MÜHENDİSİ NASIL BİLİRSİNİZ?

Yavuz Alogan

         Korona günlerinde kitap seçmek tecrübe ve maharet gerektirir. Okuyacağınız kitabın her şeyden önce sahici olmasını, sizinle bir bağ kurmasını, yaşadığınız tarihsel ya da güncel gerçekliğe bir biçimde temas etmesini beklersiniz. Seçtiğiniz kitap size bilmediğiniz bir şey anlatacak, öğretecek ya da içinizde zaten var olan duyguların canlanmasını, yeniden keşfedilmesini, farklı bir ışıkla aydınlanmasını sağlayacaktır. Ayrıca kitabın canlı, belki biraz ironik ve güzel bir dille, boşluk bırakmadan yazılmış olması da gerekecektir.

         “Fırtınadaki Arı” (İmge, Ocak 2020) bu kriterlere uyan, okuyanı pişman etmeyen, özellikle öğretici, biraz da -bence- nostaljik bir kitap.  Prof. Dr. Gamze Yücesan-Özdemir yazmış. Sanayide çalışan mühendisin hayatını anlatıyor.  Bir mesleğin maceralarına odaklanarak size geçmişle bugünü kıyaslama imkânı veriyor.

         Bir zamanlar toplumun en fazla itibar ettiği mesleklerden birinin   neoliberal serbest piyasa ekonomisinin yarattığı fırtınaya tutularak kendi içinde nasıl dağıldığını, işlevini kaybetmeye yüz tutarak neredeyse anlamsızlaştığını kitap boyunca adım adım izliyorsunuz.

         Kitap, geçmişte ekonomi-politik eleştirinin mühendislik gibi meslekleri “işçi sınıfından” ayırarak konumlandırdığını, arada ideolojik bir farklılık gördüğünü, fakat son yıllarda konumların ve tanımların değiştiğini, bütün meslekler gibi mühendisliğin de iki eğilime maruz kaldığını anlatıyor. Bu iki eğilimden biri proleterleşme, diğeri ise profesyonel olamama, yani mesleği yeterince icra etme imkânının daralmasıdır (s. 59).

         Altmışlı  ve 70’li yıllarda  “ulusal kaynakların tanımlanan hedefler doğrultusunda rasyonel kullanımı” anlamına gelen planlı kalkınma, mühendisin “teknik/araçsalcı aklıyla örtüşüyordu.” (s. 64).  Bu yıllarda mühendis “tasarım” ve “konstrüksiyon” olarak tanımlanan temel işlevini yerine getirebiliyor; ürün ve üretim sistemi oluşturma, üretim sürecini yönetme gibi işlerde zihnini ve bilgi birikimini kullanabiliyordu.

Seksenli ve 90’lı yıllara gelindiğinde, neoliberal ekonomi  politikaları sanayinin üretici gücünü aşındırmaya, şirketler kendi finansal ve kurumsal kaynaklarına bağımlı olmaya başlayınca, o zamana kadar “planlama, devletçilik ve ağır sanayi gibi yaklaşımlarla özdeş tutulan” (s. 67) mühendisin konumu da   değişmeye başladı. Artık o ücretli çalışan ya da küçük işveren konumundaydı. Bu dönemde mühendis, mesleğinin gerektirdiği etik değerleri korumayı sürdürdüyse de, “Mühendis kimliği devrimci niteliğinden ayrıldı ve kendi profesyonel kimliğini ve ona uygun dili ve anlayışı oluşturdu” (s. 68).   Bu arada taşra üniversitelerinin seri hâlinde mühendis çıkarması ücret, mesleki tatmin ve kariyer imkânları bakımından mühendislerin hızla farklılaşmalarına yol açıyordu. Yazar, gene bu dönemde  TMMOB’un “sınıf temelli bir meslek örgütü olmaktan uzaklaşarak meslek temelli bir örgüte” (s. 68) dönüştüğünü saptamaktadır.

İkibinli yıllarda neoliberal fırtınanın arıyı kayalara çarptığını, onu artık mühendis denemeyecek başka bir şeye dönüştürdüğünü görüyoruz.  Her krizi “finansallaşma pratikleri”yle aşmaya çalışan iktidar toplumun kaderini sermayeye teslim ederken, devlet sosyal refah gayesini ve rolünü bu kez tamamen terk etmiştir.   Bu dönemde mühendisin tasarlayacak ve inşa edecek bir şey bulamadığını görüyoruz.  O artık bir yerde sıradan bir işçi, başka bir yerde bir tür ustabaşı, tekniker ya da küçük şirket sahibi, artık bir yaratıcı değil uygulayıcı durumundadır; tasarlanmış ve inşa edilmiş olanı denetleyip gözetlemekle yükümlüdür.   Ve en önemlisi, mühendislerin “üretim noktasındaki itibarlarını yitirmeleri ve değersizleşmeleridir” (s. 127) Bu değersizleşme, beraberinde devletin, patronun ve sıradan yurttaşın “Ne iş yapıyor ki bu mühendis?” algısını getirmiştir.   

TMMOB’un 2009’da yaptığı bir araştırmaya göre (s. 70), mühendis ve mimarların yarıdan fazlası mesleğiyle ilgili düş kırıklığı yaşamaktadır. İş bulamıyorlar, buldukları zaman yeterince para kazanamıyorlar ve hiçbir durumda mesleki tatmin hissetmiyorlar.     “Teknokrat, elit, profesyonel meslek sahibi mühendis, yerini 2000’li yıllarda çevre kapitalist bir ülkede sanayisizleşmeyi, iktisadi ve siyasi krizi kolektif emeğin bir parçası olarak deneyimleyen mühendise bırakmıştır” (s. 178). Bu arada sendikalaşma oranında da büyük bir düşüş oluyor. Yetmişli yıllarda her on mühendisten ikisi sendikalıyken, 2000’li yıllarda her o mühendisin hiç biri sendikalı değildir (s. 193)

Yazar, mühendisin nereden nereye geldiğini şu sözlerle anlatıyor: “Keynesyen [kamucu] dönemin görece iyi maaşları, kamu istihdamı, güvenceli çalışma ve toplumdaki statü ve itibar yerle birdir. Geçen yüzyılın düşleri süsleyen mühendislik mesleği   bugünlerde yerlerde sürünmektedir” (s. 139). 1975’te her on mühendisten altısı kamuda çalışırken, 2010’da her on mühendisten sadece ikisi kamuda yer almaktadır (s.191).

Okuduğumuz kitap masa başında teorik tefekkürle yazılmamış.  Ergene Havzası, Gaziantep ve Konya Havzası’ndaki sanayi alanlarını kapsayan saha araştırmasının verilerine dayanıyor. Yazar, bir yerde “bu tartışmalardan haberdar olarak, kapısında ‘İşi Olmayan Giremez’ yazan fabrikalara girelim ve mühendislerin deneyimlerine tanıklık edelim” diyerek, mühendis âlemini bire bir tanıklıklarla, tekil ya da odak grup görüşmeleriyle fabrika ortamında gözler önüne seriyor.  

Emek verilmiş, özen gösterilmiş bir çalışma. Son paragrafta neoliberal iktisat modelinin bizzat yarattığı rüzgârları artık zapt edemediği ve yeni bir fırtınalı çağın başladığı, bu çağda mühendislerin  toplumsal işlevlerini yeniden kazanacakları halkçı, kalkınmacı ve eşitlikçi bir  düzen arayışının gündeme geleceği saptanıyor.

Şu korona günlerinde arada bir ellerinizi su ve sabunla güzelce yıkayıp kolonyalar sürünürken, “öleceğim” diye telaş etmeden bu kitabı okumanızı tavsiye ederim. Kitap bana aynı zamanda yavaş ısıtılan suyun içindeki kurbağayı çağrıştırdı.  Toplum, sınıflar, meslekler ve bireyler olarak 1960-80 döneminden sonra yavaş yavaş ve adım adım nasıl güçten düştüğümüzü, hayata küçük pencerelerden bakmaya zorlandığımızı anlamamız gerekiyor. Örgütlenerek topluca direnme kültürünü yeniden kazanamadığımız taktirde   başımıza daha neler neler gelebileceğini derin derin düşünmek zorundayız.  Gamze Yücesan-Özdemir’in akademik araştırması bu yönde bir fırsat sağlıyor. Veryansıntv,  27. 03. 2020

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *