“Ulusal Güvenlik” ve Demokrasi

Yavuz  Alogan

         Duvar yıkıldığında,  emperyalist kapitalist dünya sistemi, Orta Avrupa’dan Asya steplerine kadar uzanan geniş bir  alana  bütün finans kurumlarıyla birlikte kapitalizmi yerleştirmek gibi önemli bir sorunla karşı karşıya kaldı.  Önceki iki büyük savaştan kalma siyasal-stratejik sorunlar da vardı. Sözgelimi Fransa ve Britanya,  Avrupa’nın orta yerinde güçlü ve birleşik bir Almanya’nın kurulmasından pek hoşlanmamışlardı. Soğuk Savaş’ın galibi ABD’nin, NATO’nun   altyapısını kullanarak   küresel hâkimiyet peşinde koştuğunu gösteren belirtiler de vardı.  Ancak bütün bu sorunlar sistemin genel kapitalist çıkarları karşısında ikinci plana itildi.  Duvarın yıkılmasından hemen önce ve sonra, daha kesin bir tarihsel aralık vermek gerekirse, Gorbaçev’in “Büyük Avrupa Evi”nden söz etmeye başlaması ile SSCB  Genel Kurmay Başkanı Sergey Akhromeyev’in intihar etmesi (1991)  arasında geçen bir kararsızlık döneminin ardından, Batı’nın Doğu Avrupa’ya akını başladı. Sermaye, proje kredileri, NGO’lar, batılı uzmanlar, siyasal stratejistler, insan hakları ve hayat standardı kriterleri, mafyanın her türlüsü,  Avrupa’nın hukuk normları,  oluşum halindeki borsaları speküle ederek muazzam paralar vuran finans maceraperestleri  ve daha pek çok şey, tam bir akıl tutulmasına uğramış, devletleri çökmüş ve orduları dağılmış  Doğu Avrupa ülkelerini istila etti; piyasalaştırma başladı, kiliselerin  ve medyanın etkisi güçlendirildi  ve dizginsiz kapitalizm bu ülkeleri kapladı.

         Küresel düzeyde tamamlanması gereken bu süreç, önce perestroyka’yı kontrollu biçimde uygulayan ancak glasnost’a hiç yanaşmayan Çin  tarafından; daha sonra,  IMF ile bağlarını kesip Şanghay Beşlisi içinde Çin  ve Avrasya ülkeleriyle stratejik ortaklık kuran, bölge ülkeleriyle  bir Karadeniz Gücü oluşturan, bu arada İsrail’le ortak helikopter üretimi projeleri vb. geliştiren, özetle eski imperium’una sahip çıkmaya, silah ve teknoloji ticareti yapmaya   başlayan  Rusya  tarafından durduruldu.

Başka deyişle, sermaye bu  geniş alanlara yayılırken, buradaki  ulus-devletlerin siyasal bağımsızlığını, kendi aralarında silah ve teknoloji ticareti yapmalarını,  stratejik ittifaklar kurmalarını engelleyemedi.  Coca-Cola ve McDonald’s bu bölgelere gitti, ancak Avrupa’nın hukuk normları, insan hakları kriterleri (bazı batılı marksistlerin deyişiyle “insan hakları emperyalizmi”),  “demokratikleştirme misyonu”yla faaliyet gösteren CIA vakıfları vb. bu bölgelere giremedi. Sonuç olarak Batı bu bölgeleri kendi siyasal sistemine özümleyemedi; söz gelimi Irak ve Yugoslavya operasyonlarında bu geniş siyasal coğrafyanın desteğini alamadı. 

Sermayenin küreselleşmesi siyasetin de küreselleşmesini gerektirdiği için, dünyanın yarısında meydana gelen bu  bağımsız tavır alma eğilimi,  emperyalist kapitalist ülkelerin Soğuk Savaş yıllarını hatırlatan bir söylem geliştirmelerine, Avrupa orduları (AGSK) inşa edip uzay kalkanı kurma çabalarına yol açtı. Ancak bu çabalarda da tam bir stratejik iç mutabakat sağlanamadı.

         Bu süreç Türkiye üzerinde muazzam bir  baskı yarattı.   AB’nin kapısında piyasanın sopasıyla terbiye edilmeye çalışılan,  oluşum halindeki Avrupa askeri stratejik alanından (AGSK) dışlanma çabalarına maruz kalan, ABD ile Kuzey Irak, Kıbrıs ve silah ticareti gibi konularda anlaşmazlıklar yaşayan  Türkiye, sadece   “ulusal güvenlik sendromu” değil bir tür varoluş krizi  yaşamaya başladı.  

 Bu krizi  askerlerin  sivil ve demokratik  yapılanmaya gösterdikleri direnişe indirgemek sorunu basitleştirmek olacaktır. TSK’nın askeri-iktisadi bir kast oluşturduğu ve her kast gibi kendi çıkarlarına zarar verebilecek değişimlere direndiği,   siyasal kurumları tasfiye edebilecek yeteneğe sahip olduğu ve bu yeteneği zaman zaman siyaseti yönlendirmek için kullandığı, doğrudur. Ancak bu durum Türkiye’nin bugünün dünya jeo-politiği içinde  “ulusal güvenlik” ya da başka bir isim altında stratejik bir konsept aramak zorunda  kaldığı gerçeğini değiştirmez.

Soğuk Savaş döneminde ülkenin “misak-ı milli sınırları içinde bölünmez bir bütün” olarak varlığını sürdürebilmesinin güvencesi  kutsal NATO ittifakının güneydoğu kanadında yerine getirdiği askeri işlevin bir sonucuydu. Oysa  NATO’nun, Polonya, Çek Cumhuriyeti ve Macaristan’ı kapsayacak şekilde genişlediği, savaş teknolojisinin  değiştiği bugünün dünyasında   böyle bir işleve gerek kalmadı.  Yeni dünya sistemi,   Dünya güçlerinin   “oyun sahaları”nda sadece bir piyon olmayı kabul eden, gerektiğinde   Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu’daki kriz bölgelerine, hattâ Somali gibi uzak bölgelere, uluslararası askeri ittifakların komutası altında müdahale edecek, ulusçu iddiaları olmayan, darbe yapmayan, “yeşil sermaye” vb. ile uğraşmayan, sivillere karışmayan, kendine özgü bir “ulusal güvenlik” doktrini, konserve fabrikaları ve inşaat şirketleri olmayan, teknoloji üretmeyen,   küçük, güçlü ve teknik bir ordu istemeye başladı.    

    Bu noktada insanın aklına   gene Doğu Avrupa ülkeleri geliyor. Batı’nın   istilası gerçekleştiğinde, bu ülkelerin orduları dağılmış, devlet aygıtları çökmüştü; o zamana kadar barınma, beslenme ve eğitim ihtiyaçları devlet tarafından karşılanan halklar tarihin bu esef verici anında  daha çok tüketmekten (muz, beyaz eşya, dolar) başka bir şey düşünemez haldeydi.  Oysa Türkiye’deki devlet “derin” sıfatıyla  anılıyor. Bu derinliğin içinde bir de  “çelik çekirdek” var. Halk kitleleri ise, “öteki” iktidarı oluşturan parlamentonun peş peşe çıkardığı yasalarla, özelleştirmelerle, devletin iktisadi  etki/denetim alanından çıkarılarak kapitalist piyasanın insafına terk edilmekte. 

     Dolayısıyla, Türkiye’nin Doğu Avrupa ülkeleri gibi bir dönüşüm geçirmesine engel olan iki özelliği var:  ilkelere bağlanmış, katı bir ideolojisi olan devlet aygıtları ekonomik krize rağmen çökmüyor ve  halk kitleleri ne kadar yoksullaşırsa yoksullaşsın ulusçu/merkezci eğilimlerinden vazgeçmiyor; tam aksine, yaşadığı felaketten  devleti ya da onun çelik  çekirdeğini vb. değil, doğrudan doğruya  sivil siyaset kurumlarını  sorumlu görüyor.  

         Bu büyük dönüşümü ya da düşük statülü entegrasyonu, dıştan gelen baskılarla gerçekleştirmenin de pek kolay olmadığı görülüyor.   İktisadi araçlara başvurmak, ülkenin bütün kaynaklarını ve iktisadi potansiyelini marifet sergilemesi için eziyet edilen bir hayvana dönüştürmek  tam aksi sonuç veriyor. Nitekim   Genel Kurmay’ın  son “muhtıra”sında “küreselleşme anlayışının teslimiyet olarak benimsenmesi”nden söz edilmektedir. Karen Fogg’un “Ampul” partisinin solun işlevini de yerine getireceğini söylemesi gibi çocuksu destek atışları   tam aksi yönde etki yapıyor. Avrupalı mahfillerin siyaset mühendisliği denemeleri sahayı pek iyi tanımadıklarını ve ülke tarihini çok iyi anlamadıklarını kuşkuya yer bırakmayacak biçimde ortaya koyuyor.

Aç ve işsiz kalmış, üretim sürecinden koparılmış, gururu kırılmış insanların, mülksüzleşmiş orta sınıfların, umudunu kaybetmiş geniş bir esnaf kesiminin sürükleneceği rejimin adı, Avrupa normlarına uygun demokrasi değil, düpedüz faşizmdir. Kaldı ki bu ülkede yaşayan insanlar “demokrasi” ile kendi hayat standartları arasındaki bire bir ilişkiyi özümleyebilecekleri siyasal deneyimler yaşamamışlardır. Zira sivil siyasetçiler, askeri darbelerden sonra bile demokratikleşme yönünde kırılmalar yaratmayı ve militarizmle  hesaplaşmayı göze alamamışlardır. Bu ülkede 1921 Anayasası hariç sivillerin yaptığı tek bir anayasa yoktur. Ülkenin yakın dönem tarihi, sivil kadroların militarizm ve demokrasiye yönelik tutumları bakımından, Portekiz ve Yunanistan gibi ülkelerinkinden çok farklıdır. 

         Herkesin gözünü IMF programlarına, borsanın düşüp doların yükselişine diktiği,    ülke ekonomisi borçlarını ödeyebilecek ölçüde ayakları üzerinde durabilsin diye  halk kitlelerinin açlık sınırında süründüğü  bir anda, “ulusal güvenlik sendromu”nun histerik biçimde patlaması, Eylül ayında yapılacak anayasa değişiklikleri öncesinde, Türkiye’nin stratejik tercihlerini, kendi rejimini, dünya içindeki yerini ve  statüsünü belirleme anının yaklaştığını, ikili iktidar durumunun sona ermek üzere olduğunu göstermektedir.

Ancak IMF’nin, uluslararası alanda daha büyük bir serbesti talep eden çokuluslu şirketler ve ABD yönetimine kendisini kanıtlamak için Arjantin’le birlikte deney tahtası olarak kullandığı ekonominin iflas ettiği koşullarda, devletin stratejik tercihlerini   bağımsız biçimde, saf anlamda “ulusal güvenlik” gerekleriyle  yapması beklenemez. Bu, çok yönlü bir pazarlık  sürecidir. Burada büyüklerin küçüklere yaptıkları baskılar ve küçüklerin ellerindeki kozları kullanma becerileri önemli bir rol oynamaktadır.     Devlet, sonunda, stratejik konjonktürün önüne koyduğu konseptlerden birine razı olmak  ve kendi  siyasal rejimini de buna göre düzenlemek zorunda kalacaktır. 2003 yılına kadar  AB kriterlerini gerçekleştirip Doğu Avrupa ülkeleri gibi kapılarını Avrupa hukukuna ve standartlarına açabilir  ve bağımsız dış siyaset ve “ulusal güvenlik” iddialarından vazgeçerek  AB treninin arka vagonlarından birinde, vesayet altında bir ülke olarak yoluna devam edebilir. AB’ye sırt çevirerek ABD’nin kontrolünde bir askeri-sınai kompleks, enerji yollarının  bekçisi ve  bölgenin “çevik müdahale gücü” olarak da konumlanabilir.   İsrail-Azerbaycan hattında İran’ın karşısında konumlanma çabaları ve Hazar krizine gösterilen tepkiler, birinci alternatife açıkça “hayır” demeyen militer kesimin ikinci alternatifi benimseme eğiliminde olduğunu düşündürmektedir. Tercih hangi yönde olursa olsun,  şu anki “statüko” ve “denge” durumundan  şiddetli sapmalar yaratacak ve rejimin kaderini belirleyecektir.

“Ulusal güvenlik”le ilgili çeşitli stratejik tercihlerin   bu ülkenin halkına demokrasi ve özgürlük getirmeyeceği açıktır. Bu coğrafyada, dipten gelen bir dalga her şeyi önüne katıp sürüklemedikçe, militarizm   varlığını sürdürecek ve  mülksüzleşen, yoksullaşan insanlarımızın çokuluslu şirketlerin  iş gücü  piyasasına  ucuz emek olarak  sürülmeleri,  ulusal varlıkların dünya piyasasında satılığa çıkarılması önlenemeyecektir. 

Büyük dönüşüm dönemlerinde, bütün kurumlar ve kesimler (parti kılığına bürünmüş kliental çıkar  çeteleri, sarı sendikalar, “sivil toplum kuruluşu” kılığına bürünmüş proje müteahhitleri, tarikatlar, iş ve ticaret dünyasının çeşitli kesimleri, çeşitli aydın grupları)  avantajlı bir konum elde etmeye çalışırlar. Pek çoğunun elinde salladığı  “demokrasi” bayrağı sahtedir. Gerçek  demokrasi, halkın kendi kriterlerini oluşturmasıyla, büyük bedeller ödemeyi göze alacak kadar siyasallaşmasıyla, kriz dönemlerinde merkeze sığınmayıp ve faşist demagojiye kanmayıp kendi “sosyal sözleşmesi”ni dayatmasıyla kazanılabilir. Tarihin öğrettiği budur.  Diğerleri, bir köleliği  diğerine tercih etme meselesidir.  RED, 27. 08. 2001