Yavuz Alogan
Eski Yunan’da bir şehir devletinin (polis) aynı konfederasyon içindeki diğer şehir devletlerine hükmetmesine “hegemonya,” bunu uygulayana da “hegemon” denirdi. Milattan çok önce, 700’lü yıllarda yola çıkan kavram uzun bir seyahat boyunca kılık değiştirerek nihayet Plekhanov’dan Gramsci’ye doğru sınıfsal bir içerik kazandı, çeşitlendi. Böylece kavram, bir sınıfın diğer sınıflar üzerindeki tahakkümünden (sınıfsal hegemonya), dayatılan bir kültürün başka kültürleri yozlaştırmasından (kültürel hegemonya) ya da toplumda hâkim bir ideolojinin diğer ideolojileri baskı altına almasından (ideolojik hegemonya) kaynaklanan bir tür teslimiyet hâlini anlatmak için kullanıldı.
Hegemonyanın en başta gelen belirtisi otosansürdür (kendini kısıtlamak). Kimse sizden görüşlerinizi eğip bükmenizi, hegemonu kızdırmamak için tavrınızı değiştirmenizi istemez. Fakat siz toplumun içinde ayakta kalmak ya da başarılı olmak, daha çok kazanmak için hegemona ayak uydurmak, en azından bazı konularda onun gibi düşünmek ve davranmak mecburiyetinde kalırsınız. İşte bu, hegemonyadır.
Türkiye’de basın ne Demokrat Parti zamanında, ne de sıkıyönetim ve askerî cunta dönemlerinde hegemonyaya teslim oldu. Çünkü “basın” denilen şey henüz dev holdinglerin yan kuruluşu, plaza saltanatının bir ürünü olmamıştı. Turgut Özal’la başlayan süreçte merkez medya patronu giderek haysiyetini kaybetti ve sonunda vatan millet bayrağını plazanın bordasından aşağı attı.
Fikirle değil de sermayeyle ayakta duran medya her zaman iktidarın kamçısına boyun eğer. Bunlar paraya taparlar! Medya patronu, medyanın sevilen programcılarını, yazarlarını kapının önüne koymuş, otosansür uygulamış, el pençe divan durmuş fakat sonunda anahtarı hegemona teslim etmek zorunda kalmıştır. Hegemonya böyle yapar!
Bir de ağzından çıkan her sözü tartan siyasîlerin otosansürü var. Bunlar da “siyasi iktidara gerici ya da ümmetçi demeyelim halk gücenir, bize oy vermez” diye düşünürler. Peki ne diyelim? “Gayri millî diyelim.” Çok güzel!.. Ya da mesela laikliği kuvvetle savunmayalım da “gerçek İslam bu değil” diyerek lafı dolandıralım. Hatta güzel dinimizin aslında sosyalizan olduğunu, eşitlikçi kurumlar içerdiğini, Efendimiz’in de zaten “yoksulların hizmetkârı” olduğunu söyleyelim. Bunların hepsi otosansürdür; ideolojik hegemonyanın göstergeleridir. Hegemonik söylemin içinden konuşan hegemonyayı meşrulaştırır.
Artuklu Üniversitesi’nin sarıklı rektörü “demokrasi isteyenin katli vaciptir” diye fetva verecek fakat biz ona “yobaz” demeyeceğiz. Ya da mesela Silopi İlçe Millî Eğitim Müdürü öğrencilere türban dağıtacak, “bizim türbanla hiçbir sorunumuz yok” diyerek her fotoğraf karesinde türbanlı bir kardeşimizle birlikte görünmeye özen göstereceğiz. Her şey bir avuç mühürsüz oy pusulası için! Öyle mi? Bunların hepsi otosansürdür, hegemonu güçlendirir.
1950’lerden itibaren sağcı partiler oy kaygısıyla laikliği adım adım aşındırdılar. “Demokrasi” dedikleri şey cemaatlerden tarikatlardan oy toplama kaygısıyla Cumhuriyet’in kuruluş ilkelerini sulandırmaya, sonunda halka dalkavukluk edip para dağıtmaya, sahte vaatlerle milleti uyutmaya indirgendi. Ve nihayet, tarihsel olarak laikliği getirmiş olan CHP’nin “çağdaş” liderleri kara çarşafa rozet taktılar. Bunu kendi tabanlarında “radikal” bir tutum, bir marifet gibi savundular. Peki bunun faydası oldu mu? Oy alabildiler mi? Alamadılar! Sadece hegemonyayı güçlendirmiş, Türkiye’nin aydınlık yüzünü kara çıkarmış, geleneksel tabanlarını utandırmış oldular.
Hegemon da bari bir şeye benzese!.. Var olmayan fakat var olduğu sanılan hegemon! Fabrikaları satıp bütçe açığını kapamaya, seçim kampanyasını finanse etmeye çalışıyor. Kendi suretinde yeniden kurmaya çalıştığı Devlet’i yönetemiyor. Hegemonyası ekonomiyi kapsamıyor, onu yabancılara kaptırmış… Laiklik karşıtı faaliyetlerin odağı olmuş ama bizzat meşrulaştırdığı tarikatlara, cemaatlere söz geçiremiyor. Komuta yapısını bozduğu, Atatürk ilkeleriyle eğitilmesini önlemeye çalıştığı ordunun sırtından oy toplamak için yirmi dört saat televizyon ekranlarından bağırırken bütün tutarsızlıkları her yana dökülüp saçılıyor. Aydınlık, 30. 03. 2018