Yavuz Alogan
Çanakkale Savaşı sırasında çekilen bir fotoğraf beni çok etkilemiştir. Fotoğrafta 57. Alay namaz sonrası topluca dua ederken görülür. Şafak sökmekte, gökyüzü aydınlanmaktadır. Birazdan Alay Sancağı’nı açıp düşmana taarruz edecekler ve yarıdan fazlası şehit düşecektir. Ömründe bir kez bile namaz kılmamış, materyalist ve kusursuz ateist biri olarak, 25 Nisan 1915 sabahı Conkbayırı’nda olsaydım ne yapardım?
İnsan zihnine dışsal olan Tanrı düşüncesine tamamen yabancı biri olarak cemaate uyup dua ediyormuş gibi yapmayı sahtekârlık saydığım için Cumhuriyet öğretmeni olan annemin cenazesinde bile kenarda durdum. Fakat şunu çok iyi biliyorum ki o sabah 57. Alay’ın saflarında olsaydım kendimce namaz kılmaya çalışırdım. Bunu ansızın dindarlaştığım için değil, asker arkadaşlarımın maneviyatını paylaşmak, toplu cesaret ve dayanışma duygusunun bir parçası olmak için yapardım. Demek ki insanın ne zaman neyin parçası olacağı koşullara ve amaçlara göre değişebiliyor.
İnançlar içsel ve bireye özgüdür. Basit siyasî çıkarlara ya da halk dalkavukluğuna alet edilirse sahtekârlığa dönüşür. Tanrı inancını sorgulamak elbette mümkündür fakat bu siyasetin değil felsefenin konusudur.
Türkiye’de sosyalist sol, bazen farklı yorumlar katmış olmakla birlikte “laiklik” ilkesinden hiçbir zaman vazgeçmemiş, fakat halkın dinine imanına da hiçbir zaman dil uzatmamıştır. Bireyin zihin dünyasının ve yaratıcılığının gelişmesini önleyen, ortaçağdan kalma tarikatları, tekkeleri kültürel yapılar olarak meşrulaştırmaya kalkışmamış ve dinin siyasallaştırılmasına her zaman karşı çıkmıştır.
Eski TKP, TİP ve Dev-Genç’ten 70’li yılların bütün devrimci hareketlerine, sonraki bütün akım ve siyasî partilere kadar sosyalist solun programatik metinlerinin, bildirilerinin, sloganlarının hiçbirinde inanan insanların dinî duygularını rencide eden tek bir cümle yoktur. Ancak Devlet ve sağcı partiler tarikatları ve cemaatleri sürekli güçlendirerek, Komünizmle Mücadele Dernekleri kurarak halkı aydınlanma düşüncesine ve her türlü solculuğu karşı galeyana getirmekten, dinî duyguları siyasallaştırmaktan asla çekinmemişlerdir.
Ateizm doğaya ve insanlığa karşı sorumluluğun bilincidir; dini sosyolojik bir olgu olarak görür, Tanrı düşüncesini ve dinî efsaneleri insan zihninin yarattığı manevi bir ihtiyaç olarak değerlendirir. Felsefî bir düşüncedir; insanları dinsizliğe davet eden bir propaganda malzemesi ya da siyasî bir araç değildir.
Karl Marx, Hegel’in hukuk felsefesini eleştirirken, insanın Tanrı ihtiyacının maddî ve felsefî temellerini anlamaya çalışmıştır. Marx’a göre din, olumlu özellikler taşıyan bir “yanılsama”dır; acı çeken insanın “tesellisi”dir. “Din halkı uyuşturan bir afyondur” ifadesini bu anlamda kullanmıştır. Marx’ın sözleriyle din, ezilen varlığın “iç çekişi/inleyişi”, taş yürekli dünyanın vicdanı, “ruhsuz maddi koşulların ruhu”dur. Marx’a göre, bu “yanılsama”yı yok etmeye çalışmak yersizdir; gereken, ona yol açan maddi koşulların ortadan kaldırılmasıdır. Marksistler politik ya da konjonktürel nedenlerle, “kendi düşüncelerini gizlemeye tenezzül etmezler.”
Biz dine değil, dinin siyasallaştırılmasına, caminin ya da kilisenin toplum üzerinde ideolojik hegemonya kurmasına, bugünün toplumunu 7. asrın kurallarına göre biçimlendirme girişimine karşıyız. İnsanları dinsizleştirmek, onların inançlarıyla alay etmek ya da din karşıtı propaganda yapmak hiçbir zaman bizim işimiz olmamıştır.
Peki biz hangi toplumun fertleriyiz? Biz, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının kurduğu, aydınlanma ve ilerleme düşüncesine bağlı laik toplumun, devrim kanunlarıyla kurulan Cumhuriyet’in fertleriyiz. Cemaatin içinde Tanrı’nın kulu değil, laik hukuk devleti içinde özgür yurttaş olma bilinciyle yetiştik. Bu bilinç sayesinde sosyalist olduk. Biz buyuz! Beğenmeyen varsa işine baksın, elinden geleni ardına koymasın… Aydınlık, 29. 10. 2018