Yavuz Alogan
Yirmi yıl önce bu günlerde 12 Eylül döneminden çıkılıyordu. Beyoğlu’nda, Abdülhak Hamid sokağında bir apartmanın ikinci katındaki yüksek tavanlı bir dairede sosyalistler toplanıyor, Birleşik Sosyalist Parti’nin kuruluş çalışmalarını yapıyorlardı. Sıkıyönetim yeni kalkmıştı. Geceleri kar altındaki sokaklar ıssız oluyor, toplantılar geç saatlere kadar sürüyordu. Apartmanın önünde bir seyyar çay ocağı belirmişti. Çeşitli kılıklara bürünmüş adamlar, ayakta çay içiyor, geleni gideni süzüyorlardı. Daha sonra çay ocağının yerini camları karartılmış beyaz bir minibüs aldı. İçindeki en yeni teknolojik aletlerin bütün sesleri süzerek sadece ikinci katta konuşulanları tespit ettiği söyleniyordu.
Ben, Ahmet Kaya adını ilk kez o apartmanın girişine yapıştırılmış bir afişte gördüm. Can Yücel görseydi, “Şarâbi eşkıya,” derdi. Öylesine saç baş dağınık, çatık kaşlı, sakallı bıyıklı bir resim; meşin ceket altında göğüs bağır açık. Bir konser ilânı mıydı, neydi, hatırlamıyorum. Resmin altında şöyle yazıyordu: “Sana Fırtınalar Yakışır Ahmet Kaya.”
Bir şarkıcının kendisine fırtına yakıştırması o sırada beni güldürmüştü. Asıl fırtına yakında kopacaktı. Tarih tekerrür edecek ve 12 Mart döneminden sonraki gibi büyük bir kitlesel hareket gelecekti. Tabiî o sırada 12 Eylül’ün ne kadar derin bir tahribat yarattığını, ardından başlayan Özal döneminin halkın beklentilerini nasıl değiştirdiğini, iyice asrîleşen medyanın insanların beynini nasıl zapt etmeye başladığını, gençlerin aile ve okul kapanına düşerek siyasetten nasıl yalıtıldığını henüz kimse fark etmemişti. Fakat o sırada sürdürülen sosyalist birlik faaliyeti ile “sana fırtınalar yakışır” sözü zihnimde bir şekilde özdeşlendi. O günkü ortamda bu söz biraz gülünç biraz da hüzün vericiydi.
Bu ilk tanışmadan sonra Ahmet Kaya’dan kurtulmak imkânsız hale geldi. Doksanlı yıllar boyunca her yerde, sokaklarda, kahvehanelerde, café’lerde, toplantı salonlarında, dolmuşlarda, kasetçilerin önünde, kitapçılarda Ahmet Kaya çalıyordu. Daha sonra televizyona sıçradı; hangi kanalı açsanız karşınızda Ahmet Kaya! Biraz boğuk, derinlerden gelen sesine darbe yıllarının olanca yalnızlığı ve efkârı yansıyordu. Bitmiş bir dönemin özverilerini, tehlikelerini, ödenen bedelleri, çekilen acıları, sanki biraz da nostalji katarak anlatıyordu. Doksanlı yıllarda Yusuf Hayaloğlu’nun, Attila İlhan’ın, Ahmet Arif’in şiirleri onun müziğiyle hayat buldu. Halk onu seviyordu, kasetlerini herkes dinliyordu.
Ben dinlemiyordum. Kafamın içinde onu bir tür sol-arabesk olarak etiketlemiş ve bir zarfın içine koyup kaldırmıştım. Yaptığı iş farklı bir müziğe alışmış kulağa çok yabancıydı. Ancak Ahmet Kaya’nın sesi ve sözleri zihinde yer ediyordu. Hiç olmadık bir yerde, “Başım belada, düşürmüşüm tabancamı helada” diyordu mesela. Yollar tutulmuş, “yasal mermisiyle bir komiser yaklaşmakta!” Bu arada kendi göğsünde, “kirli sakalıyla bir eşkıya gezinmekte.” Akılda kolayca yer eden, duruma uygun düşen sözler: “Piposu ağız kenarında/…/Herkesi yargılamaktan/Kimse kalmamış yanında.” Bu kadar mı olur yani! Ya da “Ölümü özledim anne/Yaşamak isterken delice” veya “Ezdirmem sana kendimi/…/ Kafama sıkar giderim.”
Böylece, hayatın içinde gezinirken, Ahmet Kaya sesleri belleğin iradeden bağımsız ağına yakalanarak zapt edilmeye, birikmeye başladı. Bu biriken söz ve müzik parçaları Ahmet Kaya’nın 2000 yılının Kasım’ında Paris’te ölümünden sonra yüzeye çıktı ve ben onu dinlemeye başladım, anlamaya çalıştım. Aslında bu dinleme ve anlama sürecini, uzun yıllar cezaevinde kalmış bir arkadaşımın şu sözleri tetikledi: “İçeride solcusu, sağcısı, herkes onu dinliyordu.”
Ahmet Kaya, Malatyalıdır, babası işçidir, ilk konserini babasının fabrikasında çalışan işçilere vermiştir. Kaset dükkânında “durmuş”, İstanbul’un sokaklarını arşınlamış, Halk Bilimleri Derneği’nde sazını ilerletmiş, “devrimci geceler”de sahne almıştır. “Devrimcilik” onun için fiili bir eylemlilikten çok, bizzat yaşamadığı bir döneme özlem ya da geleceğe dönük bir umut olsa gerektir. Zira 12 Mart döneminde 13 yaşındadır. 1978’de askere gitmiş, aşağı yukarı altı yıl süren 12 Eylül dönemini eylem açlığı içinde sazının teline vuran bir genç adam olarak geçirmiştir. Arayış içindedir, kısa süreliğine hapse girmek istediğini söyler. Ama kimse onu hapse atmamaktadır. Kafası karışıktır. Düzeni, zenginleri vb. eleştirdiği ilk albümüne Türk Ordusu’nun Kurtuluş Savaşı’ndaki kahramanlıklarını anlatan bir şarkı koyar. 1985 yılıdır, işsizdir, sokaklarda aç gezmektedir.
Ruhi Su’yu öfkelendirmesi onun özgün bir bağlama sanatçısı olduğunu gösterir. “Mahsus Mahal”i çalan Ahmet Kaya’ya şöyle demiştir büyük usta: “Öyle at teper gibi bağlama çalınmaz, bağlama ile meşk edilir.”
Ahmet Kaya doksanlı yıllarda edindiği büyük şöhretle yetinecek biri değildi. Lüks arabalar, yatlar edinip magazin sosyetesine katılacak ya da kanadına mektup yazdığı güvercini holding medyasına salacak biri de değildi. Miting yaptıktan sonra meydanı süpüren, her eylemini tatlı bir şenlik havası içinde güle oynaya gerçekleştiren, bitmek bilmez tartışmalarla çalkalanan, öfkesi dışa değil içe doğru patlayan solcu partiler ya da lideri karizmatik dar bürokratik örgütler onu kesmiyordu. O kendisine yakışan fırtınayı arıyordu. Programatik ya da teorik değil, eylemciydi; ve bir çalgıcı olarak algılanmak istemiyor, büyük kavgaların içine dalmak istiyordu.
Bu arada, 1990 yılında Gülhane Parkı’nda verdiği konseri 150 000 kişinin, sloganlarla, alkışlarla izlediğini unutmayalım. Kendisini dinleyenleri bir tür taraftar kitlesi gibi görmediğini ya da birilerinin onun aracılığıyla o kitlenin ruhuna nüfuz etmek istemediğini kim söyleyebilir?
Ahmet Kaya doksanlı yılların başında tek başına toplumsal bir güç haline geldi ve özellikle Kürt dili ve dağlarla ilgilenmeye başladıktan sonra düzenin güçleri tarafından tehlikeli biri olarak algılandı. Dağlara şarkı düzüyordu. “Şarkılarım Dağlara” isimli albümü 2 milyon 800 bin adet bandrollü satış gerçekleştirdi.
PKK’yla ilişkisi var mıydı? Bilmiyoruz. Ancak dağlarda verilen savaşa büyük bir sempati duyuyor, kendisine yakışan fırtınanın güneydoğudan estiğine inanıyordu besbelli.
O yıllarda PKK Marksist ve anti-emperyalist bir ulusal kurtuluş hareketi olarak görülüyor, Kürt olmayan sosyalistleri de cezbediyordu. Örgütün Serok’u henüz Şamdan ayrılıp dünyanın bütün istihbarat örgütleri tarafından ping pong topu gibi oradan oraya savrulduktan sonra Türk istihbaratının eline geçmemiş; gözbağı açıldığı anda milyonlarca tv. izleyicisinin gözü önünde, “Benim anam da Türktür; size her konuda yardımcı olurum,” dememiş; güdümlü siyasetini İmralı’dan sürdürmeye başlamamıştı. PKK önderliği henüz, “Kürt halkı Amerikalıları Türk halkından daha çok sever,” gibi demeçler vermiyor, CIA tarafından İran halkına karşı kullanılmıyordu. Ahmet Kaya bugün yaşananlara tanık olsaydı, Mandela, Yaser Arafat ya da Che Guevara gibi adamların benzer durumlarda nasıl davrandıklarını inceler, önderliğin kolay iş olmadığını düşünürdü belki de. Belki de düşünmezdi. Belki de Şeyh’in her kelâmına bir teori bina ederek “teorisyen” olurdu. Bilemeyiz.
Özetle, Ahmet Kaya doksanlı yılların başında kendisine yakışan fırtınayı bulmuş ve cesaretle içine dalmıştı. Kendisine uzatılan her mikrofona Kürtlerden ve Kürtçe’den söz ediyor, sazını ve sözünü bütün tv. kanallarından halka akıtıyor, konserlerinde kalabalıkları coşturuyordu.
Bu dönem 10 Şubat 1999 gecesi ansızın sona erdi ve Ahmet Kaya’nın medyatik düşüşü başladı. Magazin Gazetecileri Derneği’nin düzenlediği ankette halk Ahmet Kaya’yı 1998 yılının sanatçısı seçmişti. Ödülü verilecekti. Ödül töreni Show tv. tarafından naklen yayımlanıyordu. Ahmet Kaya kısa teşekkür konuşmasında meydan okudu. Gelecek yıl Kürtçe şarkılar söyleyecekti. Bu şarkıları yayımlayacak yürekli televizyoncular çıkacaktı mutlaka, eğer çıkmazsa halk onlardan hesap soracaktı. Ardından, acı bir tesadüf gibi, “Giderim” şarkısını söyledi: “Artık seninle duramam/Bu akşam çıkar giderim/Hesabım kalsın mahşere/Elimi yıkar giderim.” Şarkısını bitirince geçip masasına oturdu.
Yapılanlar önceden tertiplenmiş miydi? Bilinmiyor. Ama muhtemelen öyleydi, çünkü olayın görüntüleri memleketin bütün tv. kanallarında tekrar tekrar gösterildi. Bu görüntülerde Ahmet Kaya salonda bulunanlar tarafından yuhalanıyordu. Karısıyla birlikte sessizce oturmakta olduğu masaya çatallar, bıçaklar, çeşitli yiyecek artıkları, mezeler falan atılıyordu. Bir yıl sonra duracak yüreği acaba o sırada mı çatlamıştı? Ahmet Kaya saldırı ve hakaretlere hiçbir tepki gösteremedi. O masanın başında bembeyaz bir yüz ve acı bir tebessümle kalakaldı.
Onun yerinde Yılmaz Güney olsaydı ne yapardı, diye düşünmez misiniz? Muhtemelen ondörtlü Browning’ini çekmesiyle ortalığı cehenneme vermesi bir olurdu; sekiz ölü beşi ağır on sekiz yaralı falan. Ya da sadece bakışlarıyla o kalabalığı durdurur, bu arada beyaz ceketinin yenini hafifçe geriye doğru iterek belindeki emanetin kabzasını hâziruna teşhir etmek suretiyle ortama demokratik bir sükûnetin hâkim olmasını temin ederdi. Fakat Ahmet Kaya bunların hiç birini yapamadı. Öyle biri değildi. İçindeki mahcup taşralı çocuk, o utangaç ve hisli mahalle delikanlısı, o öksüz ve sevdalı gariban, onu tutuklaştırdı, karşısındaki azgın ve zengin kalabalığa karşı koymasını engelledi. Ahmet Kaya eşiyle birlikte salonu terk ederken magazin sanatçıları ve davetliler, hep bir ağızdan 10. Yıl Marşı’nı söylüyorlardı.
Ardından tam bir linç kampanyası başladı. Toplumu Ahmet Kaya’dan arındırma faaliyetinin işaret fişeğini, böyle durumlarda hep görüldüğü gibi, Hürriyet gazetesi attı: “Ayıp Ettin Gözüm” manşeti altında bir Ahmet Kaya resmi, arkasında Kürdistan haritası. Ardından, “Vatana İhanet” suçlamasıyla 13 yıl hapis cezası istemi geldi. Basın ondan, “Yavşak”, “Soysuz”, “Şerefsiz”, “Alçak”, “Fikirsiz fikir suçlusu,” diye söz ediyordu. Sesi ve sazı önce sokakları ve halka açık tüm mekânları terk etti, sonra görüntüsü tv. ekranlarından kayboldu. Ahmet Kaya küstü, stüdyosuna kapandı, telefonu sustu ve yurt dışına çıktı. Öldüğünde 43 yaşındaydı. Ölümünden kısa süre sonra Kürtçe müzik kaseti yapımı serbest bırakıldı; Kürdistan haritaları artık Pentagon tarafından dağıtılıyordu.
Ahmet Kaya, siyasallaşmış kent yoksullarının; toplumun dar kesimlerinde, aile ve arkadaş ortamlarında kısmi siyasal bilinç edinmiş garibanların sanatçısıydı. Aynı zamanda bir dönem sanatçısıydı. 1970’li yıllarda sokaklarda dövüşen, fabrika kapılarında, okul damlarında, mahalle girişlerinde nöbet tutan, daha sonra cezaevlerini dolduran genç militanların sesi oldu. Şarkılarından yağmurlu sokakların, zindan gecelerin, polis sirenlerinin, yarım kalmış duvar yazılarının ve toprak kokusunun, yalnızlığın ve hüznün yansıması bundandır.
Ahmet Kaya’nın hitap ettiği kesim, işçi sınıfı bilincinin ve mücadelesinin biraz muhayyel ve kitâbi kaldığı; emeğin ucuz, örgütsüz ve güçsüz olduğu; iç ve dış sömürü yüzünden gelir farklarının uçurumlaştığı ülkelerde yaşayan ve söz gelimi Latin Amerika’da büyük toplumsal dönüşümleri ve devrimci atılımları gerçekleştiren, kaybedecek şeyi ve anlamlı bir geleceği olmayan özel bir insan topluluğuydu. Onun sesinin kaybolmasıyla birlikte, ilâhilerin, dini tarikatların, mafyaların, apolitik arabeskin bu kesime daha fazla nüfuz etme imkânı bulduğunu söylemek abartılı bir sosyolojik gözlem mi olur?
Ahmet Kaya, linç edilmiş bir halk sanatçısı olarak ölümsüzdür; bir döneme, zihinlere damgasını vurmuştur. “Gel gözüm, otur bir çay içelim,” diyerek, bütün bunları onunla da konuşma imkânı olsaydı keşke. RED, 17 11. 2010