Yavuz Alogan
Tarihte yaşanmış büyük katliamların failleri uzun süre ideolojik yönlendirmeyle hazırlanmış ve küçük bir kıvılcımla kendiliğinden harekete geçmişlerdir. 1572’de binlerce Kalvinist Protestan’ın katledildiği St. Barthelmi Katliamı’nın ya da 1995’te Serebrenitsa’da işlenen kitlesel Müslüman cinayetinin failleri kimlerdi? Sadece Kral IX. Charles ve annesi Catherine de Medici’yi ya da Sırp Cumhurbaşkanı Radovan Karadziç ve Radko Mladiç’i suçlayabilir miyiz?
Birincisinin arkasında Papalık bürokrasinin ağır baskı ve sömürüsüne isyan eden Protestanlara karşı koşullandırılan Ortaçağ’ın karanlık güçlerini; ikincisinin arkasında ise başta Almanya olmak üzere AB ülkelerinin Avrupa’nın orta yerindeki sosyalist cumhuriyeti etnik ve dini kışkırtmayla yok etme arzularını buluruz. Bu türden olayların faillerini, üretim güçlerinin gelişmesini kendi çıkarları gereği durdurmak isteyen, eski toplumsal düzenin ve iktisadi sistemin devamından yana olan sınıfsal güçlerde ya da emperyalist tahakkümün ve kapitalist serbest piyasa sisteminin genişleme ve önündeki engelleri kaldırma eğiliminde ararız. Bütün toplumsal olayların gerisinde maddi güçlerden kaynaklanan sınıfsal çıkar ilişkileri yer alır.
Kırılan Fay Hatları
Ülkemizin yakın tarihinde yaşanan katliamlar için de aynı bakış açısı geçerlidir. Bu olaylar tamamlanmamış bir demokratik devrimin sınıfsal kalıntılarına verilen tavizlerin bir sonucudur. 1978’de Maraş’ta 105 kişinin öldürüldüğü, yüzlerce ev ve iş yerinin yakıldığı katliam; 1980’de Çorum’da 57 kişinin öldürüldüğü yüzlerce kişinin yaralandığı olaylar; 1978’de Sivas’ta 10 kişinin öldüğü 100’den fazla kişinin yaralandığı Ali Baba Mahallesi Katliamı ve nihayet 2 Temmuz 1993 günü yaşanan Madımak Oteli faciası bilinçsiz kitlelerin siyasî ve ideolojik yönlendirmeyle hazırlandığı uzun süreçlerin sonuçlarıdır. Kitleler, oy avcısı siyasi partilerin yönlendirmesi ya da görmezden gelmesiyle, Millî Eğitim’e paralel gizli din eğitimiyle; tarikat şeyhlerinin, tekke dervişlerinin sivil toplumu alttan alta ele geçirmesiyle katliama hazırlanmışlardır. “Camiyi bombaladılar” ya da “Kuran’ı lağıma attılar” ya da “Şeytan Ayetleri’ni savundular” gibi basit kışkırtmalarla kitleler gözü dönmüş birer canavar sürüsüne dönüşmüşlerdir.
Yakın dönemde emperyalizmin “ılımlı İslam” stratejisi Ortadoğu’da Baasçılık ve Kemalizm gibi millî demokratik devrimci hareketlerin oluşmasıyla ve ulus-devletlerin kurulmasıyla etkisini kaybetmiş olan bütün fay hatlarını kırdı ve bağnaz Sünni kitleleri diğer din ve mezheplerin yanı sıra Aydınlanma’dan yana güçlere karşı cepheleştirdi.
Türkiye’de de fay hatları kırıldı. Ülkemizde bu türden çatışmaların hem tarihi kökleri vardı, hem de ulus-devletin yerine “ümmet” kavramını geçirmek isteyenlerin yıllardır oluşturduğu ideolojik altyapı hazırdı. Ulus-devlet kavramıyla hesaplaşmaya kalkarsanız, zaman içinde mikro milliyetler ve mezhepler de birbirleriyle hesaplaşmaya başlar; uzak tarihin içinde uyuklayan intikam duyguları canlanır ve bu kargaşadan demokrasi değil diktatörlük, barış değil kitle katliamları doğar.
Siyaset ve Laiklik
Kemalist Aydınlanma hareketinin en büyük kazanımı laikliktir. En zayıf noktası ise, en güçlü olduğu dönemde başta Güneydoğu olmak üzere Türkiye’nin her yerinde kapsamlı bir toprak reformu yaparak feodal ilişkileri ortadan kaldıramamış olmasıdır. İngiliz Devrimi (1640-1648), Amerikan Devrimi (1775-1783), Fransız Devrimi (1789-1799) kapitalizmin önündeki, Rus (1917-1953) ve Çin Devrimleri (1949-1976) ise sosyalizmin önündeki ortaçağdan kalma yapıları kaldırıp kendi toplumlarını dönüştürebildikleri için bu ülkeler gelişme gösterdiler. Kemalistler de bunu yapabilirlerdi. 1925 Şeyh Sait ve 1937 Dersim isyanlarının silahla bastırılması gericiliğin maddi ve sınıfsal altyapısını yok etmek için büyük bir fırsat sağlamıştı.
1946’da çok partili parlamenter yasama sistemine geçilmesiyle birlikte siyasî partiler her seçim döneminde oy kaygısıyla feodal ve gerici güçlerle alttan alta işbirliği yaptılar ve Cumhuriyet Devrimi Kanunları’nı çürüttüler. Bu çürüme AKP iktidarı döneminde Anayasa’nın değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen maddelerine kadar gelip dayandı. Cumhuriyet karşıtı güçler bir koalisyon hâlinde iktidarı ele geçirdiler, kendi sivil toplumlarını oluşturmaya başladılar.
Günümüzde gerici linç kalabalıkları farklı mezhepten olanlara saldırarak katliam yapmıyor ya da Cuma çıkışlarında Tevhid Bayrağı açıp “laikler”e karşı cihat ilan etmiyor. Bunun sebebi, kendi temsilcilerinin iktidarda olması; siyasî İslam’ın piyasa ekonomisiyle bütünleşmesi ve sermayenin önemli ölçüde el değiştirmiş olmasıdır. Bu sayede diğer mezheplerin örgütlerini bölmeyi, bir kısmını satın almayı, bir kısmını da toplumun içinde küçük gettolara hapsetmeyi başardılar. Ancak taraftarlarını silahlandırmaları, 24 Haziran gecesi görüldüğü gibi, kendi silahlı kitlelerini alenen teşhir etmeleri, saltanatlarının sarsılması hâlinde geçmişteki örneklerden çok farklı ve daha vahim katliamlara girişmekten çekinmeyeceklerini göstermiştir.
Ateş Düştüğü Yeri Yakar
2 Temmuz 1993 günü Sivas’ta 33 değerli insanımızın gerici şiddetten korunmak için sığındığı otelin ateşe verilmesi Türkiye’nin uzun gerileme sürecinin en talihsiz olaylarından biridir. Öldürülenler arasında ayrım yapamayız, fakat aralarında halk ozanlarının, şairlerin, kültür adamlarının bulunması faciaya asla unutulmayacak simgesel bir boyut kazandırmıştır.
Ateş düştüğü yeri yakar. O uğursuz gecede benim en çok içimi sızlatan Asım Bezirci olmuştur. En yaşlıları oydu. Çok değerli bir edebiyat eleştirmeni, Lunaçarski, Brecht, Plekhanov, Sartre, Flaubert üzerine kafa yormuş bir çevirmendi. Yeni A dergisindeki yazılarını hatırlıyorum. Onu gericilerin çığlıkları arasında yanan bir binanın içinde düşünmeyi kabullenemedim.
Sivas Katliamı’nın 25. yıldönümünde her zamanki gibi anma toplantıları, saygı duruşları yapılacak, politik nutuklar atılacak, bir ara kebapçı olan otelin önüne karanfiller bırakılacak. Olayın ayrıntıları anlatılacak: Pir Sultan heykelinin kaidesinden sökülüp boynundan iple çekilerek balta darbeleri altında nasıl yerlerde sürüklendiği, tutuşan perdeler, tüfeğinde mermi olmayan jandarma takım komutanının korkaklığı; valinin, emniyetin ve devlet erkânının anlayışsızlığı, kayıtsızlığı ve beceriksizliği; Başbakan Tansu Çiller’in “Otelin etrafını saran vatandaşlarımıza hiçbir zarar gelmemiştir” demesi, Başbakan Yardımcısı Erdal İnönü’nün “Bundan çıkardığımız sonuç laik düzen aleyhine olamaz” diye saçmalaması, günümüzün kahramanı Muhsin Yazıcıoğlu’nun “Aziz Nesin’i Sivas gibi hassas ilimize getirerek zehrini kusmasına sebep olanlar olayın birinci derecede sorumlusudur” sözleri…
Bizi Sivas katliamına getiren yolları anlamadıkça ve bu yolları kesmedikçe ne yapsak nafile!… Atatürkçü Düşünce Derneği, 30. 06. 2018