BÜYÜK HALK MUHALEFETİ

Yavuz Alogan

         İngiliz Katolik tarihçi Lord Acton (1834-1902) İngiltere tarihinin en baskıcı muhafazakâr döneminde, tıpkı benim gibi Devlet meselesine aşırı derecede kafayı takmıştı.  Liberaldi. Bireysel özgürlükleri savunuyordu.  Kontrolsüz gücün bütün özgürlüklerin düşmanı olduğunu her nasılsa anlamıştı. 1837-1901 arasında hüküm süren Kraliçe Victoria’nın topluma dayattığı değerleri (saygınlık için bireysel zenginleşme, aileyi kutsallaştırma, hep mutluymuş gibi davranma, cinselliğin inkârı, sanata düşmanlık) ikiyüzlü buluyordu. Lord Acton, Kraliçe’den bir yıl sonra, 1902’de hayata veda etti.

         Ondan geriye kulaktan kulağa yayılan şu cümle kaldı:

         “İktidar yozlaşmaya eğilimlidir ve mutlak iktidar mutlaka yozlaşır.”

         Elbette iktidar tek başına değil, çevresiyle birlikte yozlaşır. Putlaştırdıkları Muktedir’e giderek sıkıca yapışan iktidar sahipleri, zamanla “haklılık yanılsaması”na kapılarak topluma tepeden bakmaya, bizzat kurdukları ve sayesinde zenginleştikleri sitemden daha fazla nemalanmak için kendi aralarında itişmeye başlarlar. Seçilmişler başlarındaki atanmışlara (kraliyet ailesi mensupları, Saray danışmanları, bakan denilen ofis memurları) düşman olurlar.  Yozlaşma derinleştikçe, mutlak iktidarın çevresinden aşağıya, taraftar kitlesinin içlerine doğru uzanan çatlaklar oluşur.

         Bu çatlakların görünür olması, yozlaşan iktidarın giderek azınlık durumuna düştüğünü kanıtlayan en somut belirtidir. İktidar bloku, yozlaştıkça monolitik (yekpare) yapısını kaybeder, etki alanı giderek daralır.

         Fakat mutlak iktidar için en tehlikeli olan, yukarıdaki paragrafta geçen “haklılık yanılsaması”dır.  Gerçekten haklı olup olmadığını sınayabileceği içsel ya da kamusal bir mekanizmadan/denetim sisteminden tamamen yoksun olan mutlak iktidar, kendisine karşı çıkan her türlü muhalefeti terörist, casus, hain, bozguncu, ahlaksız, şerefsiz, namussuz, çapulcu olarak tanımlayıp, giderek daralan tabanını buna ikna etmeye çalıştıkça, sahte davalarla siyasî rakiplerini tutukladıkça, meydanlara çıkan yurttaşları ezmeye başladıkça, karşısındaki cepheyi başa çıkamayacağı ölçüde genişletir.  Mutlak iktidar kendi sonunu bu şekilde hazırlar.

         Giderek batağa saplandığını gören Muktedir, öfkeden çıldırma noktasına gelen halkı yatıştırmak için reform yapmaya da girişebilir, mesela yeni bir anayasa, çeşitli özgürlükler, hatta bir tür parlamenter sistem, adalet hak hukuk vs. vaat edebilir. Fakat bu kendisi için çok tehlikelidir, akıbetini hızlandırır.  Nitekim Alexis de Tocqueville (1805-1859) Fransız Devrimi’ni incelerken şöyle demiştir: “Kötü bir hükümet için en tehlikeli an genellikle reform yapmaya başladığı andır.”  

         Demek ki muhalefet yere tebeşirle çizilmiş dairenin dışına çıktığında, halk meydanları doldurup “istifa” diye bağırmaya başladığında, yozlaşmış iktidar, kendisinin mükemmel bir kurtarıcı olduğuna, şahane işler yaptığına ve yapacağına kimseyi, kendi adamlarını bile inandıramaz. “Hele bir sesinizi kesip uslu durun, ben size ne güzellikler yapacağım” tavrı, isyan hâlindeki insanların ancak öfkesini artırabilir. Cemaat kültürü içinde yetişen insanlar toplumu anlayamazlar.

         Sonu gelen Muktedir, bu ahval ve şerait içinde, ikisi akıllıca, biri aptalca üç hareket tarzı izleyebilir.

         Akıllıca hareketlerin birincisi, halk oyuna başvurmaktır. “Madem öyle, buyurun seçime,” diyebilir. Elbette bunu demeden önce, ailesinin ve servetinin selâmeti için muhalefetten güvence isteyecektir. Son yirmi yıl içinde yaptıklarından ötürü yargılanmayacağından emin olmalıdır.  Muhalefet bu güvenceyi duraksamadan verecektir, çünkü onun derdi Reis’in, pardon Muktedir’in kurduğu sistemi hafif bir makyajla sürdürmekten, açlıktan gözü dönmüş kendi müteahhitlerini, menfaatperest politikacılarını ve çevresindeki iş adamlarını doyurmaktan ibarettir.

         İkinci akıllıca hareket, aileyi, serveti ve yakın çevrenin işe yarar adamlarını Saray’ın uçak filosuna taksim ederek ülkeyi terk etmektir.  Söz gelimi Arap ülkeleri ona kucak açacaklar, servetini de değerlendireceklerdir.  Gûşe-i uzletinde, yani tenha köşesinde, bir kitap yazarak dâvasını sürdürebilir mesela; her türlü milliyetçiliği nasıl ayaklarının altına aldığını, iki sarhoşun “Türk milleti” kavramını nasıl uydurduğunu, aslında bizim “Türk-Kürt-Arap ümmeti,” 36 etnik gruptan müteşekkil bir anasır-ı İslâm olduğumuzu, hâkimiyetin bilâ kaydü şart millete değil Allah’a ait olduğunu ve onun rûyi zemin’i, yani yeryüzündeki gölgesi halife tarafından temsil edilmesi gerektiğini anlatabilir.

         Neyse, konuyu dağıtmayalım…

         Bu hareket tarzının (ülkeyi terk etmek) belirleyici şartı, Devlet’in baskı aygıtlarının muhalefeti ve halk hareketini ezme, şiddet kullanma kararlılığının azalması, verilen emirleri giderek umursamaması, yargının “bu kadar da olmaz diyerek” duraksaması, hatta itaatsizlik etmesi ve nihayet Parti Devleti’nin etkili kesimlerinden itirazların yükselmesidir. Bu şart oluştuğu anda ülkesini terk etmeyecek Muktedir yoktur.   

         Aptalca harekete gelince; eğer Muktedir, sürekli ekonomik ve jeopolitik taviz karşılığında emperyalizmin desteğini sağlayarak ömrünü uzatmaya teşebbüs ederse, çok büyük bir hata yapmış olur. Tavizlerin sonu gelmeyecek ve tıkanma noktasına gelindiğinde emperyalizm bir iki parametreyle oynayarak ya da sahici terörü harekete geçirerek krizi artıracak ve kapı önünde bekleyen muhalefeti alnından öperek içeri alıverecektir.

         Akdeniz’de Sevilla haritasını resmen kabul etmek, Kıbrıs’ı terk etmek, Gazze’nin Filistinlilerden arındırılmasına katkıda bulunmak, Suriye’nin bütünlüğünden vazgeçerek Rojava özerk devletçiğine rıza göstermek, Güney Kafkasya’yla birlikte Rusya’ya cephe almak, Azerbaycan-Suriye-İsrail gizli/açık ittifakıyla askerî olarak İran’ın karşısında konumlanmak; bütün bunlar, rejimin ömrünü biraz uzatsa da sonuçta sadece Türkiye’yi değil, ondan önce siyasî iktidarı felakete sürükler.

         Türkiye’de hiçbir siyasî iktidar dışarıdan dayatılan bu hedeflere uygun bir iç cephe kuramayacaktır.

         Halkın isyanına gelince…

         Muazzam halk hareketinin yarattığı ilk etki DEM’in demokratik-tik maskesinin düşmesidir. Türk bayrakları ve kalpaklı genç Mustafa Kemal posterleriyle sokağa çıkan kitleden, tıpkı Haziran Ayaklanması’nda olduğu gibi ürken DEM sosyetesi, genel başkanının ağzından “Biz CHP’nin eylemci kitlesi değiliz, daha büyük işlerimiz var bizim” diyerek meydanlara sırtını döndü ve iktidar blokunun yanına geçti. Şimdi uslu bir çocuk gibi “çözüm sürecinin” kaldığı yerden devamını bekliyor. Lakin    sokaktaki Cumhuriyetçi millî muhalefet yeni bir “çözüm süreci”nin neredeyse imkânsız olduğunu gösterdi.

         Sokaktaki kitle Cumhuriyet değerlerine bağlı, kentli/eğitimli orta ve alt orta sınıflardan oluşuyor. İdeolojik karakteri, Kemalist anlamda Türk milliyetçiliğidir. Talebi, laik demokratik sosyal hukuk devletidir. Bayrağı, Mustafa Kemal’dir. Sosyalist solu yıllarca demokratik-tik diyerek çirkin emellerine (çirkin emellerine, art niyetlerine!!!) âlet eden Yankee işbirlikçisi DEM sosyetesini sırtından atmış, Zafer Partisi’ni bağrına basmış, üniversite gençliği Türk bayrağı ve Atatürk posterleriyle yürümüştür. En önemli gelişmeler bunlardır, etkileri kalıcı olacaktır.  

         Bugün CHP’ye yönelen hareket, hedeflerine ulaştıkça bütün “başkan”ları, İmamoğlu’nu, Özgür Özel’i ve diğerlerini aşmalı ve bağrından bir millî    Kurucu Meclis iradesi çıkarmalıdır.

         Bu arada Özgür Özel, tipi ve hitabet yeteneği bakımından, sadece bana mı Aleksandr Kerenskiy’i hatırlatıyor?

         Neyse, şaka bir yana, sokaktaki büyük halk muhalefetinin ruhunu ve önderlik arayışını doğru değerlendirmek gerekir. Maltepe’de iki milyon kişi İmamoğlu aşkıyla mı toplandı?  

         Daha dün istiskal edildikleri (aşağılanarak kovuldukları) Saray’ın peşinden menfaat icabı koşmaya devam edenlerin  “turuncu” dedikleri bu halk isyanı (utanmaz adamlar; Menderes’ten  bu yana hangi başbakan ya da cumhurbaşkanı  bunun kadar “turuncu,”  siyasî varlığını bunun kadar  ABD’ye borçlu olmuş, onun dümen suyunda kalmıştır!); ya da   her şeyi kendileriyle başlatan, kendilerinden ibaret gören, kendi ajitasyonlarıyla heyecanlanan sosyal medya fenomenlerinin yeterince solcu,  devrimci ya da Cumhuriyetçi bulmadıkları için burun kıvırdıkları bu büyük halk hareketi, Türkiye’nin geleceğidir.  

         Başka halk yok! Halk dediğiniz, işte o sokakta gördüğünüz insanlar. Fantezilerimize uygun bir halk bulamıyoruz, internetten de indiremiyoruz maalesef.  

         Pokemon karakterlerinden “Enver Talat Cemal, İttihat İttihat!” diye slogan atan gençlere kadar göstericilerin sergilediği bütün eğilim ve fikirler yelpazesini, muhafazakârı, ülkücüsü, sosyalisti dâhil bu düzenin değişmesini isteyen herkesi saygıyla selamlıyoruz, Ramazan Bayramı’nı kutluyoruz, mücadele azmi diliyoruz.

         Şu son yirmi yıla baktığımızda, bu kadarı bile bir devrimdir, yeni devrimlerin tohumlarını taşımaktadır. Türkiye yozlaşmaya dirençli, denetim mekanizmaları sağlam, temsil kabiliyeti yüksek bir siyasî sistem kurmak zorundadır. Bu saray sisteminin yozlaşmaya eğilimli mutlak iktidarı bize hiç uymadı. Veryansın, 30.04.2025

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *