Yavuz Alogan
Memlekette mi yoksa bende mi bir tuhaflık olduğunu ayırt edemediğim anlar sıklaşmaya başladı. Kendi kendime bunun aşırı sıcaklardan kaynaklanmış olabileceğini söyleyip duruyorum, ama belirtiler gittikçe çoğalıyor. Sabahın erken saatlerinde hızlı adımlarla geçtiğim Kızılay’daki metro istasyonunun alt koridorundaki adam daha sık görünmeye başladı mesela. Hep aynı noktada duruyor. Hali vakti yerinde bir bürokrat görünümünde, kıyafeti gayet düzgün (beyaz gömlek, kravat, ayakkabılar boyalı). Dar bir alanda cep telefonuyla bağırarak konuşuyor, bu arada hızlı adımlarla kısa volta atıyor. Konuştuğu kişi, Atatürk!
Bir keresinde yanından hızla geçerken “Paşam” sözcüğü çalınmıştı kulağıma. Sonra adımlarımı yavaşlatıp, bu esrarengiz şahsın konuşmalarına kulak misafiri olmaya başlayınca, “Paşa”nın kim olduğunu anladım. Adamcağız çığlık çığlığa memleketin durumunu anlatıyor: laiklik elden gidiyor Paşam; her yanı düşman sarmış her yer ateşler içinde; Suriye uçağımızı düşürdü Paşam, memleket üç kuruşa satıldı; bölücüler Polatlı’ya dayandılar; 15. Kolordu Komutanı Kâzım Karabekir sizi beklemiş Erzurum’da… gelmemişsiniz! Bazen de yalvarır gibi sesini alçaltarak konuşuyor: Paşam, lütfen! Durum çok vahim. Senin köşkünü ele geçirdiler, paşalarını hapse attılar, mollalar çevremizi sardı Paşam…
Geçenlerde, bu kadar absürt olmasa da benzer bir başka olayla karşılaştım. Sabahın altısında Gençlik Caddesi’nden Akdeniz Caddesi’ne saparken (elbette bisiklet üzerinde) irice bir siyah araba beni solladı (araba markalarını tiplerinden değil kaportalarından okuyarak teşhis ettiğim için “iri” diyorum) ve sağa yanaşıp durdu. İçinden iri kıyım beş kişi çıktı. Üçü siyah takım elbiseli; ikisi kravatlı beyaz gömlekli, hepsi güneş gözlüklü ve asker tıraşlı… Anıtkabir’in alçak mermer duvarının önüne dizildiler ve aynı anda eğilip mermeri öptükten sonra ellerini açıp dua etmeye başladılar. O sırada güneş doğuyordu ve bulutların parçalandığı gökyüzünde bir heybet vardı. Nedense, Çanakkale savaşları sırasında, gün doğarken topluca namaz kılan 57. Alay’ı gösteren o çarpıcı fotoğrafı hatırladım.
Ankara’da bir tuhaflık var. Ya da memleketin genelindeki tuhaflık en keskin zıtlıkları Ankara’da yaratıyor. Güvenpark’taki dinozorlar mesela… Güvenpark’taki anıt, biz farkına varmadan önünden geçip gitsek de, çok önemlidir aslında. Taş ve bronz heykelleriyle, hem zarif hem görkemli, anlatım gücü çok yüksek bir yapıttır. Arka tarafındaki rölyeflerde Anadolu insanı; köylüler, çiftçiler, bir öküz ve saban, demirciler, çömlekçiler; kısacası emekçi halk betimlenmiştir. Ana gövdede Kurtuluş Savaşı’nın kadrosu, çıplak ve kaslı insan bedenleri olarak görülür. Anıt’ın Kızılay’a bakan yüzünde iki tunç heykel vardır; biri yaşlı, diğeri genç iki güçlü adam, Cumhuriyet İlkeleri’ni korur ve onların gelecek nesillere aktarılacağını anlatır. Güvenpark Anıtı, Ankara’dır.
“Ne olmuş, lan!” diyen birilerini duyar gibiyim. Ya da mesela şöyle diyen birini: “Yavuz Bey, bütün faşist ülkelerde böyle anıtlar vardır.” Öyle mi, canım?… Küba’da da vardır ama böyle anıtlar. Mesela Küba’da devrimden sonra Jose Marti’nin ya da Simon Bolivar’ın anıt ve heykellerine dokunmak ne Kastro’nun ne de Che’nin aklından geçmiştir. Çünkü soysuz, ahlâksız ve cahil değillerdi; tarih bilincine sahip, özgüveni yüksek adamlardı… Stalin bile Büyük Petro anıtına dokunmamıştır. Neyse, sinirlenmeden devam edelim.
Ankaralı Yurttaş Dinozora Bakıyor!
Ben aslında anıtı yeni fark ettim. Bir sorun yoksa kendi doğal parçanızın varlığını hissetmezsiniz. Anıt da benim için böyleymiş meğer… Orada dolaştıkça bir sürü şey hatırlıyorum. Taşlara dokunuyorum, hatırlıyorum. Benim metrodaki adamı ya da Anıtkabir’in mermerini öpen adamları hayretle izlemem gibi, birileri de beni Ankara’nın yeni tuhaflıklarından biri olarak izliyor olabilir bu arada. Fakat bu beni kaygılandırmıyor, zira Güvenpark Anıtı’nın hayatımın bir parçası olduğunu dinozorlar sayesinde fark etmiş bulunuyorum.
Birden her şeyi hatırladım: Anıt’ın arkasındaki korunun (şimdi açık polis karargâhı) kestane ağaçları arasından, bir ormandan geçen romantik gezgin ruhuyla Namık Kemal Ortaokulu’na her sabah nasıl gidip geldiğimi; West Side Story filmindeki asi gençlik çetelerinden esinlenerek kurduğumuz The Toothpickers çetesinin gizli toplantılarını orada, Anadolu insanını betimleyen rölyeflerin dibinde nasıl yaptığımızı; sevgili isimlerini sustalı bıçakla oradaki ağaçlara nasıl kazıdığımızı; heykelin önüne kırmızı boyayla nasıl “Bağımsız Türkiye” yazdığımızı… Daha önce unuttuğum her şeyi hatırladım. Oraya her gelişimizde ders kitaplarımı geniş parşömene yazan taştan adamın koluna koyardım mesela; o kolu gidip buldum geçen gün, oradaydı. Anıt hayatımızın bir parçasıydı. Üstüne tırmanıp konyak ve şarap içtiğimiz de olmuştur, kaidesine sırtımızı dayayıp dibinde oturduğumuz da; okulu asıp mavra yaptığımız da olmuştur, havuzun çevresindeki mermer koltuklarda oturup devrimin kaç ay sonra gerçekleşeceğini tartıştığımız da…
Anıt’ın önünü önce dinozorlarla kapadılar. Anıt, Ankaralının gözünden kayboldu. Bunlar hareketli dinozorlar, uzun boyunlarını indirip kaldırıyor, sivri dişlerini göstererek ağızlarını açıp kapatıyor ve tuhaf sesler çıkarıyorlar. Cep telefonlarını sürekli yenileyen, araba ve kat sahibi olmak için neredeyse on yıllarca borçlanan; tüketici kredisi kullandıkça ve cebinde kredi kartı oldukça kendini zengin zanneden, hiçbir şey üretmeden tüketebildiği sürece kendini mutlu hisseden, hızla çoğalmakta olan kebapçılarda karın doyurmayı marifet sayan Ankaralı yurttaşlar, bu dinozorları ağızları biraz açık hayranlıkla izlemeye başladılar. Çocuklarını da kapıp getirdiler sonra; onlar da Anıt’ı tamamen kapayan ve ikide bir böğüren yaratıkları hayran hayran seyretmeye koyuldular. Emin olun, aynı yerde çeşitli protesto gösterileri yapan memurlardan ve öğrencilerden biraz daha kalabalık bir kitle haftalarca dinozorları seyretti. Artık kimse anıtı görmüyordu. Hayvan tasvirleri öylesine ustaca yerleştirilmişti ki, arkadaki havuzdan fıskiyelenen su sütunları da dikkate alınırsa, orada öyle bir anıt sanki hiç var olmamış gibiydi.
Yıllar önce RED’de, bildiğimiz Ankara’nın iyice küçülerek Çankaya ilçesinden ibaret kaldığını ve kentteki bütün simgelerin yok edildiğini, yok edilemeyenlerin de karşıt bir sembolle gölgelendiğini yazmıştım. Artık Çankaya ilçesi de sanki kaybedilmeye yüz tutmuş gibi. Yenişehir semtinde oturan ailelerin ikinci ve üçüncü kuşağı Ümitköy-Çayyolu taraflarına göç etmeye başladıklarından beri, ortalığı tuhaf bir insan popülasyonu kaplanmaya başladı. Gene yıllar önce emlâkçi bir arkadaşım mazot kaçakçılarının ve yasa dışı para kazanan her türlü adamın bavul dolusu nakit parayla Çankaya, Kavaklıdere ve GOP taraflarında gayrimenkul satın aldıklarını anlatmıştı. Parayı kapan alır elbette, bir şey dediğimiz yok. Fakat bu arada kentin kültürel hayatı da yok edildi; kültürü taşıyan ve yaşatan insandır neticede. İnsanda kültür talebi yoksa, kültürel olan her şey ortadan kalkar. Özal zamanında da her şeyde bir “arabeskleşme” vardı; fakat karşıtı ya da “öteki” de var olduğu ve ayakta durduğu için sırıtıyor ve tepki çekiyordu. Oysa şimdi her türlü kültürel vulgarlaşma hayatın akışı içinde doğal karşılanıyor; insanların büyük bir bölümü yaşananları “normal” görüyor.
Ankara’nın tiyatroya, konsere ve sinemaya giden nüfusu ne oldu? Dinozorlar gibi yok olup gittiler mi? Bir sonraki kuşağa geçen hiçbir kültürel ve estetik değer yok mu? Kent bir kebapçı cumhuriyeti haline geldi (bu kebapçı meselesine fena halde taktığım belli oluyor sanırım, fakat Kuğulupark’ın orta yeri bile kebapçı!). Her kentin bir estetiği vardır; fakat bizim kentin estetiği, keçi, çoban ve ibrik heykelleri, yapay şelaleler, muazzam beton alanların ortasında yapay göletlerden müteşekkil cemaat cennetleri içinde eriyip gitti. Çukurambar, Balgat, Keçiören taraflarında İslami kilim motifleriyle süslü rüküş apartmanlar üzüm salkımları gibi, birbirinin ışığını keserek üst üste bindirildi. Dikmen’de eskiden bahçesinde kuyusu ve meyve ağaçları, bakkalı kasabı olan gecekondular vardı. Bu “çağdışı” yerleşimi “temizlediler” ve yerine on katlı iç içe geçmiş kâbus gibi beton bloklar diktiler. Bunların bir kısmı kaymaya, duvarları çatlamaya, içinde oturanlar isyan etmeye başladı.
Taşralılığa, kasaba kültürüne diyecek bir şeyimiz yoktur. Bu kültürel yapıların özgün ve işlevsel olanları yüz yılların ürünüdür ve değerlidir. Fakat büyük kentleri istila eden, Amerikan taklidi taşralılığın, yeni kapitalist barbar akınlarıyla kentlerin kimliğini yozlaştırmasına, sonradan görme görgüsüz zenginlerin kent estetiğini mahvetmelerine karşı mücadele etmeden sosyalist ve devrimci olunamaz. Bu bir kebapçı esnafı, AVM ve hamburger kültürüdür. Bir tıkınma, kendini zengin sanma ve tv. dizilerindeki hayatı taklit etme kültürüdür. Mevcut olan da çok zengin değildi ama, hiç olmazsa bir şeydi…. Neyse, sinirlenmeyelim ve uzatmayalım.
Karşı-devrimin Anıtı
Yine Güvenpark’a dönelim. Bir gün yine oradan geçerken dinozorların ortadan kaybolduğunu gördüm. Fakat ertesi gün, anıtın önü bu kez beyaz, kalın panolarla kaplıydı (hâlâ öyle). Panoların üzerinde kentimizin muhtelif resimleri var. En öndeki büyük panoda, ışıklandırılmış bir Ankara fotoğrafı. Altında bir yazı: “Gözlerinize inanamayacaksınız! Burası Ankara!” Niye inanamayacakmışız gözlerimize? Ankara’nın bildiğimiz gece manzarası! Oradan geçerken panodaki yazıyı okuyan Ankaralılar, göz ucuyla resme şöyle bir bakıyorlar ve içlerinden, herhalde, “Ne olmuş yani!” diyorlar.
Aslında çok şey olmuş! Daha da olacak! AKP’li belediye Güvenpark Anıtı’nı gözlerden kaçırıyor. Bir süre sonra yıkacaklar. Hırsızın araklayacağı şeyin üzerine bir mendil atarak onu önce görünmez kılması gibi bir durumla karşı karşıyayız. Yerine dev bir maşrapa ve ibrik ya da iri bir Ankara keçisi heykeli oturtabilirler. Şarıl şarıl akan sularıyla, çöl bedevileri ve Selefilerin özlemlerine tercüman bir şelale de kondurabilirler; hemen yanı başına bir mescit, abdest musluklu bir şadırvan; tespih takke, ilmihal satıcıları… Demokrasilerde çare tükenmez…
Bunlar geçici olacaktır elbette. Son tahlilde AKP kendi karşı-devriminin anıtını dikmek isteyecektir oraya. İki tunç adamın yerine Abdullah Gül ile Recep Tayyip Erdoğan’ın tunçtan heykelleri mesela… Altında, “Beraber yürüdük biz bu yollarda/Beraber ıslandık yağan yağmurda” dizeleri ve karşı-devrimin nesilden nesile intikalini ima eden semboller… Anıtın arka tarafındaki Kurtuluş Savaşı kadrosunun yerine, ayağının altındaki beyaz Panama fötr şapkayı çiğneyen, başında sarığıyla İskilipli Atıf Hoca Efendi Hazretleri, İngiliz Muhipler Cemiyeti’ni kuran Mustafa Sabri ve Cemiyet’in ilk başkanı Sait Molla ve bütün İstiklal Mahkemesi “şehitleri”… Kurtuluş Savaşı’na katılan köylü, zanaatkâr ve aydın rölyeflerinin yerine ise, tekke ve zaviyelerin mürşit ve müritleri, hıçkırarak ağlayan bir başka Hocaefendi Hazretleri tasviri, padişah tuğraları ve buna benzer şeyler uygun düşer.
Anıt’ı korursak ulusalcı mı oluruz? Bize, Kemalist oldu, proleter enternasyonalizmini terk etti, “O zaten bir beyaz Türk idi” falan mı derler? Diyebilirler, lakin biz de şunu diyelim: yabancı, Amerikancı ve dinci bir ideolojik hegemonyanın ülkenin bütün tarihini ve kültürel mirasını kendine benzetmesine seyirci kalan kişi, bir süre sonra kendisinin de benzetildiğini görecektir. Bazen çok gerilere çekilmek, arzuladığımız cephe hattının çok ama çok gerilerine çekilip oralarda, istemediğimiz, belki de bize çok ters gelen bir hatta tahkimat kurmak zorunda kalırız. Bunu keyfimizden ya da görüşlerimizi terk ettiğimizden yapmayız; imha edilmemek için yaparız. Öyle yapmıyor da bize ayrılan küçük demokrasi bahçesinde, internet sitelerinde, kurtarılmış küçük sanal alanlarda “kendimizi ifade” ettiğimizi düşünüyorsak, mesele yok zaten. Ama gerçekler zemininde mücadele edilecekse, verdiğimiz mücadele bir şeyleri etkileyecek ve değiştirecekse, uyanık olmamız şarttır; Anıt’ı neden kaldırmak istiyorlar, yerine ne koyacaklar ve bütün bunların bizim için taşıdığı anlam ne, oturup düşünmemiz lazım. 31.07.2012