Yavuz Alogan
Doğuştan karışık olan kafam ne zaman yakın geleceğin olaylarını öngörme çabasıyla daha da karışsa, kendimi Engels’in 1890 yılından kalma şu sözlerini mırıldanırken bulurum:
“Tarih öyle bir tarzda gelişir ki, nihaî sonuç daima pek çok bireysel iradenin çatışmasından çıkar ve her bir irade belirli hayat koşullarının çokluğu tarafından oluşturulur. Bu nedenle, birbiriyle kesişen sayısız güç, bu güçlerden oluşan sonsuz sayıda paralelkenar vardır ve bunlar, tek bir sonucu, tarihsel olayı meydana getirirler. Bu ise, bir kez daha, bir bütün olarak bilinçsizce ve iradesiz işleyen bir gücün ürünü gibi görülebilir. Çünkü her bireysel irade bir diğeri ile engellenir ve ortaya çıkan şey, kimsenin önceden tasarlamadığı bir şey olur.”
Tarihsel olayın oluşum diyalektiğini bundan daha iyi anlatan başka bir paragraf yazılmış mıdır? Geleceğin tarihsel olayını bugünden bakarak kesin olarak göremiyoruz. Neden? Çünkü tarihsel olay “belirli hayat koşullarının çokluğu tarafından oluşturulan” iradelerin, toplumsal ve siyasî güçlerin çatışmasından doğuyor. Toplumsal olaylarda, otobüs şu saatte şu durağa gelecek ve ben orada bekliyor olacağım gibi bir şey yok. Mücadele hâlinde olan, birbirinin iradesini engelleyen güçler var. Demek ki iyi mücadele edeceksiniz, inisiyatifi kaybederim diye genişlemekten korkmayacaksınız.
Lafı uzatmadan hemen somut duruma gelecek olursak, İstanbul’daki beklenmedik tarihsel olay Türkiye’nin yakın geleceğini belirleyecektir. AKP bu şehirde bundan sonra dikiş tutturamaz. İlk kez siyasî iktidarın iradesine karşı kitlesel bir irade, seçim gibi yasal ve meşru bir zeminde oluştu ve AKP’nin kumaşı İstanbul’dan sökülmeye başladı. Seçimin neticesi ne olursa olsun, bu sökülmenin bütün ülkeyi kaplayacağı neredeyse kesindir. Bu yüzden AKP İstanbul’u vermemek için direnecek, vermek zorunda kalırsa belediyeyi çalışamaz hâle getirmek için her şeyi yapacaktır.
“Yoklama çekmek” diye bir tabir var. Mesela “CHP organize bir suç örgütü gibi çalıştı” der ve kimlerin tepki gösterdiğine, kimlerin sessiz kaldığına bakarsınız. Bunlar çok tehlikeli hareketlerdir. Siyasî iktidarın her türlü muhalefete polis mantığıyla yaklaşması ve bu mantığı kendi kitlesine aşılamaya çalışması hiç öngörülmeyen yıkıcı sonuçlar doğurur.
CHP yönetimindeki liberallerin, özellikle bu partinin İstanbul il yönetiminin dünya görüşünü biliyoruz. Fakat iktisadî krizin yönlendirdiği seçmen, seçim fırsatını değerlendirerek, kendisine en sempatik görünen adaya oy verdi. Eskisi gibi yaşamak istemeyen bunalmış halk kitlesinin önüne tahtadan bir totem ya da bir pinokyo koysanız onun peşinden gider. Pinokyoyu mahkûm edeyim derken kitlenin taleplerini görmezlikten gelmek, farklı gündemlerle dikkatleri başka yöne çekmek faydasızdır.
Bazen hiç istemediğiniz insanlar halkta umut yaratırlar. Şimdi burada, çok uzak geçmişten bir örnek vererek, Lenin’in Kanlı Pazar olayında (Ocak 1905) binlerce insanı peşinden sürükleyen Papaz Georgiy Gapon’u Menşeviklere karşı nasıl savunduğunu, Cenevre’de onunla buluşup neler konuştuğunu da anlatırdım ama konu dağılır.
Benzetmek gibi olmasın ama Sayın İmamoğlu tek bir programatik ve ilkeli tavır sergilemeden herkesi kucaklamaya çalışan bir karakter: Anıkabir’e gidiyor, Eyüp Camisi’nde gizlice namaz kılarken gazetecilere poz veriyor, Türkeş’i tazimle anıyor, aynı ses tonuyla hem Yasin-i Şerif hem İzmir Marşı’nı okuyabiliyor, Sayın Reis’ten ve Bahçeli’den yardım istiyor. Biz bu karakteri turuncu devrimlerden tanıyoruz. Böyle bir karakteri Türkiye’nin yeni lideri, geleceğin cumhurbaşkanı olarak tanıtmak saflığın çok ötesinde, bir tür aymazlıktır. Fakat bütün bunlar İstanbul halkının yarısının İmamoğlu’na oy verdiği gerçeğini değiştirmez. Bu da her türlü solcu, ulusalcı ve Atatürkçü’nün şapkayı önüne koyup düşünmesini gerektirir.
Paranoyak olmamız takip edilmediğimiz anlamına gelmez. Fakat bunu da abese vardırmamak gerekir. CIA, Sayın İmamoğlu’nu yıllarca Beylikdüzü’nde gizlice eğitip turuncu bir devrimin liderliğine hazırlayacak kadar içimize girmişse, biz zaten ölmüşüz demektir. Pinokyoyu tahtadan oyan Geppetto’nun kim olduğunu yakında anlarız ya da kitlenin mücadele içinde yontarak ona nasıl bir şekil vereceğini görürüz.
Hocaefendi kulağına üflemiş, PKK ona umut bağlamış gibi muhabbetleri bırakarak, AKP’ye karşı oluşan, son tahlilde laik ve Cumhuriyetçi kitlenin taleplerine kulak vermek, kitle hareketini içeriden izlemek, bu arada hukukun üstünlüğünü ve seçim adaletini kararlı bir tutumla savunmak gerekir. Kitle hareketinin bir ucundan tutmaz, en azından seçmenin hakkını savunmaz ve olay yerinde yer almazsanız size kulak veren insanların sayısı giderek azalır ve Engels’in dediği gibi, “kimsenin önceden tasarlamadığı bir şey” ortaya çıkar. Suyun akışını değiştirmek istiyorsanız giderek taşkına dönüşeceği anlaşılan suya yakın duracaksınız. Sadece kitlelerin talepleri önemlidir.
AKP’nin yarattığı tahribatı gidermek için hayatın her alanında devrim yapmak gerektiğini hep söylüyoruz. Ancak devrim kitlelerle yapılır. İktidar odaklarıyla birleşerek yapılan şeye devrim değil, karşıdevrim diyoruz. Elbette sınıfsal bir devrimden değil, demokratik ulusal devrimin bir evresi olarak siyasî İslam’ın gücünü kıracak bir devrimden söz ediyoruz. Sonrasına bakarız. Aydınlık, 12. 04. 2019