Yavuz Alogan
“Bir Yıldız Doğuyor”… Yönetmenliğini Frank Pierson’ın yaptığı, baş rollerini Barbara Streisand ile Kris Kristofferson’ın oynadığı 1976 yapımı müzikal romantik drama filmi, birinin şarkıcı olarak kariyeri sönerken diğerinin şöhrete kavuştuğu iki sevgilinin acıklı hikâyesini anlatır. Aynı yatağı paylaşan iki yıldızdan biri batarken, diğeri doğmaktadır.
Filmin sonunda yıldızı sönen karakter, yıldızı yükselenin acıklı şarkısı eşliğinde intihar eder. Aralarındaki çatışma örtülüdür. İki karakter gerçeği anlamış, gizli bir barış yapmış gibidir.
Fakat Brian DePalma’nın yönettiği, başrolünü Al Pacino’nun oynadığı Yaralı Yüz (Scarface) filminde, yıldızı sönen karakter Tony Montana durumu kabullenemez, son sahnede delirir, silahını çekerek önüne geleni vurur.
Birincisi aşk, ikincisi suç filmidir. Her ikisi de fena hâlde Amerikan yapımıdır.
Yıldız geçişleri netamelidir. Siyasette de öyledir.
Düşünün, bir yıldız, yarattığı lümpen burjuvaziyle, kendisini destekleyen suç şebekeleriyle birlikte sönüyor, bütün bağlantıları birer birer çözülüyor, dayanakları yıkılıyor ve işlediği suçlar ortalığa dökülüyor. Seyirci artık onu sevmiyor, seçmen ona oy vermiyor. Parlamakta olan öteki yıldıza yöneliyorlar. Yeni yıldız sadece parlıyor, kim olduğunu ne yapacağını henüz bilen yok. Parlayana bakıyoruz, merak ediyoruz.
Yıldız parlatma işlerinde pazarlama tekniklerinin neredeyse belirleyici olduğunu anlıyoruz. Lansmanın, yani ürün tanıtım işinin çok incelikli olması fakat aynı zamanda kesin mesajlar içermesi, alıcının ilgisini çekmesi gerekiyor. Alıcı kim? Alıcı, dışarıda. Biz sadece seçmeniz, alıcının parlattığını seçeriz.
Nitekim Sayın İmamoğlu’nun dış ilişkiler danışmanı olduğu iddia edilen Aslı Aydıntaşbaş, Washinton DC’de İmamoğlu’na “muazzam bir ilgi” olduğunu söyledi. Onu seviyorlar, onunla ilgileniyorlar.
Burada lümpen olan ve olmayan burjuvaziye, menfaat şebekelerine, tarikat ve cemaatlere, devlet bürokrasisine ve yargıya “Alıcı onunla ilgileniyor, siz de ilgilenin, akıllı olun” mesajı veriliyor. 2000’lerin başında bazı gazetelerin Sayın Reis’e “İstanbul sana dar gelir, bütün ülkeyi yönetmelisin” deyişlerini, Morton Abramowitz’in onu “dünyanın en etkileyici ve dinamik lideri” ilan edişini hatırlayalım. Nereden nereye!
Elbette henüz erken. Öteki potansiyel adayların arasından sıyrılmak konsoloslarla epeyce balık yemeyi, yurt dışına seyahat edip muhtelif lobilere yüz göstermeyi, bizzat güvenceler vermeyi gerektiriyor. Gündem çok dolu: Dünya Savaşı koşullarında NATO’nun sefer-görev emri, Karadeniz, Akdeniz ve Ege, Kıbrıs, göçmen politikaları, Çözüm Süreci, BOP haritası, IMF programı … saymakla bitmez.
İmamoğlu’nun İngiliz The Economist’e yazdırdığı yazı ise özetle “Ben Ekrem, geliyorum!” diyor. Yazı, demokrasiden, hukukun üstünlüğünden dem vuruyor. Sanki bunlar şimdiki Batı’nın umurundaymış gibi… Türkiye’deki rejimin Sayın Saray’ın dehasının ürünü olmayıp, dışarıdan dayatılan bir model olduğunu siyasî toplumun disiplinli bir tutumla anlamazlıktan gelmesi beni hasta ediyor.
Yerleşik kurumları olan, kuvvetler ayrılığını temel alan, içten denetlenen bir devlettense, üzerinde odaklanıp baskı ve şantajla istediklerini kabul ettirebilecekleri tek bir adamın devletini Türkiye’ye dışarıdan dayattılar. Şimdi “demokrasi” diye yutturacakları birkaç küçük restorasyonla mevcut sistemi cilâlatacakları, ardından istedikleri her şeyi yaptıracakları popüler bir siyasî figür arıyorlar.
Her yönden sıkışan Saray’ın Mehmet Şimşek eliyle uygulamaya mecbur kaldığı iktisat politikasının estireceği felaket rüzgârlarının muhalefet gemisinin yelkenlerini dolduracağını en az bizim kadar onlar da biliyorlar. Üstelik düvel-i muazzama ılımlı İslâm’ı iktidarda görmekten de vazgeçmiş gibi duruyor. Mısır’dan Cezayir’e bütün girişimler başarısız oldu. Cihatçı olanların bir kısmını örgütlediler, ılımlı olanları uzaklaştırmaya çalışıyorlar. Suudiler bile sekülerleşmeye başladı, kadınlara sürücü belgesi verip çarşaf mecburiyetini kaldırıyorlar. Sayın Saray’ın yıldızı sönüyor. Son perdede Yaralı Yüz filmindeki Tony Montana gibi davranır mı? Kritik soru bence budur.
Neyse, uzatmayalım…
Ben aslında kumaş meselesine takıldım. Gazeteci olduğu iddia edilen Sayın Taşbaş, “Amerikalılar İmamoğlu’nda liderlik kumaşı görüyorlar,” dedi. Alıcı, kumaşı beğeniyor, kendisine yakıştırıyor. Oysa biz liderliğin ayırt edici bir programla, mücadele içinde oluştuğunu sanıyorduk. Sağcı bir ailenin sosyal demokrat gibi duran, popüler kariyerini Samanyolu tv’de yapmış, İBB adaylığına paraşütle indirilmiş zengin müteahhit evlâdında keferenin nasıl bir liderlik kumaşı bulduğunu merak etmek, anlamak zorundayız.
Yine de haksızlık etmeyelim. Malzemenin önemli olduğunu anlıyoruz. Nitekim Gepetto usta çarşıdan alıp eve getirdiği bir kucak dolusu keresteden birinin diğerlerinden farklı olduğunu, yerinde duramadığını, sürekli kımıldadığını, hatta mırıldandığını fark etmiştir. Pinokyo’yu işte o değişik keresteyi yontarak yaratmıştır. Yalan söyledikçe Pinokyo’nun burnu uzar. Bizimkilerde böyle bir özellik görülmüyor.
Pinokyo, deyip geçmeyin. Carlo Collodi’nin 1880’lerde yazdığı bu karanlık masalın derin anlamları vardır. Jean Jacques Rousseau’nun “Emile ya da Çocuk Eğitimi Üzerine” adlı ünlü kitabının antitezidir, bir çocuğun gerçekten de muzır, eğitilemez ve kötü kalpli olabileceğini iddia eder.
Bu hikâyede bizim için hazin olan, emperyalizmin devrimle kurulan cumhuriyetimizin siyasî toplumuna böylesine derin biçimde nüfuz etmiş, başka ülkelerde savaşarak elde ettiği sonuçlara “demokrasi” yaftasıyla, tek kurşun atmadan ulaşabilmiş olmasıdır. Naturamızın yeterince sağlam olmadığını, gevşekliğimizin (gevşekliğimizin!) çok daha vahim sonuçlar doğurabileceğini anlıyoruz.
İnsanın isyan edeceği geliyor. Anladık, sistemin dışına çıkamıyorsunuz, çıkamazsınız da, fakat sizinle bu kadar oynamalarına nasıl izin veriyorsunuz?
Neyse artık…
Bu yazı vesilesiyle Veryansın okurlarının geçmiş Şeker (Şeker!) Bayramı’nı en içten duygularla, en iyi dileklerle kutluyorum. Veryansın, 14. 04. 2024