SOSYALİSTLERİN KENDİ KADERİNİ TAYİN HAKKI!

Yavuz Alogan

Bir grubun ya da partinin “resmi görüş”üne bağlanmamış bir sosyalist için  en zor şey PKK hareketi hakkında yazmaktır. Hakan,  Kürt hareketi hakkında yazmamı istediği zaman ilk aklıma gelen bu oldu. Kendisi, telefonda, bir an durakladıktan sonra, “Fakat lütfen hakaret olmasın” deyince, bu görüşüm iyice pekişti. Gerçekten çok zor… Arkadaşımın “hakaret” dediği şeylerin zirvesi, yıllar önce Ahmet Kaya hakkında yazdığım bir yazıda kullandığım şu ifadedir: “Örgütün Serok’u  henüz Şam’dan ayrılıp dünyanın bütün istihbarat örgütleri tarafından ping pong topu gibi oradan oraya savrulduktan sonra Türk istihbaratının eline geçmemiş; gözbağı açıldığı anda milyonlarca tv. izleyicisinin gözü önünde, ‘Benim anam da Türktür; size her konuda yardımcı olurum,’ dememiş; güdümlü siyasetini İmralı’dan sürdürmeye başlamamıştı.” Bunca zaman (yedi yıl)  sonra bu ifadenin, ironik olmanın yanı sıra biraz sert olduğunu, gerçekliğin sadece bir yönünü ortaya koyduğunu belirtmek durumundayım.

         Ancak sorun da zaten  bu noktada ortaya çıkıyor. PKK gerçekliğini  “sadece bir yönü”yle değil, bütün yönleriyle ortaya koymak; kolayına kaçmayacaksak, yani Lenin’den  “ulusların kendi kaderini tayin hakkı”na dair 1920 tarihli birkaç alıntı yaptıktan sonra, “ezen ulus sosyalistleri olarak Kürt halkının özerklik/bağımsızlık mücadelesini, ayrı devlet kurma hakkını destekliyoruz” gibi klişe bir sonuç cümlesi kurmayacaksak,  gerçekten çok zor.

         Bu nedenle, sorunu sınırlandırmak, daraltmak gerekiyor.

Mevcut durum

         Öncelikle, PKK’nin bugüne kadar gelmiş geçmiş ulusal kurtuluş mücadeleleriyle kıyaslandığında, tarihin kaydettiği en güçlü ve   çok yüzeyli  hareket olduğunu, tarihsel süreçlerin sunduğu bölgesel güçlenme fırsatlarından mükemmel biçimde yararlandığını kaydetmek gerekir.  Aynı anda, dağda gerillası, sınır ötesinde askeri gücü ve karargâhı, neredeyse bütün bölgede savaşma kabiliyeti, dünyanın belli başlı metropollerinde temsilcileri, büyük para kaynakları var; TBMM’de milletvekilleri, günlük gazeteleri, yurt dışından yayın yapan televizyonu, yayınevleri, stk’ları, görsel medya konuşmacıları, kanaat önderleri de var. Üstelik hükümetle, hem  devletin istihbarat örgütü aracılığıyla, hem de Kandil ile  İmralı-MİT  (yani sınırların ötesinde bir dağ ile Marmara denizinde bir ada) arasında aracılık yapan unsurları  var. Yeryüzünde gelmiş geçmiş hiçbir egemen devlet ile onunla mücadele eden bir  silahlı örgütün yaşamadığı ve bundan sonra da yaşamasının mümkün olamayacağı bu dramatik iletişim sayesinde  örgütün asgari programının gerçekleşmesi için mevcut hükümete yasa yaptırma, kararnameler çıkartma gücü var.

         Özetle, yukarıdan, belirli bir mesafeden baktığımız zaman PKK’nin hiçbir eksiği ya da yoksun olduğu hiçbir mücadele alanı yok: legal ve illegal, askeri ve  siyasi örgütlenmeyi mükemmel biçimde birleştirmiş; her türlü propaganda aracına  sahip.  Hem büyük askeri çatışmalarla, “ülkeyi bölmek”le tehdit edebiliyor, hem yeni Cumhurbaşkanı’nı ayakta alkışlıyor, hem Haziran  Ayaklanması’nda ölenlerin yasını tutuyor; bir yandan asker alma, silahlanma, mevzi tutma faaliyetlerini sürdürürken, öte yandan yeni bir rejim önererek hepimizin ulusal narın içindeki  farklı tanecikler olduğumuzu söylüyor.

Peki bu nedir?

         Bu bir millî harekettir. Millî hareketin en saf, sınıfsal  olarak en ayrışmamış halidir.  Geç milliyetçilik olarak Kürt hareketi,  1983’ten beri oluşturduğu imkânları geliştirerek ve emperyalizmin Ortadoğu’yu yeniden şekillendirme girişimi sırasında ele geçirdiği fırsatları değerlendirerek  geri dönüşü olmayan bir noktaya ulaşmıştır.  Bölgeyi şekillendiren ve Birinci Körfez Savaşı’ndan itibaren Kürtlere alan açan güç Amerikan emperyalizmi  olduğu için, bu millî hareketin mücadele hedefi batı emperyalizmi değil,  kendi sınırları içinde kalan bölgeleri yeni bir devlet oluşumuna kaptırmak istemeyen Türkiye, İran, Irak ve Suriye’dir.

         Ancak bölgedeki diğer Kürt hareketleri ile PKK arasında çok önemli  farklılıklar vardır. Bizdeki hareketin öncü kadroları 68 kuşağından gelmektedir, gençliklerinde sosyalist kültürle tanışmışlar ve ilk kuruluş bildirgelerinde, nihai hedeflerinin “bağımsız, birleşik, sosyalist Kürdistan” olduğunu açıkça ilan etmişlerdir. İlk bayraklarında sarı yıldız ve orak çekiçli amblem vardı. Bu yüzden kültürel temel bakımından PKK’yi bir aşiret ağası olan Barzani’nin hareketiyle kıyaslayamayız (Talabani hareketi de başlangıçta Maocu bir çizgi izliyordu). PKK, modern bir gerilla hareketidir; ortaçağdan hortlamış bir yamyamlar ordusu değildir.

         PKK, çağın ruhuna (zeitgeist) uyarak sosyalizmden vazgeçmiştir. Sosyalist argümanların her türlüsünü terk etmiştir.  Kendi içinde bütün sınıfları (burjuvasından toprak ağasına, zengin ve orta  köylüsünden proleterine kadar)  ve bütün ideolojileri (Sünni İslam şeriatından  Anadolu Aleviliğine, elbette sosyalizme kadar) barındıran bir  millî hareket orak-çekiçle yoluna devam edemezdi.  Bu noktada hiçbir fanteziye yer yoktur. Başka deyişle, PKK’yı sosyalist olmadığı, emperyalizme karşı mücadele etmediği, AKP’yle ittifak kurduğu için kınamak saçmadır.  Ancak tavırsız kalmak da güçsüzlük belirtisidir, sürüklenmedir.

Fakat öte yanda, PKK bir aşiret olmadığı  ya da aşiret düzenine dayanmadığı, sosyalist bir geçmişten geldiği için ister istemez ırkçılığa yakın bir milliyetçiliği benimseyemezdi. Bu nedenle, programatik/ideolojik bir tutum almaya  mecbur kaldı. Bu tutumu liberter sosyalist/anarşist Murray Bookchin’den aldığını sanıyorum (Öcalan’ın cezaevinde bu özgün yazarı incelediğini, fikirleri üzerinde “derinleştiğini” biliyoruz). Dolayısıyla, özellikle BDP/HDP’lilerin kullandıkları “radikal demokrasi”, “demokratik özerlik” gibi kavramların (“komünalizm”, “demokratik konfederalizm” vs) ve  bu kavramlardan türetilen programatik  görüşlerin tamamen mesnetsiz olduğunu söyleyemeyiz.  Bildiğimiz teorik anarşizmin “federalist” seksiyonundan geliştirilmiş enteresan görüşler bunlar… Bu arada,  Kürt hareketinin önüne demokrasi, özerklik, yerel yönetim gibi bir perspektif koymanın  parlak bir politik fikir olduğunu  kabul etmek durumundayız. Bu parlak fikir sayesinde HDP, Cumhurbaşkanlığı seçimleri sırasında propaganda alanını Türkiye’nin  batısına doğru yayabildi, CHP’den memnun olmayanlardan sosyalistlerin bir kısmına, çevrecilere, cinsel tercihi farklı olanlara kadar geniş bir kitleye hitap edebildi.  Herkesi demokraside “eşitlemek”, herkesi bölgesel özerkliğe cesaretlendirmek gayet parlak bir propaganda yöntemidir. Kendisine “sosyalist” diyen bazı  arkadaşların “milli meselede ezilen ulus halkı”nı desteklemek şöyle dursun, ona bizzat katılmaya kalkışmaları da kendilerinin sosyalizm kültürünü açığa vuran  gayet enteresan bir başka olgudur.

PKK özünde “seküler” bir harekettir.  Kürt kadınını özgürleştirmeye çalışmıştır,  güneydoğunun feodal yapısını önemli ölçüde zayıflatmıştır. “Feodal ağa” karakteri, karşısında PKK’yi bulmuştur ve  silahlı Kürt kadınını yeniden hamur teknesinin başına oturtacak bir güç  kalmamıştır. Türkiye AKP eliyle gericileştirilirken, PKK’nin sosyal ortamında bu türden bir gericilik yoktur.  Bölgedeki düşmanları  esas olarak, IŞİD, Hizbullah, Fethullah ve  AKP’nin “açılım”a rağmen “Kürdî ümmet toplumu” yaratmaya çalışan kadrolarıdır.  Serok’un talimatıyla toplanan “İslam Konferansı”nın ya da  Altan Tan’ın savunduğu tarzda şeriatçılığın PKK ortamında şimdilik  belirleyici olmadığı görülüyor.

Ve sosyalistler

         AKP ülkeyi bölmüştür. Kürtlere dönüp, “Siz varsınız; tek bir  diliniz, kültürünüz ve tarihiniz var” demiş, sonra Türklere dönüp, “Siz yoksunuz; Çerkezler, Abhazlar, Boşnaklar, Türkmenler, Lazlar ve diğer etnik gruplardan oluşan bir bulamaçsınız, sizin tek  kültürünüz, tek diliniz yok” demiştir ve bütün etnik grupları İslam ortak paydasında birleştirerek bir “ümmet” oluşturma niyetini dile getirmiştir. Tek başına bu durum bile bir iç savaş dinamiğidir.

         Bu muazzam bir manevi kopuş ve parçalanmadır.  Türkiye’nin kurtuluş ve kuruluş temellerinin reddedilmesidir, Cumhuriyet tarihinin inkârıdır. Sosyalist solun bir kesimi bu durumdan hoşlanmış, burada “demokrasi” ya da ilk-ÖDP kültüründen bulaşan “çoğulculuk/çeşitlilik/farklı hassasiyetlere riayet” gibi bir şeyler görmüş; diğer bir kesimi ise bütün bu olup bitenleri dikkate almamış, görmezden gelmiş ya da önemsememiştir. Oysa bu, etkileri ve sonuçlarıyla bu yüzyılı belirleyecek olan çok büyük, çok ciddi bir  dağılmadır.

         Türkiye’de 1988’den beri kurulan bütün sosyalist partiler ve  hareketler  Kürt hareketinin gölgesinde kalmıştır. “Milli mesele” bütün sosyalist hareketlerde, partilerde, dar dergi çevrelerinde bile ayrıştırıcı  rol oynamıştır.  Bir tarafta her türlü askeri ve siyasi imkâna sahip, bazen sol bazen sağ jargon kullanan etnik temelli bir ulusal hareket; öte tarafta, 12 Eylül  darbesiyle kitlesel/sınıfsal  bağlarından kopmuş, kendisini var etmeye, siyasi partiler rejimi içinde tutunmaya, seçimlerde oy almaya çalışan ve her defasında başarısız olan, üye ve taraftar kitlesi sürekli sirkülasyona ve erozyona tâbi, her bir grubunun kendi içinde sürekli bölündüğü bir sosyalist hareketler kümesi… Sosyalist solun  son 28 yıl içinde hiçbir mevzide tutunamadığını, tutunuyormuş gibi olduğu bütün mevzileri kaybettiğini; özetle, anlamlı bir kitle temeli oluşturamadığını, günümüzde kıymet-i harbiyesi olan bir güç sayılamayacağını söylemek abartılı olmaz. Sosyalistler ilk kez “demokrasinin süsü” gibi bir şey oldular: “Bakınız, ne kadar demokratiğiz; komünistler ve LGTB bireyleri bile  örgütlü;  İstiklal Caddesi’nde ve Konur’la Yüksel’in bitiştiği yerde  serbestçe gösteri yapabiliyorlar.”

                Haziran Ayaklanması sosyalistlerin bu durumunu ne ölçüde değiştirdi? Bilemiyoruz. Bu konuda bir şeyler söylemek için vakit erken.  Fakat bu ayaklanma çok açık biçimde,  sosyalist hareketler ile Kürt hareketinin  tamamen farklı gündemleri olduğunu ortaya koydu.  Başka deyişle, “ümmet” olmak istemeyen,  her türlü sosyalisti de bağrında taşıyan  on milyon kişi AKP iktidarına karşı ayaklanırken, Kürt kardeşlerimizin hükûmetle kurdukları ittifaka nasıl  ve ne kadar bağlı olduklarını gördük. PKK ile AKP arasında, bütün emperyalist alemin kutsadığı ve cesaretlendirdiği çok  sağlam bir kader birliği var.  Bunu Haziran’da herkes gördü; “görmedim” diyen görmezlikten geliyor demektir.  Retrospektif olarak lafı kıvırmanın da faydası yoktur.

         Uzun lafın kısası: sosyalistler, emperyalizme ve AKP’nin İslamcı faşist diktatörlüğüne karşı mücadele edeceklerse, Kürt millî hareketinin PKK’siyle de, HDP’siyle de, bundan sonra kuracakları kapsayıcı kucaklayıcı “demokratik” örgütleriyle de yollarını kesinlikle ayırmak, kendi kaderlerini tayin etmek zorundadırlar. RED, 23. 02. 2015