ULUSALCILIKTAN UTANMAK!

Yavuz Alogan                 

      Çeşitli ülkelerden sosyalist öğrenciler Küba’nın başkenti Havana’ya gelerek ellerinde kendi ülkelerinin ulusal bayrakları olduğu halde safta toplanmışlar. Sadece Türkiye’den gelenlerin elinde bayrak yokmuş. Kendilerine sorulmuş: “Sizin ülkenizin bayrağı yok mu?”

                 Bu öykü doğru mudur, öğrenciler bu durumu nasıl açıklamışlar, bilinmez.     Ancak sosyalistlerin, yetmişli yılların ortalarından itibaren ulusal simgeler ve ülke tarihiyle ilişkileri sorunlu olmuş,  özellikle  seksenli yılların sonundan itibaren de tam bir yabancılaşma halini almıştır. Bunun en önemli sebebi, hiç kuşkusuz, askeri darbe dönemlerinde bu simgelerin ve karikatür haline getirilmiş  tarihsel imgelerin gerek üniformalılar gerekse MHP’li ülkücüler tarafından “anti-komünist” bir silah olarak aşırı biçimde kullanılmış olmasıdır.

                    Aslında 68 gençliğinin ulusal simgeler ve tarihle önemli bir sorunu yoktu. Mustafa Kemal’in kalpaklı resmini her yere asarlar, aynı anda hem Che Guevara hem de Doğan Avcıoğlu okurlar, 10 Kasım yürüyüşlerinde Anıtkabir’in avlusunda slogan atarlar, her yere “Ya İstiklâl ya  Ölüm” diye yazarlardı. 12 Mart rejimi  ulusal simgelerin kullanım hakkının kimlere ait olduğunu ortaya koydu. Bir bakıma bu,  27 Mayıs darbesinin yarattığı bir yanılsamanın da sonu olmuş;  o ulusalcı özlemin, “işçi, köylü, gençlik, asker” ittifakının sola doğru  gerçekleşemeyeceği anlaşılmıştı. 

Yetmişli yılların ortasından itibaren her devrimci grup kendi enternasyonalizmini buldu.  Başka deyişle, Pekin, Tiran ve Moskova’nın dış siyaset aracı olarak kullandıkları çeşitli “enternasyonalizmler” bir tür ulusal solculuğun yerini aldı. Merkezci akımlar ise (o zamanlar “orta yolcu” denirdi) iç savaş benzeri bir ortamın en ön saflarında mücadele ettikleri için, çatıştıkları güçlerin savundukları ulusal simgelerin de karşısında yer aldılar. 12 Eylül rejimi  sosyalist solun ulusalcılığa yabancılaşmasını daha da artırdı. ABD’nin  yönettiği  generaller,  milli görüşçülere, Fetullahçılara ve her türlü gerici akıma yol verdiler. Onların ulusalcılığı  kaba biçimde ama ısrarla kullanılan bir propaganda malzemesinden ibaretti. “Türk İslam” sentezi cinsinden Amerikancılık, 27 Mayıs darbesiyle gelişen “sol ulusalcılık” düşüncesinin tabutuna son çiviyi çaktı.

Aslında bu çizgi, Özal’ın “kapitalist devrim”ini, Sovyet sisteminin çöküşünü, bütün bunların solda yarattığı akıl tutulmalarını kapsayacak şekilde günümüze kadar uzatılabilir. Bu süreç içinde solun kullandığı terminoloji değişmiş, yabancılaşma artmıştır. Başka deyişle, ulusalcı renkler taşıyan bir sosyalizm anlayışı bugün artık var olmayan “enternasyonalizm”lere dönüşünce, günümüzde sol adına bir iki reel politik laf cambazlığından başka söylenecek söz neredeyse kalmamıştır. Ancak Türkiye’de üç kitap okuyup, milliyetçilik/ulusalcılık/sosyalizm/devrimci enternasyonalist bolşevizm/işçi özyönetimi/anarşist komünizm/ekolojik anarko sendikal devrimcilik/devrimci bolşevizm falan üzerine gayet iri laflar etmek ve fraksiyonlaşmak her zaman mümkündür.

“Geldik, geldik,” diye dürtülerek uyandırılana kadar herkes rüya görmekte serbesttir. Önemli olan yolun/söylemin nereye götürdüğünü görebilmektir.  Ağzı laf yapan her solcu içki masasında kendisini dinleyebilecek bir kaç kişi bulabilir ve minicik bir dergi çıkararak “kendisini ifade edebilir.” Seçimlerde kendi partilerimize sadece kendimiz oy verebiliriz, her daim kendi dergilerimizi okuyarak mutlu olabiliriz. Tabiî  ki sonsuza kadar değil, bir zamana kadar.

Bugünün dünyasında halkın gözünde kime “sosyalist” denir? Halkın nezdinde Sosyalist ile PKK’lıyı birbirinden ayırt eden nedir? Adapazarı’nda Mahir Çayan’ın posterini  duvara yapıştırmaya çalışan gençlerin “Apo’nun resmini asıyorlar” diye kitlesel olarak dövülmeleri ne anlama gelir? Bu kadar uzaklaşıldı mı?

1963-1972 döneminde kullanılan sosyalist söylemi 1974-1980 dönemindekiyle kıyasladığınızda, birincisinin bugünün ortamına çok daha uygun ve anlaşılabilir olduğunu göreceksiniz. TİP’in, Dev-Genç’in bildirilerini ve yayın organlarını, 1974’ten sonra  gelişen hareketlerin yayın malzemesiyle kıyasladığınızda ortaya şizoid bir durum çıkar. Süreklilik yoktur; acaip bir kesinti vardır; ardından sessizlik  içinde ne dediği pek anlaşılamayan, daha doğrusu ayırt edilemeyen tuhaf bir şeyler gelir: emeğin Avrupası, aşkın ve şaşkın partisi, ulusal hükümet, halk sarmaşığı, yeniden devrimci mücadele, demokrat laiklik, yurtsever cephe vs.

Balkanlaşma

Aslında normal ve çoğunluğu oluşturan insanlar ulusal simgelerin içine doğarlar. Aile içinde, okulda, askerlikte, düğünlerde, mahallede, kahvehanede, sokakta, her yerde bu simgelerle karşılaşırlar. İnsanların, yaşadıkları doğal ortamlarda “enternasyonalist” olmalarını, evrensel hümanizmanın ve batı tipi demokrasinin kararlı savunucuları ve gözlemcileri olarak davranmalarını bekleyemeyiz. Evet,  eşitlik ve adalet isterler;  yönetimin her kademesinde temsil edilmek, insanca muamele görmek isterler; hatta devrim isterler. Ve bu isteklerin hiçbirisi  onların ulusal aidiyet duygusuyla çelişmez.

İmparatorlukları parçalayan, etnik ulusalcılığı yükselten I. Dünya Savaşı ortamından sonra dünyada ikinci bir  ulusalcılık dalgasının yükselmekte olduğunu söylemek yanlış olmaz. Birinci dalga, Avrupa’yı vurdu; Ekim Devrimi’yle, ardından Faşizm’le ve sonunda yeni bir dünya savaşıyla sonuçlandı. Bu seferki, enerji kaynakları ve  iletim yollarının geçtiği bütün ülkeleri kapsayan örtülü bir paylaşım savaşının siyasetleri olarak ulus-devletlerin parçalanmasına, mezhebi ve etnik  olarak ayrışmasına yol açıyor.  Bugünün ulusalcılığı bu ayrışmaya gösterilen bir tepkidir.  Bu ulusalcı tepki bütün etnik ve mezhebi ayrışmaların üzerine çıkarak emperyalizme yöneltilemezse kendi içinde patlar; insanlar kendilerini  bir ulus-devletin yurttaşları olarak değil, Alevi, Sünni, Türk, Kürt vb. olarak görmeye ve bu kimlikleriyle var olmaya, örgütlenmeye başlarlar.  Buna siyasal literatürde “Balkanlaşma” denir. Balkanlaşma eskiden bir felaket olarak görülürdü, şimdilerdeyse liberal demokrasinin bir icabı olarak görülüyor. Bunu demokrasinin bir gereği, bir insan hakları meselesi, her etnik ve mezhebi grubun kendini ifade etme özgürlüğü olarak görmek, bu konuda Batı’ya şikâyet dilekçeleri vererek ağlaşıp durmak, emperyalizmin siyasetlerini bilinçli biçimde savunmak değilse eğer, tam bir aymazlıktır. Bu yabancılaşmanın azaltılması, halkın içinden gelen tepkisel ulusalcılığın dönüştürülebilmesi için uzun bir yol katetmek gerekecektir.

Malatya’da  stadyumu dolduran ve “Malatya’da doğdu/ Papayı da vurdu/ Mehmet Ali Ağça, Mehmet Ali Ağça!” diye nağmeli bir şekilde slogan atan 15-20 yaş grubundaki insanlara ne diyeceğiz?  Onları, Hitler’in “kahverengi gömleklileri”ne benzetip,  bu benzetme üzerine  analojik bir faşizm teorisi bina etmek gayet kolaydır. Bir iki kitap karıştırmak yeterli. Bu insanların, ailelerinden, öğretmenlerinden, içinde yaşadıkları kültürel ortamdan nasıl beslendiklerini düşünelim. Duydukları öfkeyi biz anlayamamışız, başkaları bu öfkeyi dönüştürmüşler.  1986’dan beri kurduğumuz partiler, ettiğimiz laflar, çıkardığımız dergiler bu genç insanlara neden ulaşamamış? Bunca çabanın hiç olmazsa bu anormal durumun karşıtını yaratması gerekmez miydi?  Rakel ananın dediği gibi, o tarihte hepsi birer “bebek” olan, hatta henüz doğmamış olan bu çocukları ırkçılığa ve katilliğe sürükleyen ortamlara bizler, örgütlerimizle, yayın organlarımızla neden ulaşamadık? Hrant’ın arkasından yürürken “Hepimiz Ermeniyiz?”  diye neden bağırdığımızı bile kimselere anlatamadık.

Kurtlarla  birlikte ulumak

              Tek kutuplu dünyada etnik ve mezhebi bölünmelerin bilinçli olarak kışkırtılması ve buna bir tepki olarak gelişen ulusçuluğun, sosyalistleri, hatta sol düşüncenin kendisini bile etkilememesi düşünülemez. Sosyalist solda, sınıfsal duyarlıkların zemini azaldıkça  ulusal duyarlıkların artması kaçınılmazdır. Nitekim “yurtseverlik, “bağımsızlık”, “anti-emperyalizm” gibi  konu başlıkları beş on sene öncesine kıyasla artış gösterdi.  Ancak sosyalizm söz konusu olduğunda ulusçuluğun ölçülerini iyi belirlemek gerekir. Sol ulusalcılık kurtlarla birlikte, hatta onlardan daha yüksek sesle ulumak değildir.

Ölçüsüzlüğün somut bir örneği İşçi Partisi’dir.  Kendisini subayların ve  yüksek bürokratların emeklilik dönemlerinde meşgul olacakları bir tiyatro ortamı haline getiren, liderinin neredeyse Mustafa Kemal suretinde  tebdil-i vücut eylediği İP, programında açıkça belirttiği gibi,  “Türkiye işçi sınıfının, köylülerin, esnaf ve zanaatkârların, kamu çalışanlarının, fikir emekçilerinin, millî sanayici ve tüccarların ortak millî iktidarı için mücadele eden öncü partidir.”  Bu alıntı cümlesi her ne kadar Japon işgalinden hemen sonraki Guomindang-ÇKP ittifakını andırıyorsa da, kendi tarihsel sürekliliği içinde önemli bir kopuşu da ifade ediyor. Çin Devrimi anakronizmi, yerini  katı bir 1920’ler anakronizmine bırakmış; her lafın başına ve sonuna “Atatürk,” “Amasya Tamimi,” “Erzurum Kongresi” eklemeyi, kendi kadrolarını yetiştireceği yerde  onların başına emekli devlet memurlarını getirmeyi gelişme/güçlenme sanıyor. 

Ölçüsüzlüğün en aşırı örneği ise Türk Solu Dergisi’dir. “Her Türk alışverişini mutlaka Türk’ten yapmalıdır,” diyecek kadar kendini kaybetmiş bu ekipten söz etmeye gerek yok. İspanyollar iç savaştan önce subayları darbeye kışkırtmak için onların dans ettikleri pistlere tavuk atarlarmış. Türk Solu gibi oluşumların, Kuran’a ve silaha el bastırarak kuvva-i milliye yemini ettiren emekli subayların yaptıkları bundan farklı değil.

Ulusalcılığın ölçüsü

Peki çizgiyi nereden çekmek gerekir? Çizgiyi ulus-devlet ve Kemalizm noktasından çekmek gerekir.  Kızıl atkılı, kalpaklı çılgın profesörün dediği gibi, sosyalistler “Kemalizm’den geri gidemezler.”  Chavez’in arkasından gelen sosyalist örgütler, onu aşmak ve  anti-emperyalizmin ötesine geçerek burjuvaziyi mülksüzleştirmek, sosyalist bir devrim yapmak istiyorlar. Peki bunu isterken Bolivarcılıktan geri gidiyorlar mı?  Onlar bütün Latin Amerika ulus-devletlerinin emperyalizmin karşısında yer alarak kendi kaynaklarına sahip çıkmasını, bağımsızlaşmasını istiyorlar. Meksika ve Küba da bunu istiyor. Latin Amerika’daki iktisadi yapıların parçalanmasını, sosyal hakların yeni dünya düzeninin bir icabı olarak geri alınmasını, bütün kıtanın Hıristiyan mezheplerine ve yerli etnik nüfusa göre bölünmesini, bunların her birinin özerkleştirilmesini,  kendi idari birimleri ve kendi kamu hukuku olan  şehir devletleri halinde bölünmesini istemiyorlar. Demokrasi değil devrim, askeri diktatörlük değil özgürlük ve tam bağımsızlık istiyorlar. Tek kutuplu bir kapitalist yeni dünya düzeni istemiyorlar.

Sosyalistler için ulusalcılığın ölçüsü bu olmalıdır. Irak’taki Amerikan demokrasisini istemiyoruz. Çekoslovakya gibi barışçı biçimde, Yugoslavya gibi iç savaş yoluyla parçalanmak istemiyoruz.  Dünya pazarına entegre olmuş, ancak birbirinden kopmuş, ayrı yönetimleri ve özerkliği olan, Kürtler ile Türklerin, Aleviler ile Sünnilerin, Trabzonlular ile Malatyalıların birbirine düşman olduğu, Medine Vesikası’ndan mülhem farklı medeni hukukların yürürlükte olduğu  bir toplumsal hayat, ortaçağ kaleleri gibi stratejik noktaları tutmuş ABD  askeri üsleri istemiyoruz. Böyle bir hayattan sosyalizm çıkmaz.  O halde ulus-devlet’ten, yurttaşlık hukukundan geri gidemeyiz. Ulus-devlet’in yerini  etnik/mezhebi bölge ya da şehir devletlerinin almasını, yurttaşlık hukukunun yerini müşteri sözleşmesinin almasını istemeyiz. Daha ileri gidebiliriz, ancak bu noktadan geri gidemeyiz. Ulusalcılık budur. Bunda utanılacak ne var? RED, 20. 02. 2007