Yavuz Alogan
“Sabık komünistin vicdanı” diye bir söz vardır. Isaac Deutscher, Bitmemiş Devrim adlı kitabında bu kavramı kullanarak büyük devrimci dalgaların yatışmasından sonra karaya oturan komünistleri anlatır. Onları dağılmış bir askeri birliğe benzetir. Üyeleri birbirine çok benzer, ama yine de farklıdır. Ortak özellikleri ve kişisel yanları vardır. Bazısı vicdan sahibidir, itiraz eder; bazısı kaçaktır; bazısı da çapulcudur. “Pek azı başkaldıran vicdanlarına sessizce bağlı kalır.” Bazıları ise bir zamanlar savaştıkları orduda şimdi görevli olduklarını bağıra çağıra ilân eder.
Biz de buna bir şey ekleyelim: küçültmeye, suçlamaya çalıştıkları geçmişleriyle gizliden gizliye övünerek inandırıcılıklarını artırmaya çalışırlar.
“O hep uzaktaydı”
Mesela Taraf gazetesinin üçüncü sayfasında yazan “büyük entelektüel”, bir zamanlar THKPC’nin mücadelesine yardım ettiğini, Denizler’in asılmaması için imza kampanyası açtığını övünerek anlatır. O, içerden biridir. Her şeyi bilmiş ve görmüştür. Silaha sarılmak çok yanlış olmuştur. Sinan Cemgil’le aynı yaştadır. O zamanlar kendisi, TİP’in İstanbul İl Örgütü’nün Bilim Kurulu’nda Sinan Cemgil’in anne ve babasıyla “bilimsel çalışmalar” yapmaktadır. Peki o sırada Sinan Cemgil nerededir? “O hep uzaktaydı,” diyor yazar. Neden acaba? Neden siz onun yanında ya da o sizin yanınızda değildi de siz onun ana ve babasının yanındaydınız? Siz çok mu bilimsel ve akıllıydınız; ya da üç dil bilmesine rağmen “Biz sadece üç kelime İngilizce biliriz: Yankee Go Home!” diyen Sinan Cemgil, bilim kurulunda yer alamayacak kadar geri miydi; yoksa çok mu “nihilist” ve “intihara eğilimli” bir çocuktu? O hep “eylemci” idi ve teoriden anlamıyordu da siz “teorisyen” idiniz ve “eylem”den mi anlamıyordunuz? Sizin “teori”niz onun “eylemi”yle bağlantılı mıydı; yoksa onun ayrı bir teorisi mi vardı? Neydi?
Öğretmenim, canım benim
İnsan psikolojisi tuhaftır. Benzetmelerle kendini ele verir. Türkiye ise gerçekten çok tuhaf bir yerdir. İnsanlara laf salatalarını “analiz” diye, dolambaçlı ve ağdalı bir söylemi “teori” diye yutturmak çok kolaydır. Söz konusu ettiğimiz yazar, 1970’lerin ikinci yarısında kan gövdeyi götürürken, şimdilerde tüylenme gayreti içindeki genç akademisyenlerin CV’leri için yazdıkları denemelere yer veren, fakat o zamanlar solu beslemeyi amaçlayan bir dergi çıkarırdı. Gerçi “Anamız amele sınıfı” idi ama gene de hepimizin bu dergiden bir miktar beslendiğimizi itiraf etmemiz gerekir. Dergi, baş yazarının şimdiki gibi orta öğretim düzeyinde kompozisyon ödevi gibi değil de, tam aksine, pek ağdalı olan o zamanki üslûbuyla, Althusser’i, Polantzas’ı, Gramsci’yi anlatırdı. 1980 darbesinden sonra Filistin’deki bir kampta, şimdilerde Ermeni davasının ateşli savunucusu olan bir Dev-Yol önderinin, militanların teorik bilinci gelişsin diye bu derginin ciltlerini okuttuğuna dair bir tanıklık romanı okuyup hayretler içinde kalmış; siyasetin düşünsel boşluk kabul etmediğini, eğer boşluk varsa olur olmaz her şeyle doldurulabileceğini düşünmüştüm.
Dergi, çok sonraları, 12 Eylül darbesi geçip gittikten ve “Türk İslam Sentezi” ortaya çıktıktan ve solcuların önemli bir bölümünü “demokrasi budalalığı” sardıktan sonra, bu kez Ali Bulaç’ı keşfetti. (Berlinguer ile Hıristiyan Demokratlar arasındaki “tarihsel uzlaşma”nın etkileri hâlâ sürmekteydi!) Ali Bulaç da fırsatı kaçırmayarak, “Medine Vesikası”, yani çoğulcu (demokratik) ümmet tasarımı üzerine döktürmeye başladı. Yanlış hatırlamıyorsam, bu süreç Sivas’taki otel yangınına kadar devam etti. Herhalde “Ayıp oluyor artık,” diye düşünüp bu ümmet-i demokratik Muhammed muhabbetini kestiler. Fakat birini bulup sola gösterme eğiliminden vazgeçmediler. Yazar’ın müritlerinden biri, “ekoloji” henüz moda olmaya yüz tuttuğunda, bu kez Rudolf Bahro’yu sola kakalamaya çalıştı. Ama olmadı, kendisi de bir süre sonra sıkılıp, esas olarak popüler kültür ve futbol alemiyle ilgilenmeye başladı zaten. Şimdilerde derginin yeni bir başyazarı var. Can Dündar’a bile tahammül edemeyen televizyon medyası, muhteremi mütemadiyen ekranlara çıkarıp “sosyalizm” adına konuşturuyor. O da, menzil açık atış serbest diyerek, sosyalistlerin gelmişine geçmişine veriştirip duruyor. “Ben onlara demiştim, ama beni dinlemediler,” diyor mesela. “Ben silah işlerinden çok iyi anlarım, 1 Mayıs 1977’de Sular İdaresi’nin üstünden bunlara kendi aralarında çatışsınlar diye ateş ettiler vs.” gibi saçmalayarak, günümüz sosyalistinin ne kadar hödük olduğunu kanıtlamaya çalışıyor. Hele bir de külyutmaz kasabalı tarzı var ki seyretmesi hoş oluyor.
Bu kişilerin en genelde kendilerini sosyalist solun öğretmenliğine atadıkları söylenebilir. Her daim bir şeyler öğretmişlerdir. “Sivil toplum”u anlatmışlar; saman alevi gibi parlayıp sönen muhtelif sosyalist düşünürleri, “ama bakın bir de şu var,” diye araya girerek tanıtmaya çalışmışlardır. Şu “Avrupa Komünizmi” hadisesi biraz uzun sürseydi, o dala bütün güçleriyle asılacaklardı ama şansları yaver gitmedi. Hatta bir ara Mehmet Ali Aybar’a, kendisinin aslında bir “Örokomünist” olduğunu anlatmaya çalıştılar; ancak Aybar şahsiyetli adamdı ve sahici şeylerle ilgileniyordu.
Bir parti kurulur, bakarsınız, hemen “danışman” pozunda sökün etmişler. Bir dergi çıkar, hemen yanaşırlar. Öğretecek bir şeyi mutlaka bulurlar. Buna kim itiraz edebilir? Bizim de bir şey dediğimiz yok zaten. Sadece Sinan Cemgil’in Kirilov’a benzetilmesi biraz asap bozucu oldu da onu dile getireceğiz.
“Varoluşsal sorun”
İnsan yazacak kelime bulamıyor. Ben bu tür mevzuata girdiğimde hep birilerinin edep yerini seyrediyormuş gibi bir hissiyata kapılırım. Bu yüzden isim zikredemiyorum; bana çok “müstehcen” geliyor.
“Büyük entelektüel yazar” şu 1 Mayıs 1977 tartışmaları münasebetiyle Taraf’taki köşesinde gerçeklerin ne olduğunu anlatmaya başladı. Herkes en iyisini onun bildiğine inanıyor ya, o da anlatıyor… Zat-ı şâhâne’nin yazısından 68 kuşağının silahlı direnişinin siyasal stratejiyle pek alakası olmayan “varoluşsal” bir sorun olduğunu öğreniyoruz. Meğer Sinan Cemgil’in “varoluşsal” bir sorunu varmış. Onu silahlı mücadelenin yanlışlığına ikna etmek mümkün değilmiş; kimse “Kirilov’u yanlış düşündüğüne ikna edebilir” miymiş?
Sinan Cemgil’i, Dostoyevski’nin Ecinniler’indeki Kirilov’a benzetmek, insan zihnini durgunluğa sevk eden bir entelektüel derinliği ifade ediyor kuşkusuz. Tanrı sorunsalı yüzünden acı çeken bireyin varoluşsal korkularından arınma yöntemi olarak kafasına kurşun sıkan Kirilov’u da, emperyalizme karşı savaşmak için gerilla savaşına çıkan Sinan Cemgil’i de ikna etmek mümkün değildi elbette. Ancak ikisi arasındaki benzerlik bu noktada (ikna edememe noktasında!) sona eriyor ve fazlası zorlama oluyor.
Ancak bu benzetmede bir “lapsus”tan söz etmek de mümkün. Kafamı meşgul eden bir sürçme var burada. 68’in devrimcilerinden söz ederken, neden Aleksey Kirilov? Mesela, neden Nikolay Stavrogin değil? Daha uygun olmaz mıydı? Baş eğmeyen bir karakter; komplolardan, silahlardan hoşlanıyor, ailesine baş kaldırıyor. Ya da devrimci Piyotr Stepanoviç Verhonenskiy… olamaz mıydı? Hayır, ille de “varoluşsal sorun” ve Kirilov… Böyle dediğinizde, olayı bir gençlik bunalımının tezahürüne, siyasetten psikolojiye indirgemiş ve kendi ruhunuzu kurtarmış oluyorsunuz. Bu sizi dönemin koşullarından, o günün dünyasından ve o dünyanın içinde kendi yerinizden söz etme külfetinden de kurtarıveriyor. Çocuk 20’li yaşlarında varoluşsal bir bunalım yaşarak THKO’nun beş kurucusundan biri oluyor, Nurhak’a gönderilmek üzere mercimek ve nohut stokluyor ve “devrim” yapmak için değil de “örnek” olmak için intihar ediyor. Burada akla “nihilizm”den başka bir felsefenin gelmeyişi, büyük yazar açısından biraz psikopatolojik olmuyor mu? Yoksa bir nevi “amnesia sentimental” mı söz konusu? Üstelik yazar, onu sırf bu yüzden, yani intihar ettiği için sevdiğimizi de satır aralarında çaktırmadan ima ediveriyor. Ne de olsa “usta kalem!”
Keyifçi Kirilov!
Aslında Sinan Cemgil değil, “büyük entelektüel yazar”ın kendisi Kirilov’a benziyor. Kirilov’un intihar etmeyen versiyonu, keyifçi Kirilov… Yetmişli yılların ikinci yarısında sosyalistlere özenle tanıttığı Althusser ve Poulantzas ise Kirilov’a daha da çok benziyorlar. Kirilov’un Tanrı’yla, onların da Marksizm ve bireyle sorunları vardı. Nitekim Althusser, “devletin ideolojik aygıtları”yla uğraşırken karısını boğarak öldürdü ve kapatıldığı akıl hastanesinde yazdığı Gelecek Uzun Sürer adlı kitabında Marx’ı doğru dürüst okumadan Marksizm üzerine ahkâm kestiğini itiraf etti. Yola Althusser’le birlikte çıkan talihsiz Poulantzas ise “yapısalcı marksizm”den “Avrupa komünizmi”ne doğru kayarken, bir arkadaşının Paris’teki evinin penceresinden kitapları kucağında atlayarak intihar etti. Bettelheim’dan da söz etmişlerdir dergilerinde; o da maalesef SSCB’de Sınıf Mücadeleleri adlı (Türkçesi olmayan) kitabını yazdıktan sonra “Ekim Devrimi bir yanılsamadan ibaret” demiş ve 94 yaşında ölene kadar fazla bir şey söylememiştir. Bu insanların bir çağ dönümünde taşıdıkları ve yaşadıkları “varoluş” sorunu, Tanrı felsefesine takılıp kalmış Kirilov’un bunalımıyla kıyaslandığında çok daha ağır ve vahimdi. Dolayısıyla “sahici teorisyen” olmak kolay değil.
Daldan dala konan, her sözünden bir keramet istihsal edileceğinden kat’i surette emin olarak rehavete gömülüp dili dalgaya vuran keyifçiler için bunlar elbette ağır konular. Telaşsızdırlar; ne geçip giden zamana yanarlar, ne geleceği dert ederler. Biraz üstüne gitsen, “Kapitalizmi ben mi icat ettim, kardeşim,” diyeceklerdir. Biraz zorlansalar, Yunan adalarına geçip keyiflerine bambaşka bir rayiha katabilirler. Yakalayamazsınız. Ama bir şey de yapamazsınız. Yapılacak bir şey de yoktur zaten. Zamanın içinde onlar mütekallis Rasputin suratlarıyla köşelerinden tebessüm edecekler, Sinan Cemgiller de Kürecik istikametinde yollarına devam edeceklerdir.
Yazının başındaki Deutscher alıntısının konuya biraz bol geldiğini fark ettim şimdi. Deutscher “Sabık komünist” derken, elbette çok farklı bir kuşağı, arkasında 1925-27 Çin Devrimi’ni, İspanyol İç Savaşı’nı bırakan, Komintern’in Kominform’a dönüşmesine tanık olan, Stalinizm’e alternatif geliştiremeyen bir kuşağın dağılışını kastediyordu. Oysa biz burada, entelektüel ahlâkla ilgili çok dar bir konuyu ele aldık. Herkesin varoluşsal sorunları kendine. Kimse kendisini dikensiz gül bahçesinde ya da her şeyi kuşbakışı görebildiği erişilmez bir platoda sanmasın. Daha çok şeyler değişir. Tarih devam ediyor çünkü ve aşağıdan on binlerce Sinan Cemgil sizin varoluşunuzu sorgulayarak geliyor. RED, 27.05 2012