeler”inize ve “yetkili kurullar”ınıza giderek yabancılaşır, tarihsel haklılığınıza bürünmüş olarak sık çalılıkların arasında kaybolup gidersiniz.  “Biz eskiden su içerdik testiden,” diyerek geçmişinizi istismar etme çabalarınızın hatırlattığı alternatif maliyet  ruhunuza giderek bir kâbus gibi çöker.  

Dolayısıyla siyasette “başarı” şarttır. “Başarı” elbette göreceli ve çeşitlidir. Kısmi, sürekli, kesin ve kalıcı  olanı vardır.  Üstelik başarının  bir çan eğrisi çizerek kaybolması da kaçınılmazdır. Bazı durumlarda, % 3 civarında oy alabilmek, bir atalet kayasını yerinden oynanıp iki adım öteye götürebilmek bile başarı sayılabilir.

Yeryüzünün gerçeklerinden  uzak durarak bir köşede pusuya yatıp olayların istenen kıvama  gelmesini beklemek “başarı” sayılmaz meselâ. Zira tarihin hem kendisi hem de çöplüğü, “su akar deli bakar” misali  devrimin pususuna yatmış nice kanlı canlı devrimcinin  kurumuş ve unutulmuş kemikleriyle doludur.

“Başarı” açısından baktığımızda, sosyalist solun 12 Eylül darbesinin şokundan çıkmaya başladığı 1986 yılından bu yana sürekli bir başarısızlık yaşadığını ve bu sürecin AKP iktidarının son seçim zaferiyle birlikte bir kreşendo halinde tam bir yabancılaşmaya dönüştüğünü söylemek abartma olmaz. Bu 21 seneyi incelemeye değer görenler elbette ileride bu sürecin analizini yapacaklardır. Biz şimdi seçim sonuçlarına gelelim.

Halkın siyasal merkezi

Her iki vatandaştan birinin AKP’ye oy vererek bu partiyi  merkeze taşıması, küresel sermayenin ve emperyalist mihrakların yönlendirdiği modern İslamcıların gücünü değil, karşısındakilerin güçsüzlüğünü ve örgütsüzlüğünü, küreselleşmenin getirdiği sömürü  ve manipülasyon imkânlarının ne kadar etkili olduğunu  gösterir.   Deniz Baykal’ın Pencap’ta dolaşan bir İngiliz lordu gibi kasılması; bir iç savaş figürü olarak  ortaya çıkan ve en genel çizgileriyle Kont Dracula’yı andıran Devlet Bahçeli’nin kana susamış halleri ve urganlı gösterisi; Mehmet Ağar’ın,  birleşme görüntülerinin sahte olduğu açığa çıktıktan sonra  debelenerek sadece feryat etmesi, meydanlarda toplanan halk için bir eğlence vesilesi olmuştur.  

Halk kitleleri, yokluktan gelip zengin olan, oğluna “gemicik” bile alan, açları doyuran, üşüyenleri ısıtan, kömür ve alışveriş karneleri dağıtan ve dahi dinine bağlı, icabında askere bile posta koymaktan çekinmeyen R.T. Erdoğan’ı daha şenlikli ve daha ulaşılabilir  görmüş, umutlarını ona bağlayarak kendisine 50 senedir görülmeyen bir başarı ihsan eylemiştir. RTE de kendi üzerine düşeni yapmış,  Saray’da fısıldaştığı Genel Kurmay Başkanı’yla   geçici asgari müştereklerde uzlaşarak, Cumhurbaşkanı adayı olarak Gül’ün profilini aşağı çekmeye çalışmış; Bülent Arınç’ı ne yapacağını bilemese de, parti içindeki Milli Görüşçüler’i kapı dışarı etmiş; “alt kimlik-üst kimlik” meselelerine teğet geçerek “tek bayrak, tek devlet, tek millet” noktasına sabitlenmiş; merkez soldan ve sağdan muhtelif kozmopolit unsurları milletvekili adayı yaparak, çekirdeğini bir tarikatlar koalisyonunun oluşturduğu    teşkilatına bir merkez partisi görüntüsü  vermeyi başarmış ve etrafa muazzam miktarda para saçmıştır.

         AKP’nin bütün illerde oylarını artırdığına bakılırsa, bu seçim sonuçları, geniş halk kitlelerinin, işçilerin, köylülerin, esnafın, memlekette olup bitenlerden hiçbir şey anlamadığını; tamamen depolitize olduğunu; sınıf, zümre ve meslek bilincinden neredeyse tamamen yoksun kaldığını; uluslararası serseri mali sermayenin pompaladığı parayla suyun yüzeyinde tutulan ekonomiye hiçbir şekilde akıl sır erdiremediğini; savaş falan istemediğini; asker müdahalesinden korktuğunu ve ulusalcı söyleme yabancı olduğunu  da ortaya koymuştur.

Halk, AKP’de görmek istediğini görmüş, diğer partilere gözlerini ve kulaklarını kapatmış, kocaman bir yanılsamadan kendisi için sahte bir umut yaratmıştır. Aslında bunda şaşılacak bir şey yoktur. 1933 yılında Nasyonal Sosyalist Nazi Partisi’ni oylarıyla iktidara getiren Alman alt ve orta  sınıfları,  sempatik Adolf Hitler’den iki şey beklemişlerdi: sürekli bir barış ve iktisadi refah.

Halk kitleleri doğrudan kendi deneylerinden öğrenirler (bilindiği ve kitaplarda yazıldığı gibi!). Bu seçimde AKP’yi merkeze yerleştiren halk kitleleri,   evreler halinde yaşadıkça öğrenecekler ve anlayacaklardır. Fakat ya bu  sefer de aşırı sağa meylederlerse? Çünkü bunlar şaşırdıkları zaman neyi merkez görürlerse ona sığınırlar. Ordu, 27 Mayıs, 12 Eylül, Demirel, AKP ya da para-militer bir ulusalcı hareket hiç fark etmez. Merkez yoksa onu bizzat yaratırlar.  Sosyalist sol parçalandıkça ve  doğal olarak en medyatik kesimi  ulusalcı Kürt hareketinin kuyruğuna takıldıkça, ilk krizde kitlelerin bu türden tuhaf (ya da doğal/insiyaki/içgüdüsel) davranışlar sergilemeleri beklenebilir.

Peki burjuvaziye ne demeli? İç pazar yükümlülüklerinden giderek kurtulan,  mali  spekülasyona yönelen ve kendisi için bir yük haline gelen büyük şirketleri  yabancılara satmaya, ufaklarını da yükselmekte olan  muhafazakâr taşra burjuvazisine terk etmeye başlayan, devletin  elinde büyüyen ama artık kendi kanatlarıyla uçarak Forbes seviyelerine çıkan bu mümtaz sınıf, seçim sonuçları karşısında zevkten dört köşe oldu.  İstikrar devam edecek, varlıklarını, bankalarını, şirketlerini satmaya, uluslararası finans piyasalarında  at koşturmaya, “bıyıklı yabancılar” olarak  seçim sonuçları karşısında şaha kalkan borsadan nemalanmaya devam edecekler.

   AKP bu büyük seçim başarısını kazanırken, en büyük desteği, vergi borcu, kredi, ihale ve reklâm mekanizmalarını kullanarak seçimlerden önce bağladığı yazılı ve görsel basın organlarından görmüştür. Öyle ki, seçim sonuçları belli olduğu andan itibaren “medya”  AKP’ye  yeterince destek vermemiş gibi algılanacağı korkusuyla, çılgın bir övgü ve yağlama yarışına girmiş, bütün zamanların en büyük kamuoyu araştırmacısı Tahran Erdem’in  önünde yerlere kapanarak  ona inanmayan  köşe yazarlarının özeleştirisini sunmuştur. (Şu Radikal’deki inanılmaz sevinç patlamasına, AKP’nin zaferinde büyük bir demokrasi hikmeti bulan derin  analizlere bakın meselâ!)

Hesaplaşma Zamanı

AKP için büyük restorasyon, reaksiyon ve rövanş anı yaklaşmıştır. AB müktesebatına  uyuyoruz diyerek, başta Anayasa olmak üzere bütün yasaları değiştirecekler, Cumhurbaşkanlığı engelini aşarlarsa devletin bütün kurumlarını işgal edecekler ve yeni bir insan, farklı ideolojik renklere bürünmüş bambaşka ve tuhaf bir toplum yaratacaklar. AB’ye yasalarıyla, ABD’ye dış siyasetleriyle, dünya finans kurumlarına bütün iktisadi  varlıklarıyla bağlı örnek bir Müslüman memleketi yaratmaya çalışacaklar. Emperyalizmin örnek İslam çiftliği, Osmanlı bozuntusu bir devlet! Son Osmanlı Padişahı Sultan Vahidettin Efendi Hazretleri’nden sonraki 80 yılın bütün tarihinin olanca değerleriyle birlikte hiçe sayıldığı, Kitab-ı Mukaddes kültürüyle mücehhez, hacıyağlı/ başörtülü/Mercedes arabayla gezinen yeni bir sınıfı, “yepyeni bir sosyete”si olan  bir İslam toplumu! “Medine Vesikası”ndan mülhem de facto örgütlenmiş, kendi özel kuvvetleri olan bir cemaatler, tarikatlar ve eyaletler topluluğu! Koskocaman bir Filistin ya da Lübnan! AKP zaferinin emperyalistler tarafından “demokrasi” diye alkışlanacak nihai sonucu bu olacaktır. İşe Cumhurbaşkanlığı’yla başlayacaklar, TSK’yı AB standartlarına uygun biçimde ideolojisizleştirme çabasıyla devam edecekler, yargı kurumlarını ve üniversiteleri ele geçirdiklerinde süreci tamamlamış olacaklardır.   F tipi polis teşkilatıyla alttan alta işleyen bir baskı rejimi kurarak muhalefet alanında  geniş bir mıntıka temizliği yapmayı da ihmal etmeyeceklerdir. Bu, emperyalistlerin desteklediği bir Turuncu Devrim sürecidir. Bu devrim sürecinde AKP’nin  parlamentodaki en doğal müttefiki DTP olacak, onun arkasında da Barzani/Talabani ittifakı yer alacaktır.

İroniler

Yukarıda, sosyalistlerin 21 yıllık başarısızlığının bu seçimlerle birlikte bir yabancılaşmaya dönüştüğünü söyledik. Bu seçimlerde sosyalist solun ilkesizliği, şekilsizliği, dağınıklığı ve oportünizme yatkınlığı, DTP’nin mevcut solun bir bölümüne hâkim olmasıyla sonuçlandı. ÖDP’nin müstafi genel başkanı varoşlardaki Kürt oylarıyla milletvekili seçildi. Kendisi sokaklarda tef çalıp bisikletle dolaşırken DTP teşkilatı Kürt seçmenlerin oylarını topladı. ÖDP’nin 2002 seçimlerinde  Türkiye genelinde aldığı oyların sayısı 106 023 adettir. Müstafi genel başkan,  gayri resmi sonuçlara göre, İstanbul 1. Bölge’den  79 381 oy aldı (yani Parti’sinin geçen seçimlerde Türkiye genelinde aldığı oylardan      sadece 26 642 oy eksik). ÖDP’nin İstanbul 1. Bölge’den aldığı oyların sayısı  ise 8206’da kaldı. Kürt ulusalcılarının iradesiyle  ve Kürt seçmenlerin oylarıyla meclise giren “sosyalist” milletvekiline Milliyet gazetesi soruyor: “DTP’lilerle mi hareket edeceksiniz?”  Müstafi genel başkan cevap veriyor: “Ortak tutum almak zorunlu” (Milliyet, 24.07.07). Bu kadar! Her borç günü gelince tahsil edilir.

Geleceğin tarihçileri, ilgilenmeye değer görürlerse eğer, şu ÖDP’nin ne olduğunu asla anlayamayacaklar.  Ulusal problematik bağlamında bazı iç sorunlar, istifalar, tasfiyeler yaşayan bir partinin   müstafi genel başkanının ulusalcı Kürt oylarıyla  milletvekili seçilmesindeki yabancılaştırıcı ironi, mantık sınırlarını zorlamaktadır.

Peki “sosyalizm” nedir? Bir kişiyi, kendi partisini terk ederek sosyalist olmayan, ulusalcı bir başka  partinin oylarıyla  tek başına Meclis’e sokmaktan “sosyalizm” için beklenen fayda nedir?  Yoksa Kürtlere Ufuk gerekiyordu da onun için mi seçtiler?

Ömründe hiçbir sosyalist aidiyet edinmemiş ve sosyalizm adına tek bir laf etmemiş  vasat bir Mülkiye hocasının  “sosyalistlerin adayı” olarak  pazarlanması, fakat  pratik siyasete yeterince aşina olmadığı için kırdığı pot yüzünden (“Ben Kürtleri temsil etmiyorum”) Ahmet Türk tarafından aforoz edilmesi de ayrı bir ironi değil midir? Kürtler ona oy vermediler.  Ancak bunun kendi açısından bir sakınca yarattığını sanmıyorum.  Çünkü o, “siyasete yeni bir söylem getirdi” (ne laf ama!).  Biz sosyalistler onu Bodrum’da çekilen bir filmde Lale Mansur’la birlikte görmek isteriz. Sinema endüstrimizde orta yaşlı yorgun demokrat artist yüzlerinin eskimişliği dikkate alınırsa, bu bir hayal değildir.

İşçi Partisi’nin Atatürk suretinde yeniden zuhur eden ve etrafına  emekli devlet bürokratlarıyla generalleri toplayan genel başkanının, kuvvetli  bir ulusalcılık vurgusuyla, “Atatürk gibi olun!” diye haykırdığı seçmenlerden, Kadiri tarikatı şeyhi Haydar Baş ve modern İslamcı âlim Yaşar Nuri Öztürk kadar bile oy alamaması, bir trajedi değilse nedir?

Bağımsız aday olan çeşitli  “işçi önderi” ya da “öncü devrimci”nin,  Abdurrahman Boztaş’ın (“Biz Fırıldak değiliz. Abdurrahman Boztaş! Adana!”) aldığı 798 oya ulaşamaması da manidar değil midir? Sandıktan çıkan oylar arasında maalesef nitelikli/niteliksiz, bilinçli/bilinçsiz ayırımı yapılmıyor.

İtibarsızlık ve Kafa Karışıklığı

Sosyalist solun bütün sorunları iki noktada özetlenebilir: itibarsızlık ve kafa karışıklığı.

Birincisinin kökleri 12 Eylül darbesine teslimiyette yatar: dışarıda örgütlenemeyip  sadece içeride direniş örgütleyebilenler; Selimiye Kışlası’nın kapısında teslim olmak için sıra bekleyen sendika önderleri. Şu 21 yıl içinde yazılmış, muteber, inandırıcı, referans oluşturabilecek tek bir teorik/yorumsal metin ya da bir program vb. gösterebilir misiniz? Gösteremezsiniz. Çünkü yazarı kahramanca ölmemiş hiçbir metnin itibarı yoktur. Peki herkesin güvenebileceği, itibar sahibi, sınanmış, tek bir önder kişi gösterebilir misiniz? Yoktur! Bir adım öne çıkanı çelmelemek kanun olduğu için, uzaktan bakan biri sosyalist solu toz duman içinde debelenen muğlak  bir yığın olarak görür.

İkincisinin, yani kafa karışıklığının sebebi, kuşaklar arasındaki muazzam kopukluktur. Tecrübe aktarımı yoktur. Çünkü olumlu tecrübeyi, sizi fevkalade basiretsiz ve ahmak gösterecek olumsuz tecrübelerden ayırarak aktarmaya çalışırsınız. Bu yüzden özellikle gençlerin yakın geçmişe bakışları hep perdelidir, çünkü kendilerine daima yarım görüş açısı sunulur. Buna bir de eğitim sisteminden kaynaklan kitap okumama alışkanlığını, muazzam bilgi kirliliğini eklemek gerekir.

Bereket, öylesine hızlı ve gürültülü bir çağda yaşıyoruz ki,  hayat bize karşılaştığımız her sorunu sadece kendi kafamızla çözebileceğimizi, ezbere ya da özentiye  dayanan hiçbir şablonun kendi gerçekliğimize tekabül etmediğini, kafamıza vura vura gösteriyor. RED, 25.07. 2007